Arşivden: Gürcan Keltek’le “Koloni” üzerine

Gürcan Keltek’in birçok uluslararası festivalden ödüllerle ayrılan ve Kıbrıs Harekâtı’nın ardından bölgeye bir bakış sunan belgeseli Koloni, 5 Mayıs’ta çevrimiçi erişime açıldı. Belgeseli izleme fırsatı bulamamış birçoğumuz için harika bir haber bu. Koloni’yi 12 Mayıs’a dek buradan izlenebilecek. Bu vesileyle Müge Yıldız’ın 2015’te Bant Mag. No:45 için yönetmenle yaptığı röportajı arşivden çıkardık.

Röportaj: Müge Yıldız
Bu röportaj Aralık 2015 tarihli Bant Mag. No:45’te yayımlanmıştır.

Manzaranın ruhu: Gürcan Keltek’le “Koloni” üzerine

Gürcan Keltek’in Kosova’da düzenlenen belgesel ve kısa film festivali DokuFest‘te Balkan Sineması Yeni Yetenek Ödülü’nü kazanan, Kıbrıs Harekâtı’nın ardında bıraktıklarını anlatan Koloni belgeseli manzaranın ruhunu taşıyor. Kıbrıs’ta yaşananlara ve Kıbrıs coğrafyasına farklı bir bakış sunan film, bir bellek kartografı gibi.

Öncelikle Koloni’yi temelde tanıyabilmemiz için konusundan, çekim sürecinden bahsedelim istiyorum.

Bir kaç yıl önce çekmeyi planladığım bir film için Kıbrıs’taki Yeşil Hat etrafında terkedilmiş bölgelerde mekân bakıyorduk. Tampon Bölge’nin 1974’ten beri el değmemiş yerlerini gördüğüm andan itibaren çekmeye başladım. Hemen arkasından Kayıp Şahıslar Komitesi’yle tanıştık ve toplu mezarların bulunduğu bölgelerde yaptıkları kazıları çekmemize izin verdiler. Bu süreç boyunca başımıza gelen iyi kötü tüm kazalar ve aksilikler bu malzemenin filme dönüşmesine yardımcı oldu diyebilirim.

Ben filmi düşünmeye başladıktan sonra kendimi “koloni” kavramının kendisini düşünürken buldum ve sizi Kıbrıs’a ve koloniye çeken o can alıcı fikri çok merak ettim.

Filmin ismini montaj sırasında çok dinlediğim bir Joy Division şarkısından aldım. Bu ismin bir siyasi çağrışımı olsun istemedim açıkçası, bende çağrıştırdığı şeyler daha soyut. Bizi çevreleyen manzarayla kurduğumuz ilişki, bunun hafızamız üzerinde yarattığı etki gibi. Eski bir Maronit köyündesiniz ve üzerinde gezdiğiniz toprak parçasının açılmamış bir toplu mezar olduğunu öğrendiğiniz anda onunla kurduğunuz ilişki değişiyor. Bizim o gördüğümüz manzaraya yüklediğimiz anlamlar, bizde çağrıştırdıkları şeyler. Kıbrıs dünyanın en eski kolonilerinden biri ve kanlı bir tarihi var. Bu yüzden orada gördüğünüz manzaraların hafızası var. Sistem şiddetin bu kadar kolay hâle gelmesine, şiddetin banalleşmesine zemin sağlamış. Aynı bağlantıyı Afrika, Güney Amerika ya da Güneydoğu Anadolu’yla da kurabilirsiniz. Koloni kavramının kendisine dönersek, kolonyal zamanlardan bu yana pek fazla şeyin değişmediğini düşünüyorum.

Claire Denis’yi sevdiğinizi öğrenince bu bağlamda Denis’nin White Material filminde yaptığı o psikolojik peyzajı düşündüm.

Denis, L’Intrus/Davetsiz filminde olay örgüsünü sizin o dediğiniz psikolojik peyzajla anlatır mesela, neler olup bittiğini anlamaktan vazgeçip karakterlerle birlikte etrafı, mevsimleri seyredersiniz.  Şu aralar en sevdiğim Claire Denis filmi L’Intrus.

Filmi bir yaratıcı belgesel olarak tanımlarsak, biraz yaratıcı belgeselden konuşmak isterim.

Bu alanda son zamanlarda çok güzel işler izleme şansım oldu. Filmle gittiğimiz FIDMarseille’de gördüğüm filmleri nasıl tanımlayacağımı bile bilmiyorum. Yaratıcı belgesel kendi başına bir sanat formu, tanımı yapıldıkça genişliyor. Bu nedenle çok iyi ve çok kötü örnekleri de var. Belgesel bizde sık sık röportajla, enformasyon haberciliğiyle karıştırılır. Bir yaratıcı belgeselde gerçeklere bağlı kalmak ya da objektif olmak zorunda değilsiniz. Her zaman büyük bir ekibe ya da bütçeye de ihtiyacınız yok, ki bu çok özgürleştiren bir faktör. Siz bir dil oluşturuyorsanız her şeyin filmi olabilir. Biraz da doğru zamanda doğru yerde kameranızla hazır olmanızla ilgili. Koloni ilk orta metraj filmim; kesinlikle bu alanda bir kaç film daha yapmak istiyorum. Ama çoğu kez bu kategori meselesine aklım basmıyor. Bir fona ya da festivale başvurduğunuzda karşınıza filmin türüyle ilgili bir kutucuk çıkıyor ve orayı işaretliyorsunuz.

Koloni’yi izlerken kameranın arkasında kesinlikle yönetmenin kendisi olmalı, hattâ bence kurgusunu da yönetmen yapmış olmalı dedim. Daha sonra özellikle ilgimi çektiği için görüntülerde kısa filminiz Fazlamesai’de olduğu gibi Murat Tuncel’le çalıştığınızı öğrendim, bu çalışmadan, bu birliktelikten bahsetmek ister misiniz? Beni filmin her şeyini yönetmenin kendisi yapmıştır düşüncesine inandırdınız çünkü. Bilmiyorum belki Koloni’de hissettiğim yalnızlık duygusu yüzünden sizi de o peyzajda yalnız düşledim, böyle düşününce de filmin yarattığı evren boyut aşıyor değil mi? Siz de o kolonin bir parçasısınız artık.

Murat Tuncel çok sevdiğim bir dostum, birlikte çok işler yaptık. Son dönemin en yetenekli görüntü yönetmenlerinden biri. Koloni’yi çekerken çoğu kez sadece ikimizdik. Özellikle belgeselde her şey çok hızlı gelişiyor, çoğunlukla çektiğiniz şeyin üstüne konuşmuyor, işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorsunuz. Çektiğimiz yerlerin özünde birer suç mahalli olması bendeki anlamını tamamen değiştirdi. Açılmamış toplu mezarların olduğu yerlerde kuyularda onyıllardır kayıp insanlar yatıyor. Orası ölüler kolonisi, hafızamızda kapatmadığımız açık bir alan, unutulmayı ya da affedilmeyi bekleyen. Çekerken bunları hayal ediyordum daha çok.

Filmdeki görüntülerin yarattığı atmosfer “kırılganlık” gibi. “Görüntülerin kırılganlığı” diyebilirim, ki bence bu sinemanın en çekici yanı o kırılganlığı hissedebilmek. Görüntülerin bir kareden diğerine geçerken kaybolacak olmalarını bilmenin verdiği bir kırılganlık belki de yani biraz zamanla ilişkili, filmin ilişkide olduğu ama filmin kendisinin de yaratacağı yeni bir zamanla. Yani sadece bir fotoğraf karesi değil o sabit planlar, kadrajı aşan, kadraja sığmayan şeylerle de ilişkili gibi. Bu durumla ilgili düşüncelerinizi de merak ediyorum.

Filmde görülen mekânların birçoğu artık yok. Yıkılıp restore edildiler, üstlerine inşaatlar yapıldı. Kayıp Şahıslar Komitesi’nin de en büyük endişesi buydu. Görgü tanıklarının zamanında ortaya çıkmaması, bütün bu yerlerin yok olup gitmesi. Kayıp yakınlarının bir zamanlar yaşadıkları yerler bunlar, onların geçmişi, anıları hep orda. Neyi nasıl çekeceksiniz böyle kararları farkında olmadan alıyorsunuz çoğu kez,  şimdi bakıyorum da Koloni’yi çekme nedenim birebir filmde gösterdiğim şeyler değil.

Peki yeni film gösterim mekânları hakkında neler düşünüyorsunuz? Söz konusu Koloni gibi bir film olunca onun kendine yeni mekânlar yaratabileceğine de inanıyorum. Sadece bir sinema salonu, bir müze ya da galeride değil, belki filmi çektiğiniz mekânın kendisinde, yıkık dökük eski bir evin duvarında. Şu an hayal kuruyorum ama bence bu sinema kendi mekânını kendisi yaratabilecek de bir “güç” taşıyor içinde.

Filmleri gösterecek yeni mekânlar bulamazsak, sadece gösterilen yerler değil yaptığımız şeyler de hızla birbirine benzeyecek gibi geliyor bana. Bu konuda yeni fikirler üretmek lazım. Sinema salonu diye kutsallaştırdığımız yer giderek ufalanıp küçülüyor çünkü. Merak ettiğim bir filmi gidip her yerde izleyebilmeliyim. Kosova’da DokuFest’te bir nehrin üstünde gösterdiler filmi, muhteşemdi. Kıbrıs’ta iç savaş sırasında yıkılmış köylerden birinde göstermeyi hayal ediyorum açıkçası, neden olmasın.

Son olarak müzikten konuşmak istiyorum. Koloni’de olduğu gibi aslında sesler, gürültüler kullandığınız müziklerle bütünlük içinde, video klipleriniz de var ama ben daha çok filmlerde tercih ettiğiniz bu “ses”in genel olarak müziğin filmlerdeki ifade buluş şeklini konuşmak istiyorum.

Bu konuda şansım yaver gitti. Koloni’de Manchester’lı gitarist PJ Philipson’ın bir katedralde kaydettiği gitar reverb’lerinden oluşan bir müzik kullandım. Kısa filmim Fazlamesai’de de Voice of the Seven Woods’dan Rick Tomlinson’ın yaptığı bir kaset kaydını kullanmıştım. Bir filmde baskın bir müziğe boğulmaktan ben de hoşlanmıyorum, tıpkı görüntüdeki gibi bir doku oluşturmak için orada müzik. Koloni’de müzik seyirciyi manipüle etmek amacı taşımıyor. Çoğu nota ve akor parçaları. Hafıza üstüne yapmak istediğim bir film olduğu için duyulan sesler psikedelik çağrışımlara açık olsun istedim.