Arşivden: Müzikte sokak hafızası

Moondog’dan Space Lady’ye, efsaneler ve saklı hazineler eşliğinde müziğin sokaklardaki özgürleştirici hafızası…

Yazı: Seçil Kalenderoğlu, Cem Kayıran – İllüstrasyon: Ada Tuncer

Bant Mag. No:29, Nisan 2014

İstanbul’da yaşıyorsanız, sokak müziği dendiğinde aklınıza ilk İstiklal Caddesi’ne aralıklarla dizilmiş gruplar gelecektir muhtemelen. Kavram olarak sokak müzisyenliği 11. yüzyıla kadar gidiyor. Sokak, insan yaşayışına dair iyi kötü tüm katmanların bir arada karşımıza çıktığı, kendi evlerindeki güvenli alanlarından dışarı adım atmış herkesi aynı zeminde buluşturan yer pek tabiî. Bahsettiğimiz güvenli alan hissini yaratan ‘’evlerimiz’’deki hemen her unsuru sokakta coğrafyanın, tarihin, birikimin, sosyal paylaşımların getirisiyle çok daha genişlemiş ve başka anlamlar kazanmış şekilde görebilmek mümkün. Aynı şey müzik için de geçerli şüphesiz.

Sokağın toplum hayatını temsil etmesi dışında kişiye tarifsiz bir özgürlük verdiği de ortada. Geride bıraktığımız yıllar içerisinde Türkiye’de de bu özgürlük sıklıkla tartışılır hâle gelmiş olsa da hayatın parçası olan her şeyin aslında sokağın bir parçası olduğu bir gerçek. Genel anlamıyla sokak performansçılığı anlamına gelen busking ve topluma adapte olamamış, dışlanmış bireyler için kullanılan outsider kelimeleri, sokaktaki müzik kültürünü incelerken kullanacağımız iki başlık.

Busking

İspanyolcada arayış anlamına gelen ‘’buscar’’ kelimesinden türemiş olan busking, sokakta gerçekleşen müzik performansının sadece müzik olmadığı, çeşitli farklı disiplinlerle bir araya geldiği bir alan diyebiliriz. Jonglörlük, aktörlük, komedyenlik, ya da vantrilokluk gibi çok farklı performans türlerinin hepsini de içinde barındırıyor. Cirque Du Soleil’in ortaya çıkmasının Guy Laliberte’nin sokakta yaptığı performanslar sayesinde olması, Benjamin Franklin’in genç yaşta sokakta günlük hayat ve politikayla ilgili şiirler yazıp şarkılar yazması, Amerika’da bir sinema filminde rol alan ilk siyah kadın olan Josephine Baker’ın yine sokakta sergilediği bir performans sırasında keşfedilmiş olması, aslında sokak performansçılığının sınırlarının olmadığına birer kanıt.

Trafik ışıklarını, bazı kafelerin önlerini, kimi otobüs duraklarını kendilerine sahne olarak belirleyen sokak müzisyenlerinin bir kısmı kabare usûlü danslı, eğlenceli performanslar, bir kısmı üzerine bolca düşünülmesi gereken mesajlar içeren özlü sözlerle donatılmış performanslar sergileyerek başka insanların hayatlarına, onlar hiç beklemeden dâhil olmaya çabaladılar. Ülkelere genel olarak hâkim olan kültürlerle birlikte yontulduğu aşikâr olan sokak müzisyenliği konusunda Hindistan, Almanya, Meksika, Amerika gibi ülkeler zengin bir kültüre sahip. Öyle ki kimi ülkelerde sokak müzisyenliğiyle ilgili kurallar konmuş olması “sokak müziğinin” ruhuna aykırı tınlasa da bu müzisyenlerin özgürlüklerini kısıtlamaktan ziyade onlara paylaşımları için daha uygun bir ortam hazırlama derdiyle ortaya çıkmış. Sokak performansçılığının, hakkında kurallar yazılacak kadar kabul görmüş ve benimsenmiş olması aslında üzerine düşünülmesi gereken farklardan biri belki de. Tabiî bir yandan işin içine yasa girdiğinde işin fena boyutlara geldiği Hindistan gibi örnekler de var. Hindistan’da 1970’li yıllarda, Berlin’de de 1990’ların başlarında sokak müziği yapan insanların tutuklandığına tanık oluyoruz. Amerika’daki bazı eyaletlerde de kadınların yanlarında bir erkek olmadan sokakta performans yapmasının yasaklandığı dönemlerden geçildi.

Janis Joplin’den Beck’e, Bob Dylan’dan Simon & Garfunkel’a kadar efsaneleşmiş onlarca müzisyen, yaptığı müziği paylaşmaya ilk olarak sokaklarda başladı. Bu paylaşımı bilinçli olarak sokaklara taşıyan bazı müzisyenlerin aslında birazdan göreceğimiz dışlanmış olarak tanımlananlarının aksine, bir şekilde zamanla piyasada da var olabilmek gibi bir dertlerinin  ortaya çıktığı görülebilir. Loreena McKennit gibi albüm çıkarmak için para kazanmak amacıyla müziğini sokağa taşıyan örnekler de var. 

Fakat bazı sıradışı isimler, sokağı tüm unsurlarıyla benimseyerek sokak müzisyenliğini farklı boyutlara taşıdı, ki bunların başında da şüphesiz Moondog geliyor.

Moondog

The Viking of 6th Avenue lakabıyla da tanınan Moondog, 1916 doğumlu görme engelli bir besteci/şair/müzisyen ve enstrüman mucidi. Genç yaşta New York’a taşındıktan sonra bir eve yerleşmekten ziyade sokakları evi hâline getirmeye karar veren Moondog, otuz yıldan fazla bir süre boyunca New York sokaklarında performans sergiledi. 53. Sokak ve 6. Cadde’nin birleştiği köşe hâlâ Moondog’la özdeşleşmiş durumda. Kafasına sıklıkla taktığı Viking şapkası sebebiyle söz konusu lakabı alan Moondog, ilk başlarda ritmik bir tribal müzik icra ediyormuş. Fakat sokakta geçirdiği zamanın ardından aslında etrafında duyduğu her sesin performansının bir parçası hâline gelebileceğini fark etmiş. Çocuk ağlamaları, arabalardan ya da yürüyen insanların ayaklarından çıkan sesler zamanla Moondog’un müziğinin önemli katmanları oluvermiş. Ooo-yat-su, Oo, Hüs ve Trimba, Moondog’un performanslarında kullanmak üzere kendi tasarladığı enstrümanlar. 1950’li yıllardan 1990’lara kadar on beşten fazla albüm yayınlayan Moondog, özellikle avangart müzikle uğraşanlar için uzun süredir büyük bir hazine. Animal Collective’den Steve Reich’a onlarca müzisyen ve grup, Moondog’u ilham kaynakları arasında gösteriyor.

Outsider

Kelime olarak dışlanmış ve aykırı gibi anlamlar taşıyan “Outsider” müzik lûgatına doksanlı yıllarda girmiş olup 1960’lı yıllardan sonrası bir dönemi ifade etmekte. Bu terim nereden geldiği belli olmayan, duygularını dışa vurmak amacıyla geleneksel müzik kanallarını tercih etmeyen, sokakta performans sergileyen ve pek çoğunun albüm yapmak ya da popüler olmak derdinde olmadığı kişiler için kullanılıyor. Aslında tam anlamıyla dışlanmış olmak müzikte klasik sistemin dışında kalmak ki bu dışında kalma ile kastımız bildiğimiz müzik yazımı ya da söz yazımı formlarını yok saymak ve ticarî müzik endüstrisi kurallarını iradeleriyle yıkabiliyor olmak. Outsider’ın müziğin bir akımı olarak tartışılmaya başlanması ise gazeteci, müzik tarihçisi ve aynı zamanda bağımsız radyo istasyonu WFMU’da DJ’lik yapmış olan Irwin Chusid’in, 2000’de çıkardığı Songs in the Key of Z: The Curious Universe of Outsider Music kitabıyla olmuş. Radyo programları aracılığıyla derinlemesine bir arşiv çalışması yapan ve otuz yıllık bir dönemin nabzını tutan, yer yer bu konuda makaleler yazan Chusid, araştırmalarını bu kitapta buluşturuyor. All Music Guide’da hâlâ şaşırtıcı, garip ve sınıflandırılamayan diye anlatılan bu müzik türüne icracıları üzerinden bakalım:

Tiny Tim

1960’ların sonuna doğru müziğin şablonlara uymak zorunda olmadığı ve sokak yani senin alanın, kendini özgürce ifade edebileceğin bir özgürlük platformu olması hayali vardır. İşte bu anlayışın temsilcilerinden olan Tiny Tim, Polonyalı Yahudi bir annenin ve Lübnanlı Katolik bir babanın çocuğu olarak büyür. Ukulelesi ve kimilerine göre son derece şiddetli bir baş ağrısı yaratan falsettolarıyla ünlenen Tiny Tim bu garip, sınıflandıramayan janr içinde ün kazanmış biri. Uzun süre bunun bir yenilik hareketi olmadığının ve kendisinin içerideki bir dışarıdaki olduğunun altını çizmiş olsa da Outsider müziğin bir ikonu hâline gelmiştir.

Bob Vido

Outsider müziğin yalnızca dışlanmış bir müziğin ifade biçimi olmadığının 70’li yıllardaki temsilcisi ise Bob Vido. Dışlanmışlığın ve aykırılığın uzaysal zaman boşluğuna düşen Vido, metaforik öğelerle beslediği müziğini matematiksel denklemlerle birleştirmekten de kaçınmaz. Davul, saksafon, klarnet, trompet gibi pek çok müzik âletini kullanan çok sesli bir insan olmasının yanı sıra yazdığı Rhizology adlı kitabındaki astrolojik referanslarıyla da belki yer çekimini bile biraz azalttığı söylenebilir. Vido’nun Outsider müzik dünyasını uzayın derin boşluklarıyla tanıştırması kuşkusuz bu müzik için mini-devrim niteliğinde. 

The Kids of Widney High

Yıl 1988. Los Angeles’ta bazı okullu çocuklar tarih, coğrafya, fizik ve kimyadan sıkılmış olacak ki arabalar, yemekler hattâ teddy ayıcıklar hakkında şarkı yapmaya başlamışlar. 80’lerde popülerleşmeye başlayan “sokakta olmak”, “sokaktan gelmek” durumuna topluluk hâlinde katılan bu liseli çocuklar “Kötü Sanat” akımı diye adlandırılan bir akıma yön verdiler. Pamuk prensese ithafen “Mirror Mirror” diye bir şarkı yazan, pizza yemenin inceliklerini anlatan bu umutsuz ama masum çocuklar geleneksel kuralları reddedip kendi “kötü” sanat kurallarını koymuşlar. Müzik endüstrisi içinde sevimli ve umut dolu olmaya zorlanan gençlik imajına inat, masumiyetlerini gerçekliklerinde bulduklarını söyleyebiliriz.

Space Lady

80’lerle beraber Casio Cosmos çağının kapıları sonuna kadar açılmış ve tuşlular dünyası içinde Boston’da halüsinasyon etkisi yaratan sesiyle bir kadın çıkagelmiştir: Space Lady. Gerçek ismi Suzy Soundz olan bu eski hippi fizikî dünyayı, gerçeküstü bir dünya ile karşılaştırıp yıllar içerisinde beklenmedik yerlerde performanslarıyla tuhaflığın gurur verici sembolü olmuştur. Boru sistemleri içinde performanslar sergileyip kendine küçük bir zümre oluşturan Space Lady, 1990 yılında onların da desteği ile ev yapımı ilk CD’sini I Had Too Much to Dream (Last Night)’ı çıkarmıştır. Bu CD sayesinde daha fazla insana ulaşmış olsa da plak şirketleri endüstrisinin bir parçası olmayı sonuna kadar reddetmiştir. 2000’lerde müziği bırakan Space Lady, yaşlı ailesiyle ilgilenmek zorunda kalmış, üç çocuğuna bakmış ve evsiz kaldığı uzun bir süreç olmasına rağmen yine de plak şirketleriyle anlaşmamayı tercih etmiştir. 

Sokakta “yerli” müzik hafızası

Sokak hafızası her an yeniden güncellenen bir olgu, hayatların her gün gidip geldiği, herkesi bir yerlere bağlayan bir köprü. Müzik de en az hayatın parçası olduğu kadar sokağın da parçası olandır. Fakat bu seslerin özgürce ifade edilmesi sandığımız kadar kolay değil. Oysa ki, sokakların korku içindeki insanlara değil daha fazla yaratıcılığa ihtiyacı var. Geçmiş yıllardan bazı hikâyeleri hatırlayalım.

Siya Siyabend

Devrim Çetinkayalı ve Murat Toktaş tarafından 1996 yılında kurulan Siya Siyabend İstiklal Caddesi’nde santur sesinin yankılanmasını sağlayan gruptu. Fatih Akın’ın Crossing The Bridge: İstanbul Hatırası filminde de gördüğümüz Siya Siyabend, adını Siyabend ve Xece’nin aşkından alır ve müziğini Anadolu’nun ve Karadeniz’in gölgesine oturtur; anonim halk türkülerini Klasik Anadolu müziğiyle kaynaştırır. 

Karagüneş

Ankara menşeli olan ve 1997 yılında kurulan Kara Güneş, İzmir, İstanbul, Antalya gibi farklı şehirlerde yaşamış ve sokakta performanslar sergilemiş bir grup. Anadolu motiflerini kullanan bir rock grubu olarak 2004’te İstanbul’a gelişleriyle beraber santur, ney ve kemençeyi de müziklerine eklemiş olup vapur iskelelerinde, İstiklal Caddesi’nde kendilerine rastlayanlarla bir hayran kitlesi oluşturmuştur. 

Teneke Trampet

1997 yılında Cem Pulathaneli, Oğuz Tarihmen ve Barış Tuncer tarafından kurulan Teneke Trampet ilk başlarda akustik bir rock grubu olarak sokakta çalmaya başlamıştır. 2006’da davulda Egemen Özaltınkol ve 2010’da basta Bilal Bekar’ın da katılımıyla blues, folk, rock tınılarını birleştirmiştir. 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin Battle of Bands yarışmasını kazanmış olup ilk albümleri İzin Verme’yi 2012 yılında çıkarmışlardır.

Light in Babylon

Ortadoğulu sokak müzisyenlerinin bir araya geldiği bir grup olan Light in Babylon, İranlı Michal Elia-Kamal, Fransız gitarist Julien Demarque, santurda Metehan Çiftçi’den oluşan ve pek çok etnik kimliği birleştiren bir gruptur. 2009 yılında iki gezgin olan Michal ve Julien’in tanışması ve İstanbul’a dönüp müzik yapmak istemeleriyle ortaya çıkan Light in Babylon, 2010 yılında aralarına Metehan Çiftçi’nin de katılmasıyla şekillenmiştir. İstiklal Caddesi’nde sahip oldukları bu çok-kültürlülük hâlinden yararlanarak folk şarkıları yeniden yorumlayan ve Doğu-Batı sentezi bir müzik yapmaya başlayan grup küçük bir demo albümü de kaydeder ve Avrupa festivallerinde de sahne almaya başlar.