Arşivden: Yale Evelev ve efsanevi plak şirketi Luaka Bop’un serüveni
Geçtiğimiz günlerde Instagram’da ansızın açılıveren @talkingheadsofficial hesabı, “Acaba Talking Heads yeniden bir araya mı geliyor?” söylentilerini gündeme bomba gibi düşürdü. Bunca yıldır türlü festival ve etkinliğin fantezilerini süsleyen bu ihtimalin gerçekten çok uzak olduğunu ise kısa süre içinde öğrendik. Hesap, klavyeci ve gitarist Jerry Harrison’ın menajerleri tarafından Talking Heads’in 40. yılına işaret eden Remain in Light albümü turnesinin tanıtımına yönelik olarak açılmıştı. Ne grubun eski basçısı Tina Weymouth ve davulcusu Chris Frantz’in ne de kurucu David Byrne’ün konuyla herhangi bir ilişkisi yoktu. Hatta Byrne, Rolling Stone’a yaptığı açıklamada “Gruptaki diğerlerinin yaptığı planlar tamamen onlara aittir. Kendilerine başarılar dilerim.” sözleriyle bu konunun kendisinde hiçbir heyecan yaratmadığını açıkça ifade etti. Biz de Talking Heads’i bu vesileyle anarken arşive dalarak David Byrne’ün 80’lerde kurduğu efsanevi plak şirketi Luaka Bop üzerinden ilham verici plak şirketinin baş kişisi Yale Evelev ile yaptığımız röportaja dönelim, dedik. İşte Mayıs 2006 tarihli Bant No: 21’de yayımlanmış Luaka Bop röportajımız.
Pek bilinmezleri aydınlatmak: Yale Evelev ile Luaka Bop üzerine
Talking Heads’in kurucu üyesi David Byrne’ün 80’li yılların ikinci yarısında başlattığı Luaka Bop, internetin el altında olmadığı günlerde, Brezilya ve Küba gibi farklı coğrafyalara uzanarak burada yapılmış müzikleri yeniden ulaşılabilir kılmış çok değerli bir oluşum. Byrne’ün Brezilya kaynaklı müziklere duyduğu heyecan ve bu müzikleri diğer insanlara da dinletme ihtiyacını karşılamak adına bu isim altında yayınladığı ilk toplama albüm “Beleza Tropical”in büyük ses getirmesi sonucu işler büyümeye başlamış. Önceden bir araya getirilmemiş sanatçıların kayıtlarından oluşan nice toplama albümün ardından Byrne, kendi kayıtlarının yanı sıra Tom Zé, Os Mutantes gibi büyük isimleri canlandırmış; Cornershop, Zap Mama, Jim White, Nouvelle Vague gibi birçoğuna ev sahipliği yapmış.
Luaka Bop serüveni boyunca David Byrne’e eşlik eden Yale Evelev, şirketin tüm işlerini yürüttüğü New York’taki ofisinden sorularımızı yanıtladı…
Röportaj: Ekin Sanaç
Luaka Bop ilk kurulduğu günden beri David Byrne ile birlikte misiniz?
O bu işe girdiğinde yalnızdı; her şeyi menajerinin ofisinden ya da plak şirketi Warner Bros üzerinden yürütebileceğini düşünüyordu. Fakat zamanla anladı ki yapmak istediği şeyler bu yöntemlerle idare edilebilecek gibi değildi. Ne de olsa banliyölerden rock grupları toplamıyorduk.
Bir araya gelmeniz ve birlikte çalışmaya başlamanız nasıl oldu?
70’li yılların sonunda video art yapmak ve film sektöründe çalışmak için New York’a taşındım. Ama film sektöründe çalışmaktan nefret ettim ve tabii ki video art yaparak hayatımı kazanmanın da pek imkânı yoktu. Ben de bir plak dükkânında çalışmaya başladım. Sonradan da NMDS’e (New Music Distribution Service) geçtim. NMDS, Amerika’daki ilk bağımsız dağıtım şirketlerinden biriydi. Sürecin nasıl işlediğini onlara göstererek, müzisyenleri kendi albümlerini yapmalarına ve basmalarına teşvik ediyorduk. Fon alıyor olduğumuz için sadece avangart müziklerin dağıtıcılığını yapıyorduk. John Zorn’un şirketi Parachute, Phil Galss’ın şirketi Chatham Square, Sonic Youth ve Residents şirketleri, Negativeland’in şirketi; birçoğu caz üzerine yoğunlaşan binlerce şey dağıtıyorduk. CD’lerin gün yüzü görmesiyle bizim mekân da tarihe karıştı. Eş zamanlı olarak ben de kendi plak şirketim, ICON’u kurmuştum. Nonesuch’tan gelen John Zorn’lar, Endonezya ve Güney Afrika müzikleriyle ilgileniyordum. Aynı zamanda Brooklyn Müzik Akademisi’nde müzik programcısı olarak da çalışmıştım. David (Byrne) benim komşumdu ve Brian Eno ile birlikte sık sık dükkâna gelirlerdi. Eno da bizim mahallede oturuyordu. David’e sürekli gelen albümlerden yolluyordum, dolayısıyla benim ne yaptığımı biliyordu. Sonra bir arkadaşım onun kendi şirketi için çalışacak birilerini aradığını ve
ona mektup yazmam gerektiğini söyledi. Ben de yazdım. Beni işe aldı. Sene 1990’dı.
O günlerde Brezilya müziği açısından Amerika’nın içinde bulunduğu ortam nasıl değerlendirilebilir? Kişisel zevklerinizin yanı sıra, ortada bu müziklere karşı duyulan bir açlık hissi var mıydı?
David, bir film festivali için Brezilya’ya gitmiş ve oradaki müzikleri duyunca büyülenmişti. Bu sebeple ilk basılan albüm, David’in Tropicalia döneminden sevdiği ve arkadaşlarının duymasını istediği müzikleri bir araya getirip yayınlamasıydı. Bu arkadaşların sayısı 350.000’i geçince de Luaka Bop başlamış oldu. Benim çalıştığım dükkânda ise Brezilya müziklerine ayrılmış geniş bir bölüm vardı. O zamanlar sadece çok sofistike müzik dinleyicileri Caetano Veloso ve benzerlerini dinliyorlardı. Çok az satılıyordu böyle şeyler. Tabii bir de işin caz tarafı vardı, o bambaşka bir konuydu. Ama neticede 80’lerin sonuna gelindiğinde caz / bossa-nova olayı neredeyse ölmüş gibiydi. Tabii Luaka Bop sonradan Hindistan, Küba gibi birçok farklı coğrafyaya da uzanıyor…
Bence benim işin içine girmemle David’in ilgi alanları da çeşitlendi. Küba örneğini açmak gerekirse, David’in aradığı şey Latin ritimler kullanılarak yapılmış pop tınılarıydı. Bu müziklerin zeki müzikler olmalarının yanı sıra, herkes tarafından dinlenebilecek ve algılanabilecek olmalarını da istiyordu. New York’ta karısıyla birlikte dans etmek için The Village Gate’e gidiyorlardı. Orada her Pazartesi Latin Caz Gecesi düzenleniyordu ve caz solistlerle birlikte sahne alan iki harika Latin grubu çalıyordu. Orada olup onları dinlemek çok güzel bir duyguydu ve David’in kendini bu müziklere adamak istediğini görür gibi oluyordum. Bu Rei Momo ile sonuçlandı. Komiktir ki bu albümün kayıtları ve turnesi Latin Amerika’da ortalığı yerinden oynattı. Çünkü o zamanlarda Latin gruplar köklerini Anglo Amerikan rock müziği yapmak uğruna inkâr ediyor gibiydiler. Hindistan ve Afro Portekiz albümlerine gelince, bu müzikler benim Luaka Bop’tan önce kendi şirketimdeyken ilgilendiğim müziklerdi.
Keşif seyahatleri de sizin işinizin önemli bir parçası mı?
Luaka Bop’tan önce çok gezmiştim. Hindistan, Çin, Endonezya, Afganistan, Panama, Meksika, Ekvator, Burma, vs… Bıraktığım her işten sonra seyahate çıkardım. Yani Luaka Bop’ta çalışmaya başladığımdan beri ülke dışına daha az çıkma imkânım oluyor. Başlarda, Warner Bros bizim dağıtıcılığımızı yaparken (ilk 10 sene), sürekli Los Angeles’a giderdim. Oraya gitmek, inan ki, bana ülke dışına çıkmak kadar egzotik gelirdi.
Luaka Bop’un yayınladığı onlarca toplama albümden yola çıkarak, toplama albümleri çekici kılan şeylerin neler olduğunu söyleyebilirsin?
Bu soruya pek çok farklı cevap verilebilir. Bizim toplama albümlerle bu işe başlamamızın sebebi, dinlediğimiz ve sevdiğimiz müzikleri diğer insanların da sevebilmesini sağlamaktı. Hâlâ böyle bir işlevleri var tabii, ama daha da önemlisi çok iyi bilinmeyen müzikleri (‘Afro Peruvian’ gibi) aydınlatabiliyor olmaları. Tabii bir de şöyle bir durum var ki, toplama albümler söz konusu olunca şarkıları kendimiz seçebiliyor ve albüm kapağını kafamıza göre tasarlayabiliyoruz. Kimse bize “bu şekil bizim vizyonumuza aykırı düşüyor” gibi şeyler söylemiyor.
Belki Luaka Bop’un felsefesi ve çerçeveleri bu işe ilk başladığınızda o kadar net değildi. Şu an bu anlamda bir netlikten bahsedilebilir mi?
Bu tip soruları yanıtlamada çok iyi olduğumu söyleyemem. Ama sanırım en başından beri müzik ne olursa olsun, sağlam bir bakış açısına sahip olmak istedik. Tüm sanatçıların keyif verici aynı zamanda da zorlayıcı müzikler yapan, sıradanlıktan uzak bir bütünlüğü takip etmelerine çalıştık. Başlarda bizim için önemli olan insanların müzik nereden geliyor olursa olsun, alınan, çalınan ve sevilen diğer müziklerle aynı muameleyi görmesi gerektiğini anlamalarıydı. Şarkı sözleri anlamadığınız bir dilde olsa bile, dinleyebileceğiniz diğer şeyler kadar önemli olmalıydılar. Öyle bir müzik ki bu, her şey kadar sofistike, karmaşık ve güçlü olabildiği gibi, başka yerde olan hiçbir şeyin kopyası ya da tekrarı gibi de değil… Örneğin Os Mutantes’in yaptığı müzik, en az dinleyerek büyüdüğümüz farklı psychedelic isimler kadar farklıydı. Bugün ise bence bu tartışmaların yapılmasına çok da gerek kalmıyor. İnsanlar
daha çok seyahat ediyorlar, internet sayesinde dünyanın farklı yerlerindeki müzikleri kolaylıkla keşfetmek mümkün. DJ kültürünün sürekli yeni seslere ihtiyaç duymasıyla birlikte, çok farklı şeyler de geçerlilik kazandı. Bence kilit nokta, insanların hayatını etkileyecek müzikleri basabilmek olmalı.
İnternet siteniz yeni kimliğiyle çok havalı gözüküyor. Şirketin görsel kimliğinden kim sorumlu?
Ben.
Ofiste sürekli çalışan kaç kişisiniz?
İki kişiyiz, ben ve Tara Anders. Başından beri iki kişi olduk burada hep. Daha önce Brenda Dunlap’la çalışıyordum. Sonradan o Smithsonian Folkways’in başına geçmek üzere ayrıldı. Ardından Kat Egan geldi, o da bir süre sonra Exopolis isimli bir tasarım şirketi kurarak bize veda etti. Sonra Romi vardı. O da eroine kapılarak gitti ve sonradan da Chicago Üniversitesinde profesör oldu. Bir ara Jenny Adlington tarafından yürütülen bir Londra ofisimiz bile oldu. Ama plak şirketi endüstrisinin çöküşüyle bu ofis bir süre sonra sürdürülemez bir hale geldi.
“Luaka Bop” ne demek?
Bunu hiçbir zaman cevaplandırmıyoruz, cevap verirsek de yalan söylüyoruz. Charlie Parker’ın hiç yayınlanmamış bir parçası ya da Kama Sutra’nın son pozisyonu.
Ortalıkta ‘cover’ gruplarına karşı artan bir ilgiyle karşı karşıyayız. Özellikle Nouvelle Vague gibi bossa nova tarzıyla ortaya çıkan isimler çok fazla tutuluyor. Nouvelle Vague gelip burada bile iki gece çaldı ve tıklım tıklım doldurdu…
Bu konuda bir teorim var. Çünkü bildiğin gibi, sadece Nouvelle Vague değil, başka birçok isimle de bu yeni bir akıma dönüşmeye başladı. Bence dünya büyük ve tuhaf bir değişimden geçiyor. Bençe pek çoğumuz etrafımızdaki şeyleri olduğu gibi kabul ederek büyüdük. Ama şu anda aynı durumdan bahsetmek imkânsız gibi gözüküyor. Bu sebeple grupların ve şarkıların favori şarkıları ‘cover’lıyor olmaları oldukça güvenli bir akım. Bir siper, hatta bir koruyucu duvar gibi. Bilmediğimiz, alışık olmadığımız bu tekinsiz ortamda, son derece alışık olduğumuz ve yakından tanıdığımız şeylerle karşı karşıyayız.
Evet, ‘cover’lanan şarkılar genellikle dinleyicinin önceden bildiği ve sevdiği şarkılar oluyor. Tabii hal böyle olunca da, sadece ‘cover’ yaparak dünyayı gezen müzisyenler kimi insanlarca haksız bulunabiliyor…
Bu çok saçma. İnsanlar neden böyle şeyler düşünürler ki? Yapacak daha iyi bir işleri yok diye mi? Amerika’da en değerli müzisyenlerin yaptıkları şarkıları başkalarına söylettikleri ve çaldırdıkları bir dönem olmuştu. Burt Bacharach ve Dionne Warwick’i düşün… Bunlar bizim konuşuyor olduğumuz şarkılar ve söylenmeleri şart. Şarkıyı yazan kişinin ilk performansı gerçekleştirdiği rock devriyle birlikte, bu durum tersine döndü elbet. Ama şu an öyle bir durumla karşı karşıyayız ki şarkıların ait olduğu kişiler zaten uzun zamandır toplum gözünden uzaktalar. Dolayısıyla da yeni insanlar gelerek bu şarkılara yeniden hayat veriyorlar. Günün sonunda da yazılmış olan müthiş şarkıların yanı sıra, müthiş performanslar kalıyor elimizde.