“Kaybettiğimiz cesaretimizi bize hatırlatan bir oyun”: Ayna
Röportaj: Yağmur Ruken Kahraman
Değerlerin çözüldüğü, koşulların çetinleştiği bir toplumda aşkın ve adaletin peşine düşen metni, oyun içinde oyun yapısı ve yer yer seyirciye açılan alanlarıyla kıymetli bir seyir deneyimi sunan Ayna, Leyla ve Joel’in bizleri de aralarında görmekten hayli mutlu olacağı nikah törenleriyle başlıyor. Aslında gerçek başka ve bu bir nikah töreni değil.
İngiliz yazar Sam Holcroft imzalı metni, geçtiğimiz yıl Londra’daki prömiyerinin ardından ilk kez İngiltere dışında bir ülkede oynanan Ayna; bize, burada üretme arzusu karşısında zorluklarla karşılaşan herkese hayli aşina bir anlatı sunuyor. Sezon boyu DasDas’ta sahnelenecek oyunun yönetmenliğini İlham Yazar üstleniyor.
Ayna’nın hazırlık sürecine, bugün burada üretme arzusuna ve daha birçok şeye dair merak ettiklerimizi; metni çeviren İlksen Başarır ve oyuncuları Aytek Şayan, Barış Gönenen, Begüm Akkaya ve Uğur Uzunel ile konuştuk.
*Bu röportaj, Bant Mag. Ekim 2024 sayısında yayımlanmıştır.
İlksen Başarır yanıtlıyor:
Sam Holcroft’un metnini sahneye taşımaya nasıl karar verdiniz? Söz konusu metne bugün ve buradan bakmanın sizdeki karşılığı ne oldu?
Oyunu Londra’daki prömiyer yapmadan önceki duyurusunda gördük ilk kez. Zaten oyun ilk defa geçen sene oynandı ve İngiltere dışında da ilk defa başka bir ülkede oynanıyor. Biz konusunu okur okumaz teksti rica ettik. Oyun; İngiltere ya da başka bir ülke için distopik bir hikâyeyken; bizim gerçeğimizdi. Yaşadıklarımızın ve çok uzakta değil yarın yaşayabilme ihtimalimiz olan şeylerin çok iyi bir anlatısıydı. Sahnelenen tüm oyunların bakanlıktan izinli olması gereken bir ülkede, muhalif bir tiyatro ekibinin oyunlarını oynamak için sahneleri düğün bahanesiyle kiraladıkları bir hikâye. Önce hikâyeye, sonra da bu hikâyeyi yazarın anlatım biçimine hayran olduk ve tabii ekip olarak söylemek istediğimiz birçok sözü bu metinde bulunca sahneye koymaya karar verdik. Ayna’da bizim uzun yıllardır yaşadıklarımızı, “bu da olmaz artık” diyerek geldiğimiz noktayı ve durumun bir adım ötesini izlemek tedirgin edici ama bu oyunu oynamak da çok heyecanlı. Oyunda en sevdiğim şey, bizim hangi hikâyenin parçası olmayı seçebileceğimizin umudunun olması.
Sahne ve sahne arkası ekip nasıl bir araya geldi; bir arada nasıl bir kimyaya ulaştı?
Yönetmenimiz İlham Yazar, DasDas’ın ilk sezon oyunlarından Kayıp El’i yönetmişti. Mert’le (Fırat) Ankara’dan çok daha uzun zamandır tanışıyorlar. İlk oyundan beri yeniden birlikte çalışmayı çok istiyorduk ve bu oyunla bu sezona denk geldi. Kendisinin birçok oyunda birlikte çalıştığı bir teknik ekibi var. Sonra bir cast süreci geçirdik. Bu oyunda DasDas’ta ilk defa birlikte çalıştığımız oyuncular da var. Ama şunu söylemek çok mümkün, bu oyun kendi oyuncularını kendi buldu. O yüzden de bu şahane ekiple çalışmak ve birlikte olmak çok heyecan verici.
Oyunun seyirciyle ilişkisi kıymetli bir yerde duruyor. Holcroft iyatroda geçirilen hoş bir deneyimden öte otoriter bir rejimde yasak bir oyuna katılmanın nasıl bir şey olabileceğine dair seyirci deneyimini hesaba kattığını söylüyor bir röportajında. Seyirciyi tetikte tutmak için tasarlanan metnin DasDas seyircisinde nasıl karşılık bulduğuna dair gözlemleriniz; aldığınız geri dönüşleriniz oldu mu?
Seyirciyle salonun kapısında içeriye girmeyi beklemeye başladığından itibaren bir ilişki kuruluyor. Bir nikah salonuna girdiklerini hissediyorlar gerçekten ve devamında olanlara ortak olmaları talep ediliyor kendilerinden. Seyirci bir oyunun içinde oynanan oyunun bir parçası olmaktan, oyun süresi boyunca sahnedeki oyuncularla bu sırrı paylaşmaktan çok mutlu. DasDas’a geldikleri o gece, gerçekten gizlice oynanan bir oyunun parçası olduklarını hissediyorlar.
Yine Holcroft, Beyrut’ta tanıştığı yazarların aldığı riskler karşısında; kendisinin de parçası olduğu batılı yazarların cesur olduğu konusunda birbirini övmelerinden utandığını ve “Aynı koşullar altında yazar mıydım?” sorusunu kesin şekilde cevaplamadığını söylüyor. Keza Ayna metnini de tam bu noktada yazmış. Çeviri ve hazırlık sürecinde sizin zihninizde de bu ve benzeri sorular dolandı mı? Net yanıtlara varabildiniz mi?
Sam Holcroft, bu oyunu Kuzey Kore, Afganistan, Lübnan gibi bazı ülkelere yaptığı seyahatlerin arkasından yazıyor. Orada tanıştığı yazarların deneyimlerini, kendi özgür ülkesinde anlatmak istiyor aslında. Çünkü bu ülkelerde yaşayan sanatçıların içinde oldukları koşullar, yazmak, üretmek, sözlerini duyurmak için gösterdikleri olağanüstü çabaya hayran oluyor. Oyunu okuduktan sonra da çevirisini yaparken de hiç bu duygudan kopmadık ama “Aynı koşullar altında yazar mıydın?” sorusunun tek bir cevabı var bizim için: “Evet”. Çünkü biz bu mücadelenin içindeyiz, bir parçasıyız. Yazarak, oynayarak, sahneleyerek gerçeği savunmaktan ve anlatmaktan vazgeçmemeliyiz.
DasDas’ın yeni sezonuyla Ayna’nın da serüveni başladı. Üzerinden zaman geçtikçe prömiyer akşamı nasıl yer ediyor zihninizde?
Sezona bu kadar güçlü bir oyunla başlamak bizim için çok heyecanlı ve motive edici. Çok uzun bir yolculuğu olmasını dilediğimiz bir oyun.
Oyuncular Aytek Şayan, Barış Gönenen, Begüm Akkaya ve Uğur Uğurel yanıtlıyor:
Oyunun derdinin; sansür ve gittikçe daralan koşullara rağmen üretme arzusunun sizde, bugün burada nasıl karşılığı var?
Begüm Akkaya: İfade özgürlüğünün olmadığı, sadece sanatta değil; artık neredeyse fikir üreten bireylerin yasaklanacağı bir dönemde yaşıyoruz. Sizden bir taraf olmanız bekleniyor. Olmadığınız takdirde sırf bu yüzden devlet desteği alamayan ve çekilmeyi bekleyen hikâyeler her geçen gün çoğalıyor. Sadece tiyatro oyununun isminden bile “kamu düzeni güvenliği” gerekçesiyle yasaklanan oyunlar var bu ülkede. Ya da sanatçıların ödül törenlerinde özgürce düşüncelerini söylediği için iptal edilen festivalleri de görüyoruz. İşte Ayna tam bu meselelerin altını çizmekten korkmayan bir metin. Kaybettiğimiz cesareti, gerçeği bize hatırlatan bir oyun.
Uğur Uzunel: Birçok yerden hepimizi birebir yakalayan bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Gerek sansürden, gerek hayatta kalabilme adına yapılan otosansürden dolayı birçok sözün söylenemez hâle geldiğini görüyoruz. Oyunlara, film ve dizilere yasaklar koymanın yanı sıra, linç edilme gibi durumlarla da karşılaşıyor sanat üreticileri. Filmleri festivallere alınmıyor, herhangi bir sözünden dolayı terör örgütü destekçisi falan oluveriyor. Yaşıyoruz işte bunları. Ne yazık ki yabancı değil ama tiyatro yapmak hikâyeler anlatmaktır. Hayatın içinde olan her şey tiyatronun konusudur. Bir şeyler yok gibi davranırsak, yalanlarla onları saklarsak onlar yok olmuyor. Bu metin bu meseleleri çok güzel bir noktadan inceliyor. Bana yaşadığımız dönem için çok doğru bir seçim gibi geliyor o yüzden. Doğru bir iş yapıyorum hissindeyim yani.
Barış Gönenen: Tiyatro her zaman içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun bir baskı altında olur. Bazen devlet, bazen içinde bulunduğun kurum sana neyi nasıl yapman gerektiğini anlatıp durur. Bütün bu sistemin içinde kendin olabilmek istediğin hikâyeyi anlatabilmek başlı başına büyük bir mücadele. Çoğu zaman kazanamadığın ama çabalamaya devam edeceğin bir kavga. İstediğin hikâyeyi anlatabilmenin bu meslekteki en büyük lüks olduğunu düşünüyorum.
Aytek Şayan: Oyun İngiliz bir yazarın. İngiltere için distopik olan oyun dünyası bu ülkenin gerçekliği. Ülkemiz, sahnelerimiz sansürle dolu; en kötüsü de otosansür ama şunu unutmamak gerek “sansür” de insan kadar eski bir kuram. Bu mücadelenin geçmişi çok derin ve her şeye rağmen hâlâ devam ediyor. Bu mücadelenin bedeli ağır, görüyoruz. Yasaklanan oyunlar, hapse atılan sanatçılar… Ama karşılığı kısmen umut verici. Her şeye rağmen anlamaya, anlatmaya devam ediyoruz ve birileri bunları merak ediyor.
Gerçeklik algımızla ikili biçimde oynayan, bu girift yapılı metni ilk okuduğunuzda neler hissetmiştiniz? Oyuncu perspektifinden sizin için bu metni ayrıksı ya da bir meydan okuma kılan nüanslar neler?
Barış Gönenen.: Oyunu aylar önce İlksen Başarır yolladı bana. “Şöyle bir oyun var bir baksana” diye. Okur okumaz oyundan çok etkilendim. Hem anlattığı hikâye, hem anlatma biçimi gayet klasik kodlarla yazılmış çok çağdaş bir tekst. İç içe giren anlatım yapısı ilk başta oyuncuyu çok iştahlandıran bir durum ama bir o kadar da zorlayıcı. Hangi gerçeklikte durman gerektiğini ve oyunu hangi tartımla oynaman gerektiğini kavramak biraz zaman aldı ama çok zevkli. Kısaca oyunda ”kendini oynamak” gibi bir durumun içindeyim. Yani bir rol çalışmak ve sonra da o rolün bir oyunda kendini nasıl oynayacağını anlamak gibi çok katmanlı bir düşünme şekli gerekiyordu. Hem çok zevkli hem de kafa yakan bir süreç.
Begüm Akkaya: Oyunun tartıştığı meseleyi biz eylemsel olarak da görüyoruz. Bu anlatı biçimi çok seyirlik ve özgün bence. Yani bir kumpanya var, bir mekân kiralıyorlar, sanki bir düğün töreni varmış gibi yapıp gelen seyirciye gizli kapaklı bir hikâye anlatıyorlar ve bu süreç boyunca yakalanmamak için tetikteler. Oyun içinde oyun olması ve seyircinin de oyunun içine dahil olma fikri metnin derdini daha etkileyici kılıyor.
Aytek Şayan: Oyunu ilk okuduğumda hissettiğim şey “hemen bunu anlatmak lazım”dı. Eleştirdiğin bir şeyi anlatmak, sıkıcı bulduğun bir şeyi izlenilebilir kılmak; bu oyun için beni en çok zorlayan şeylerdi.
Uğur Uzunel: Genel olarak akıllıca yazılmış bir metin olduğunu düşündüm. Tabii ki kendimce itirazlarım oldu ama büyük meseleler değil. Fikren kendime yakın hissetmek bir sürü konunun önüne geçiyor zaten. Oyuncu olarak da oyun içinde oyun yapısının, karakterlerin kendileri, oynadıkları roller gibi grift bir şekilde yazılmış olmasının çok eğlenceli, çok oyuncaklı olduğunu düşündüm ilk. Çalışması eğlenceli yani.
Oyuna kendimizi kaptırdığımız anlarda; seyirciye açılan yerler, seyirciyle açıklıkla kurulan bir ilişki var. Bu bağlamda, seyirciyle kurulan ilişki özelinde prova ve oyun sürecini sizin için farklı kılan neler oldu?
Aytek Şayan: Provalarda yoktu ama bir baktım oyunda seyirciler var! 🙂 Seyirci varmış gibi davranmak da gerçekten onlardan bir reaksiyon almak da tabii ki çok farklı ve bu noktada en önemli fark oyunun açılış sahnelerinde onlarla karşılaşmak oldu. Hem sahnede hem de seyirci tarafında samimi olmaya çalışırım. Salon kapısından girdikleri andan itibaren o samimiyeti seyircilerden aldım diyebilirim.
Uğur Uzunel: Kendi adıma bu soruya cevap verebilmem için erken olduğunu düşünüyorum. Provalarda hâliyle ekibimiz dışında pek bir seyirciyle oynayamıyoruz. Kalabalık bir salondaki seyirci etkileşimiyle provada yapılan asla aynı olmuyor. Henüz az oyun oynadığımız için Uğur olarak da seyirciyle kurduğum ilişkiyi anlamak için zamana ihtiyacım var. Şu âna kadar seyircimizin oyunu çok sevdiğini, çok eğlendiğini, katılımcı olmak için heyecanlı olduklarını gözlemliyorum. Bu çok heyecanlandıran bir şey ama dediğim gibi, daha erken. Göreceğiz.
Begüm Akkaya: Seyirciyle kurduğumuz diyalog şimdi karşılığını buluyor; kimler nasıl tepki verecek gözlerinin içine bakıyoruz. Tiyatronun gücü de böyle bir şey. Prova sürecimiz yoğun geçti, sahne önü – sahne arkası herkes en iyisini yapmak için çalıştı.
Barış Gönenen: Provanın bir noktasında artık seyirciye çok ihtiyacımız olduğunu farkettim. Oyun yapısı gereği kendi kurduğu illüzyonu kurup kurup tekrar yıkıyor. Bu anlamda tamamen rollere konsantre olup başlanılacak bir oyundan ziyade; oyun oynamanın kendisine konsantre olmak gerekiyor. Seyirciyle direkt bir ilişki kurup onları da kurulan bu oyunun bir parçası olduklarına ikna etmeye çalışmak çok zevkli. Tabii kendini de buna ikna etmen gerekiyor. “Seyirci orada ve oyunu onlarla oynuyorum, onlar benim oyun arkadaşım” demeyi sürdürmek gerekiyor.
Oyun boyunca sahnede birbirinizi gözeten ve her ânın keyfini çıkaran performanslarınız uzun süredir beraber çalışıyormuşsunuz hissini veriyor. Buna vesile olan şey nedir? Provalardaki atmosfer nasıldı?
Uğur Uzunel Hızlıydı. Çok hızlı ama üst düzey bir yardımlaşma ve sorun çözmeye yönelik bir prova süreci oldu diyebilirim. Birbirimizi daha önceden tanıyan oyuncularız. Ben burada bir tek Aytek’le oynamamıştım. Çalışkan, yorulmayan bir ekip olduğunu biliyorum yani arkadaşlarımın. Sahnede ya da yetişmeye çalışırken yaşadığımız en ufak bir sıkıntıyı bile ortadan kaldırabilmek için defalarca tekrarlayabilecek enerjimiz vardı. “Senelerdir birlikte oynuyormuş gibisiniz” gibi bir övgü duymak heyecan verici tabii. Teşekkür ederiz. Oyun arkadaşlarımı seviyorum. Yetenekli, çalışkan ve tatlılar.
Begüm Akkaya: Barış her zaman çok beğendiğim izlemekten keyif aldığım bir oyuncu. Geçtiğimiz iki sezon boyunca da aynı oyundaydık. Birbirimizi o kadar iyi tanıdık ve güçlü bir bağ kurduk ki konuşmadan anlaştığım oyun arkadaşlarımdan kendisi. Aynı şekilde Uğur’la daha önce beraber oynamıştık. Uğur karşısındaki oyuncuya müthiş güven veren, sahnede ne yaptığını çok iyi bilen, çok yetenekli bir oyuncu. Kaybolsanız pusulanız olacak oyunculardan. Aytek’le ilk defa tanıştık ve oynuyoruz. O da partnerlerinin ihtiyaçlarını önemseyen, çalışkan ve yetenekli bir oyuncu. Güzel bir ekip olduk. Onlarla oynamak çok keyifli.
Barış Gönenen: Metnin yapısı gereği zor bir prova süreci geçirdik. Oyun, oyuncuya olabildiğince basit düşünmesi gerektiğini söylüyor ve bu aslında oldukça zor bir şey. Oyuncular olarak biz genellikle kompleks düşünme şekline alışığız. Basit düşünmek ile el sıkışmak baya zor oldu. Sahnede beraber olduğum Begüm Akkaya ile beraber oynadığımız ikinci oyun. Uğur Uzunel’le de çok uzun yıllardır beraber çalışıyoruz. Yani birbirimizi oyuncu olarak çok iyi tanıdığımız için birlikte olan uyumumuz muhtemelen dışarıdan görünüyor.
Aytek Şayan: Bizim çalışma sistemimizden ziyade oyunda geçenleri her birimiz bir yerlerde yaşıyoruz. Zaten hep bu durumların içindeyiz. Bunlar bu ülkede yaşayan sanatçılarla zaten yapılıyor. O yüzden biz uzun süredir beraber çalışmasak da uzun süredir bunları beraberce yaşıyoruz.
Diler kendi karakterinizden, diler başka bir karakterden; sizin için Ayna ile özdeşleşen, aklınızdan çıkmayan bir replik/cümle var mı?
Aytek Şayan: “Güçlü hikâyelerin yayılmak gibi bir huyu vardır.” (Çelik)
Barış Gönenen: Şöyle bir repliğim var söylemeyi çok seviyorumi oyunu da iyi anlatıyor bence: ”Belki de bir kere, -bir kere diyorum- bazı şeylerin gerçekten nasıl olduğunu konuşsaydık kurgumuz çok daha derin bir yere giderdi.”
Begüm Akkaya: “Gerçek hikâyeden tetiklenen bir kalabalık öfkeli insanlara dönüşebilir.” Ve işte o öfkeli insanlar maruz bırakıldıkları yıkıcı gücü ortadan kaldırabilir. Güç zehirlenmesi yaşayanların korkusundan geliyor bütün yasaklar.
Uğur Uzunel: Birçok replik söyleyebilirim aslında ama kendi oynadığım rolden, Adem’den örnek vereyim. Biliyorsunuz Adem gerçeği eğip bükmeden, saklamadan, olduğu gibi anlatmayı tercih eden bir genç yazar. Ona yazdıklarının yüzeysel olduklarını söylediklerinde bence çok güzel bir laf ediyor: “Ya anlatmamız gereken şey tam olarak yüzeydeyse?” diyor. Gözümüzün önünde gerçekler. Konuşmaktan korkmamamız gerek.
Son olarak Ayna’yı izleyenlerin salondan nasıl hislerle çıkmasını arzuluyorsunuz?
Uğur Uzunel: Bunu da Adem üzerinden cevaplayayım. Çelik Adem’e soruyor: “Seyircinin üzerinde nasıl bir etki bırakmak istedin? Amacın neydi? Onları germek mi istedin?” Adem bence çok gerçek bir cevap veriyor: “Bilmem. Pek bir şey istemedim. Olan buydu, ben de bunu yazdım.” Adem gibi ben de seyircinin ne hissetmesini istediğimi pek düşünmedim. Olan buydu, bunu oynamak istedim diyelim.
Aytek Şayan: Hayatlarındaki hangi kavramların, nelerin onlara empoze edilmiş olabileceği üzerine düşünmelerini isterdim.
Begüm Akkaya: Bir koşullama yapmak istemiyorum. Seyirci gerçeği biliyor.