Bant Mag. No:37'den// Prömiyerden hemen önceki hafta: Gonca Vuslateri soruyor, Rıza Kocaoğlu cevaplıyor

Son dönemde hem ekran hem de sahnedeki işleriyle beğeni toplayan Rıza Kocaoğlu ve Gonca Vuslateri ile biriken’in ocak sonunda prömiyer yapan son oyunu “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” üzerine bir sohbet…

Fotoğraflar: Aylin Güngör

İlk defa 2014 İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirci karşısına çıkan Tatyana başarılı yolculuğuna devam ederken, biriken 2015 sezonuna yeni bir oyunla, Fransız yazar Bernard-Marie Koltès’in Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyununun uyarlamasıyla merhaba diyor. Solo bir performans olan bu oyunda hikâyenin anlatımını oyuncu Rıza Kocaoğlu üstleniyor. Bu derginin piyasaya çıktığı anlarda daha taze prömiyerini seyirci karşısına çıkaran oyun şubat ayı boyunca her cuma ve cumartesi akşamı Zorlu PSM’de sahne alacak. Prömiyere günler kala ise, Rıza’yı provalardan kaçırıp karşısına sevgili arkadaşı Gonca Vuslateri’yi oturttuk. Dostluklar sıkı olunca, sohbet de ânında aldı başını yürüdü, bize de keyifle yayınlaması kaldı.

Rıza: Hoşgeldin Gonca!

Gonca: Hoşgeldin Rıza!

R: Anlat bakalım…

G: Bugün ben anlatmıyorum sen anlatıyorsun.

R: Ben baştan sağlama alayım da kendimi… Herkesi uyarıyorum, bu konuşmanın nereye gideceği…

G: Hiç belli olmaz… Hahahaha.

R: Yani zıplayan bir şey olacağı kesin.

G: Ben bir karşına geçeyim de… Öncelikle yeni oyunun hayırlı olsun. Oyun henüz prömiyer yapmadı ama ben metni okuyup geldim. Oyunun sana çok yakışacağını düşünüyorum.

R:  Evet, ben de onun gerilimini yaşıyorum biraz aslında…

riza-gonca-02

Düşüncem şu ki, en basit şekilde dile getirmek gerekirse, biz artık birbirimizi dinlemiyoruz, hiçbir yerde, hiçbir şekilde…”

G: Serdar Koçak’ın bir romanı var, Ben Napoli Radyosu diye. Bir oda içinde geçiyor, mekân önemli değil, tımarhane olabilir, başka bir yer de olabilir. Kendini radyo zanneden bir adamın öyküsü.

R: Çok güzelmiş.

G: Evet, çok güzel. İkinci oyunun olarak onu düşündüm ben de! Romanda kahramanımız devamlı değişen frekanslar arasında dolaşıyor kendince… Yani mesela futboldan başlayıp caz müzik, haberler, blues, derken hızlı hızlı konular arasında geçen bir monolog söz konusu. Ormanlardan Hemen Önceki Gece’nin metnini okurken de, benim kişisel olarak böyle bir referansım olduğu için aklımda, direkt öyle bir çağrışım yaptı. Ancak aslında bu oyun öyle değil.

Biz bu tarz solo monolog oyunlarında seyirci olarak genelde fıttırmış bir adamın sayıklamalarına tanık olacağız diye düşünüyoruz. Ancak bu oyunda seyircinin kendini ikinci tekil şahıs olarak bulacağı noktalar var. Dolayısıyla aslında bir monoloğa tanıklık etmektense bir konuşma hâli söz konusu. Ve totalde tek bir hikâyeden bahsediyoruz, bir odanın penceresinden görülen bir sokağın hikâyesi… Sen neler diyebilirsin oyunun konusu hakkında…

R: Ben oyunu tarif ederken aslında bir aşk hikâyesi olarak dile getiriyorum. Ama tek kişilik bir aşk oyunu olması çok daha dramatik kılıyor, en azından benim açımdan. Bir adam, cebinde bir sürü kelimesi ve hikâyesi var, ancak anlatacak kimsesi yok… Ve bir başkasına, bir ötekine; yani çeviride yer yer birader, yer yer arkadaş olarak kullandığımız birilerine cebindeki bütün kelimeleri sarf eden biri var sahnede. Seyirci de buna tanıklık ediyor. Ve zaman zaman kendilerine onlarla hiç alakası olmayan konuların anlatıldığı bir durum gibi gidiyor metin.

Ormanlardan Hemen Önceki Gece için çalışırken bebekliğime kadar döndüm. Tüm oyunculuk yöntemleri, ne yapıyorduk, nasıl çalışıyorduk. Oyunun konusundan hareketle, tiyatro neden önemli, onu düşünüyorum son zamanlarda bir de. “Neden tiyatroya ihtiyaç duyuyoruz?” sorusunu kurcalıyorum kafamda. Düşüncem şu ki, en basit şekilde dile getirmek gerekirse, biz artık birbirimizi dinlemiyoruz, hiçbir yerde, hiçbir şekilde… Tiyatroda ise dinlemek durumunda kalıyoruz. Bazen biz anlatıyoruz, bazen onların [seyircinin] anlatmasına izin veriyoruz. Seyirci bazen nefes alışı verişiyle bir şeyler anlatıyor, sen o nefeslerden aldığın enerjiyle devam ediyorsun hikâye anlatımına.

İnsanlar artık sadece tiyatroda gerçeği görüyorlar, gerçeği duyuyorlar. O yüzden sağduyuyla ve iradeyle yetiştirilmiş iyi oyuncuların doğru hikâyeleri anlatmaları gerek. Buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

G: Koltès’in bu hikâyesinden yola çıkarak soracağım sorulardan biri de şuydu zaten: izleyicinin izlemek zorunda kalmak gibi enteresan bir konumu var. Ve bu konum son 30-40 yıldır hem tiyatro metinlerinin kendisinde hem de sosyoloji gibi sosyal bilimlerde sık sık yer alıyor. Bu oyunda da izleyicinin “izleyiciliğine” değinen noktalar var. İzleyicinin izlemek durumundan kurtarıldığı anlar söz konusu. Senin daha önce oynadığın metinlerde de, kendi konuşmalarında da var bu yönelim. Sen zaten “izleyici kalmak” durumunu çok fazla deşen bir adamsın, karakter olarak. Peki bu oyunda izleyiciyle tamamen bir diyalog içine giriyor musun Rıza?

R: Bence girmiyoruz. Oyun karakteri zaten kendiyle bir diyalog hâlinde aslına bakarsan. O nedenle seyirciyle birebir diyaloga girmiyorum. Ancak aramızda an be an keskinleşen bir gerilim söz konusu. Çünkü diyalogdan korkuyoruz biz aslına bakarsan.

G: Her an seyirciye söz düşecek, bize bir şey soracakmışsın gibi bir havası var oyunun.

R: Evet. Seyirci bir şey izlerken orada aslında savunmasız bir pozisyonda. Her an bir şey olacak, kendini ifade etmen  gerekecek gibi, diyalogdan korkan bir hâl söz konusu. Ben de oyuncu olarak bunun bilincinde oynuyorum, bu gerilimi arttırıp azalttığım anlar var. Ama sonuç olarak hiçbir zaman gerçekleşemeyen bir diyalog bu…

G: Sonunda tiyatronun tiyatro olduğu gerçeğiyle seyirciyi okşayan bir tarafa dönüyorsun sanırım. İzleyicinin gelip bir hikâyeye daldığı ve sonra da o hikâyeden çıktığı o yolculuğu da çok diri tutuyor oyun.

R: Evet, çünkü Koltès çok acayip bir metin yazmış. Sen de okuduğunda fark etmişsindir. Bir nehir gibi akıyor metin. Hiç nokta yok, sadece virgüllerle ilerliyor. Sanki oturmuş ve bir kerede yazmış. Sonra tabii oyuna çalışırken bir daha, bir daha okuyorsun, analiz ediyorsun ve hiç de öyle olmadığını fark ediyorsun. Çok farklı bir matematiğe dayandığını, tüm tekrarların kendi içinde ustalıklı bir matematiğe sahip olduğunu fark ediyorsun.

riza-gonca-17 (1)

G: Metine geri dönmüşken, bir uyarlama süreci oldu mu? Metini “buraya” uyarladınız mı, dilde uyarlama yaptınız mı?

R: Dil açısından elbette bir uyarlama süreci oldu. Ama metini “buralaştırmadık.” Zaten oyun “burası” “orası” gibi bir ayrımın söz konusu olabileceği bir oyun değil. Koltès kendisi de bir röportajında söylüyor, “yabancı olmak” üzerine bir sohbette ben kendimi kendi doğup büyüdüğüm Fransa’da bir yabancı gibi hissediyorum, ama dünyanın bambaşka uzak bir yerinde küçük ve yabancı bir ülkede kendimi oralıymış gibi, yuvamdaymış gibi hissedebiliyorum diyor. Oyunun temel cümlesi de bu zaten, “kim yabancı ki?” Hangimiz nerede yabancı hissediyoruz, nerede hissetmiyoruz… Bunları kurcalayan bir oyun olduğu için, bence nerede oynanırsa oynansın işleyecek bir metin söz konusu. Bu nedenle bizim de metni buraya uyarlamak gibi bir çabamız olmadı.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:37’ye ulaşabilirsiniz.