Barbie üzerine bir zihin egzersizi

Yazı: Esin Çalışkan

Son zamanların en büyük pazarlama harikalarından biri mi demeli, yoksa biraz durup önümüze mi bakmalı, bilemiyorum. Gerçi yorulmayın, muhtemelen her neredeyseniz orda da bir Barbie referansı karşılayacak sizi. Barbie geçtiğimiz yıl Comic-Con ile gelen ilk Margot Robbie görselinden itibaren merakımızı çelmeye, çocukluk hatıralarımızı gün yüzüne çıkarmaya ve geçmişimizi çağırmaya devam etti. En iyi bildiği şey, hiç kuşkusuz çocuklukla kurduğu derin bağıydı. 

Aradan bir yıl geçti, Lady Bird ve Little Woman’la hikâyelerini içimize akıtırken bir güzel de kalpleri paralayan Greta Gerwig, bu stüdyo harikası filmin senarist – yönetmeni olarak kendini Elle dergisinin kapağında buldu. Fena da olmadı sanki, hep flanör gibi New York’ta dolaşacak değildi kimse. Gerwig yeni bir Barbie fikrinin yaratıcısı olarak kalem tuttuğunda, genç kadınların içinde bulundukları kapitalist, ataerkil ve susturucu düzenin farkında görünüyor. Hatta belki de bu bakışın fazla farkında. Sistemin içinde belirli ayrıcalıklara ulaşmış her insan gibi cinsiyetsizleştirilmiş ya da cinsiyeti özcü bir formda dengelenmiş birini kim niye suçlayabilir? Zaten bu da öyle bir yazı değil; sadece filmin Barbie’yi koyduğu konumun yaratıcıları ve yazarıyla ilişkisine dair bir zihin egzersizi. Siz bir meta filmin metalarına hazır olun diye.

Öncelikle baştan söyleyelim, Barbie filmini izlemeye gitmek biraz yorucu bir tecrübe. Çünkü her yerden çıkan tanıtım videolarına, çekimlere, bir burgerin arasında beliren pembe soslara ve markaların Barbie özel konseptlerine epey doyduk. Hepimiz âdeta pembenin değişen tonları arasında kendimize bir yer edindik, mesafe kurduk belki de. Bu skalanın neresinde durduğumuz, filmle olduğu kadar bizle ve bu mesafenin kendisiyle de ilgili. 

Little Woman’da genç kadınları bir arada tutup, onları aynı evler – patikalar arasında yürütürken açtığı alanda herkesin kendisini bulmasını sağladığı bir tür oyun kurarak izleyiciyle güçlü bağları olan bir iş yarattı Gerwig. Çevrelediği his dünyası, çoğunlukla aradığımızı verdi ve başarı kredilerinde karşılığını misliyle aldı. Yine de burada hayalimizdeki Barbie’yi beklemek, Gerwig’e bir yönüyle haksızlık etmek demek. Projenin Mattel ortaklığında gerçekleşmesi filmin üretiminden çok, onun “fikriyle oynayan” büyük bir yapının parçası hâline getiriyor izleyeni. Film, başta izleyiciyle el sıkıştığı bir açılış yapıyor: Kız çocuklar “babydoll” oyuncaklara, biraz sıkışmış ve bıkmış şekilde bakarken, Barbie’yi gördükleri anda kendilerinden geçmeye ve onun hayranlık uyandıran, kusursuz taraflarıyla tanışmaya başlıyor. “Kusursuz”, hiçbir eksiği olmayan durumları referans verse de kadın bedenine dair anlamsız ve orantısız standartları imleyen bir durumun ipliğini pazara çıkarmak için kullanılan bir metafor. Sonra çocuklar mevcut babydolları kırıp, Barbie’nin akılalmaz büyüklükteki dünyasının içine düşüyor zaten.

Film, özellikle kız çocuklarının Barbie’yle kurduğu ilişkiye dair -her ne kadar yarım ağız ettiğim bir kabul olsa da- güçlü temsillere sahip. Öte yandan bir süre sonra o temsilleri yaratan şeyin kendisi olduğunu unutuyor sanki, izleyicisine “ne yaptığıma baksana!” demeye başlıyor. Bazen gözünü tamamen yumuyor bazen de kendini büyük görerek, kurduğu oyun alanında bizimle nasıl eğlendiğini açık ediyor. Hikâye, Barbieland’de istediği her şey ve herkes olabilen, günlük hayatın bütün keşmekeşinden azade, kendi dünyası içinde kelimenin tam anlamıyla mutlu olmuş, hep gülen ve Ken’le eğlenen “klişe Barbie” için gerçek dünyanın (real world) kapısının açılmasıyla başlıyor. Ansızın gelen ölüm korkusu, selülitleri çıkan kalçası ve topuk düzleşmesiyle baş etmek için başka çaresi yok çünkü. Evet klişe, hatta insanlık tarihi kadar eski bir fikir. Ama nasıl başka insanlara bağlanmadan var olamıyorsak ve ancak yol, insanı kendinden daha iyi bir türe dönüştürüyorsa burada da Barbie’nin onu oynayan çocukları -filmin ele aldığı şekliyle sadece kızları- değiştirme gücüne dair ilgi çekici bir nüans yer alıyor. Öte yandan Mattel’in tepesinde bulunduğu konumdan gerçeğe bakmak bazen o kadar “cringe” ki… Yarattıklarıyla yüzleştiği çoğu anda Barbie’nin son yarım yüzyılına dair pek de bir derinlik görmek mümkün değil.

Elbette filmin sayısız müzikal numarasına tanık olmak epey keyifli, Kenlerin kırılgan masküleniteyle kurduğu hafif alık ilişki ve Barbie’nin Ken’i reddederken takındığı özgüvenini görmek de anlatıyı şaha kaldırıyor. Film hemen her bilinç yükseltme sahnesinde aklına gelen ilk fikri kullanırken özellikle günümüze yakın dönemdeki farklı Barbie temsilleriyle vücut ölçülerinin değiştiği, dönüştüğü ve bir hayal kurma aracı hâline gelmesiyle yarattığı tartışmalarla etki alanını genişletiyor. Yani Barbie’nin feminizme dair cümleleri ders niteliğinde. Ama daha çok bu kuramla yeni karşılaşmış birine kadınlığı seksten, cinsellikten ve cinsel organlardan arındırarak hediye edeceğiniz bir tanışma dersi minvalinde. Böylece toplumsal cinsiyetin sosyal bağlamından kopuk cümleleri, yer yer kulak tırmalayabiliyor.

İki dünya birbirine bağladıktan sonra, kafasına daha sakin girince filmin fazlasıyla eğlendiren ve Ryan Gosling’in performansının şaşırtıcı derecede kusursuz aktığı yerleriyle karşılaşıyoruz. Ödül sezonu için ismini not etmekte fayda var. Özellikle Ken’in böylesi ön plana çıkması ve “Just Ken” olarak pazarlanan bir karakterin aslında filmi ayakta tutan bir yere taşıması ironik. Kenlerin ataerkilliğin işlediği bir düzenden aldıkları güçle, güvenli sandığımız alanlarda yapabileceklerini daha fazla göz önünde bulundurmamız gerektiğini hatırlatıyor. Barbie hakkında pek çok şey yazılabilir, ancak finali bu süslü pastanın en iç gıdıklayan tarafı sanırım. Cinsiyeti ezbere bir ikilik üzerine indirgediği dünyasında bunun getirdiği çarpık kabulleri, daha büyük resmin bir parçası yapmazken, neredeyse kadınlar ve erkekler için de ayrılmış bir portala sahip gibi görünüyor. Bu sınırın uzantısı, cinsiyet özcülüğüne saplanmamış olsaydı neler izlerdik, kim bilir.