Başka Sinema Ayvalık Film Festivali programından 7 film mercek altında

Bu yıl ikinci kez düzenlenen Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’ne hem diğer şehirlerden gelen misafirlerinin hem de yerli halkın katılımı muazzamdı. Festivalin ilk üç gününden izlenimler, “And Then We Danced”, “Parasite”, “Küçük Şeyler”, “Kraliçe Lear”, “Deri Ceket”, “It Must Be Heaven” ve “Peri: Ağzı Olmayan Kız”ın uyandırdığı duygular bu yazıda…

Yazı: Hande Sönmez

Öncelikle Ayvalık’ta bir film festivali yapma fikrinin son derece isabetli olduğunu itiraf etmem lazım… Antalya Altın Portakal, Adana Altın Koza gibi klasikleşmiş ve yıllanmış festivalleri takip ederken hayatımıza alternatif yaratmak için giren Başka Sinema ekibinin geçen sene ilk kez hayata geçirdiği ve bu yıl üzerine katarak programladığı Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nde izlediğim yedi filmin de bıraktığı tat apayrı oldu.

Parasite: Joon Ho Bong bitti demeden bitmez

Pek çok sinemaseverin yılın en iyi filmi olarak tanımladığı Parasite;  şüphesiz hem bu ağızdan ağıza yayılan ve halen en doğal pazarlama yolu sayılan “word of mouth” ile hem de aldığı Altın Palmiye’nin etkisiyle salonları doldurdu. Parasite; 132 dakika boyunca yüksek temposunu kaybetmeyen, yönetmen Joon Ho Bong’un adeta “ben bitti demeden bitmez” dediği, sürprizli bir film. Film boyunca mağdurlar yer değiştiriyor, vicdani sorgulamalar art arda geliyor. Ekonomik olarak aralarında uçurumlar bulunan iki ailenin yer değiştirirlerse aynı şeyleri yapmayacağının garantisi olmadığı gibi filmin de kesin çizgileri yok… Okja ve The Host filmleri çok sevilen Güney Koreli Joon Ho Bong’un yeni filmini şimdiden sabırsızlıkla bekliyoruz.

It Must Be Heaven ile Maslov Piramidi’nde alttan üçüncü sıradayız: Aidiyet

Filistinli yönetmen Elia Süleyman’ın son filmi It Must Be Heaven; Maslov Piramidi’nin alttan üçüncü sırasında yer alan “aidiyet” meselesine odaklanıyor. Filmin hem yönetmeni hem oyuncusu hem de deyim yerindeyse “gözü(kamerası)” konumunda yer alan Süleyman; Paris ve New York’ta tutunmaya çalışıyor ama ona her şey doğduğu yeri hatırlatıyor. Süleyman’ın Paris ve New York’ta karşılaştığı “garipliklerin” kahkahaya boğduğu film yılın kesinlikle en iyilerinden. Son olarak; dünya küreselleşmesine küreselleşiyor ama insanların doğduğu topraklara duyduğu aidiyet sapasağlam yerinde duruyor da diyebiliriz. En azından çoğu insan için…

And Then We Danced: Merab âşık olunca biz de âşık olmuş sayıldık

Gürcistan’da geçen And Then We Dancedde hayatını dansa ve ailesine adamış Merab’ın cinsel yönelimini ve aşkı keşfedişi son derece ilham verici ve sürükleyici bir hikâyeyle aktarılıyor. Filmi izleyip de Merab’ın âşık hallerinden etkilenmemek, onunla birlikte âşık olmak istememek oldukça güç. Gürcü asıllı Levan Akın’ın yönettiği filmin başrol oyuncusunun ilk filmi olduğunu da belirtmek lazım. İki sene önce Call Me By Your Name ile kendinden geçen, ilk aşkı hatırlamak isteyen sinemaseverlere özellikle tavsiye.

Deri Ceket: Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da deri ceketin konuşabileceğine mi inanmıyorsun?

Komedinin sınırlarını zorlayan, filmleriyle absürt ya da kara komedi diye net bir çizgiyle ayrışmayan Fransız yönetmen Quentin Dupieux, son filmi Deri Ceket’te âdeta seyircinin sinirlerini test ediyor. Anti kahramanımız Georges, dünyada tek ceket giyen insan olmak idealini gerçekleştirmeye çalışırken absürt olaylar zinciri de birbiri ardına diziliyor. Seyirciye beklediğini vermeyen bu hınzır filme komedi anlayışınız tutarsa çok güleceksiniz.

 Peri: Ağzı Olmayan Kız ile fantastik çocuk masalı saatindeyiz

Genç yönetmen Can Evrenol’un son uzun metrajı Peri: Ağzı Olmayan Kız, yönetmenin diğer filmlerinden ayrışan hikâyesi ve türü ile dikkat çekiyor. Fantastik bir çocuk masalını beyazperdeye taşıyan Evrenol; nükleer santral yüzünden bir uzvu eksik doğan çocukları bir araya getiriyor ve deyim yerindeyse voltranı oluşturuyor. Evrenol’un da belirttiği üzere çocuk macera filmleriyle Mad Max, The Road gibi filmlerden ilham alarak yarattığı Peri: Ağzı Olmayan Kız, zamansız ve mekânsız bir apokaliptik hikâyeyi inandırıcılığını baştan sona koruyarak perdeye yansıtıyor.

Not: Peri, Kaptan, Porsuk ve Yusuf’un birbirini buluş süreci bana Oz Büyücüsü’nü ve birkaç Amerikan filmini hatırlattı ama Evrenol Amerikan sinemasından ziyade evrensel normlara göre bir iş yapma derdinde olduğunu söylüyor.

Küçük Şeyler: Antidepresan, beyaz yaka hayatı, erkeğin iktidarı ve diğer şeyler

Babamın Kanatları filmiyle beğeni toplayan Kıvanç Sezer’in üçleme olarak çekmeyi planladığı serinin ikinci filmi Küçük Şeyler;  bir ilaç firmasında yönetici olarak çalışan Onur’un işini kaybetmesiyle karısı Bahar’la ilişkisinin tepe taklak gidişini paralel olarak kuruyor. Beyaz yakalının ve kurumsal hayatın dayattığı saçmalıkların da usülüne uygun (kimi absürt anlarla) aktarıldığı filmde Alican Yücesoy ve ilk kez sinemada izlediğimiz Başak Özcan harika bir iş çıkarıyor. Mutlaka izleyin.

Kraliçe Lear: Bu Kadınları da Tuz Kadar Seveceksiniz

Toroslar’da Arslanköy’de yaşayan bir grup kadının 2000’li yılların başında kurdukları tiyatro kulübü turneye çıkar ve olaylar gelişir… Pelin Esmer’in bu son belgesel filmini izlerken ilham almamanızın mümkün olmadığı beş kadın Kral Lear’ı kendi yorumlarıyla sahneye taşıyor. Dağ köylerinde herkesle tek tek konuşarak köy halkını oyunlarına davet eden bu beş kadının ideallerini gerçekleştirme hevesi takdire şayan. Kasım ayında vizyona girecek filmi bizce kaçırmayın. Bu şahane kadınları Kral Lear’ın kendisini en çok seven kızı gibi “tuz kadar seveceksiniz”.

10 Ekim’e kadar devam eden festivalden ayrılırken erken ayrılanların hepsi “seneye tüm festival burada kalalım” fikrinde birleşiyordu. Bu vesileyle Kariyo & Ababay Vakfı’na da teşekkürler…