Beats By Girlz öncesi Beril Sarıaltun ve Jilet Sebahat sohbete oturdu

Bir arada olmanın kesinlikle heyecan verici bir tarafı var çünkü insanlarla birlikte fikirler ve hayaller de yan yana geliyor. Birlikte düşünüyoruz. Birlikte öğreniyoruz. Birlikte tasarlayıp, birlikte üretiyoruz. Bu güç birliğinin bizi götürdüğü yerler sınırsız. Ve hatta ‘‘kalıpsız’’, ‘‘kuralsız’’, ‘‘önyargısız’’… Beats By Girlz Türkiye pek çok kreatif alanda tüm renklerin aynı canlılıkta parladığı bir dünya yaratıyor ve bunu kutlamak için 4-5-6 Kasım’da YapıKredi bomontiada‘da bir festival düzenliyor.

Beatz By Girlz Türkiye Festivali’nin açılışını Deniz Taşar ve Melike Şahin konserleri yapacak. Sonrasında Babylon sahnesinde #turnoutthebeat mottosuyla bir parti var. Jilet Sebahat ve SHEB DJ kabininde; Florence K. Delight ve Buğra Büyükşimşek şovlarıyla sahnede. Sonrasında atölyeler, söyleşişler, paneller, konserler ve partilerle dolu nefis bir program bekliyor katılımcıları. Üstelik katılım ücretsiz. Takvime dair detaylar, Beats By Girlz Türkiye web sitesinden incelenebilir.  

Festivalin direktörü, ses tasarımcısı ve müzisyen Beril Sarıaltun ile açılış gecesinde sahne alacak DJ, gece hayatı emekçisi ve yazar Jilet Sebahat, 2000’lerin başından bugüne uzanan bir sohbete koyuldu. İstanbul’un gece hayatından anılar, kadınlar ve LGBTİ+’ların ilham veren direnişi, aile kurumuna dair düşünceler, bir arada olmanın neşesi ve dahasıyla buyrunuz Beril Sarıaltun – Jilet Sebahat sohbetine.

Beril Sarıaltun: Şu an Zibadayız. Güzide bir sohbete başlıyoruz. Ben şunu merak ediyorum senin yolculuğunda: Buraya nasıl geldin, ne oldu? Önce şuradan da anlatabilirsin, mesela DJlik yolculuğu zaten kafanda var mıydı veya o seni ne yaptı?

Jilet Sebahat: Aslında sahne hayatım hep vardı. Tiyatroyla ilgilendim. Bir sürü yaptığım şeyler vardı, eğitimini aldığım falan. Hizmetle başladım gece hayatına. Garsonluk ve benzeri şeyler yaptım. Ama onun dışında zaten hayatta lubunyaysan ve açık kimlikliysen gece hayatından ayrı bir yere düşemiyor yolun. Çünkü daha özgür olduğun ve daha rahat hareket ettiğin zamanlar geceler oluyor ne yazık ki. Onun için “Geceler de bizim, gündüzler de bizim” diyoruz ya. Daha rahat hissettiğimiz zamanlar biraz daha geceler, kulüpler, barlar oluyor. Oralara sıkıştırılıyoruz. Dolayısıyla benim gece hayatını tercih etmemin nedeni biraz da o. Yani bedenimin, varlığımın daha özgür bir şekilde hareket etmesi üzerine; girdiğim ortamlarda, partilerde ve bunun gibi şeylerde. Bir de müziği seviyorum ve ilgiliyim. Çok iyi bir plak koleksiyonum var.

B.S.: Evet, sen bir müzik nerd’üsün. Doğru.

J.S.: Evet. Yani 1920’lerden, 1915’lerden kalma taş plaklardan başlayan ve bugüne kadar devam eden bir koleksiyon. Hâlâ biriktiriyorum; bir odam plaklarla dolu. Müziğe zaten ilgiliyim. Dolayısıyla gece hayatında bir varlık yolculuğu aslında DJ’lik yolculuğu. Hâlâ kendime ben DJ’im, şuyum buyum demiyorum ama çalmayı seviyorum, insanları eğlendirmeyi seviyorum. İnsanlarla iç içe olmayı seviyorum. Bazen bunun yolu sohbet oluyor bazense sevişmek oluyor, beden oluyor. Bazen de müzik oluyor. Dolayısıyla biraz sosyalleşme biçimi olarak bakıyorum aslında DJ’lik yolculuğuma.

B.S.: Evet, ben seni ilk defa pandemiden önce Mecrada izlemiştim. WhoCaresin yaptığı bir geceydi diye hatırlıyorum. Ve çıkışın, çaldıklarınla hani dedin ya var olmak… Bambaşka bir şey oldu, ortam değişti sanki. Hatta belki yoktu ama o geceyi ben insanlara şöyle anlatıyordum; Bir anda ortamda sisler gördüm. O sisler içinden biri çıktı ve bir şey oldu.” Sonra inanılmaz araştırmıştım. Araya koskocaman pandemi girdi ama biz seninle bir şekilde bir şeyler hep yaptık zaten.

Şunu merak ediyorum, bir lubunya olarak da zaten belirttiğin şeyler çok anlamlı geliyor. Beyoğlunun eski hâli de olabilir bu, son dönemler de olabilir. İstanbulda senin birilerine misafirlik yapmadığın ama burası beni gerçekten iyi hissettiriyor dediğin, son 5-10 yıldan bir yer hatırlıyor musun?

J.S.: 5-10 yıl içinde bu anlamda iyi hissettiğim Mis Sokak’taki Üzüm Pub oldu. Orası bana iyi hissettiriyordu, yani rahat hissettiriyordu. Çok eski zamanda Asmalı’da Badehane vardı. Badehane’de iyi hissediyordum. Yani o zaman tabii Asmalı bu kadar yağmalanmamıştı, başka tür bir şeydi. 

Aslında Asmalımescit’te o zaman her yerde kendimi rahat hissediyordum. Orada pavyonlar da vardı, pavyonların sahiplerini de tanıyorduk. İşte meyhanelerini de tanıyorduk. Lubunya bar vardı orada. Onun sahibi çok eski arkadaşımdı benim. Aslında o dönemde birçok yerde rahattık, birçok yerde rahat hissediyordum kendimi ben. Çünkü gerçekten o mahalleli olma durumunu yaşadığım için Asmalımescit’te, birçok yerde kendimi rahat hissettiğimi söyleyebilirim. Ama bu söylediğim şey 15 yıl önce falan. Gerçekten o Beyoğlu’nun değişim süreci başlamadan önceki dönemden bahsediyorum.

Sokaktaki ressamından, tinercisinden orospusuna herkesin birbirini tanıdığı ve kimsenin birbirinin alanına girmediği bir dönemdi. Gece hayatı da öyleydi, gündüz de. Gördüğün her şey netti, sisler arasında değildi. Oradaki hırsızı tanırsın ama hırsız senin evini soymaz. “Şşt ne yapıyorsun? Bu bizim Hasan abi, bilmem ne abla” gibi durumlar söz konusuydu. Ben Tarık Zafer Tunaya’nın orada oturuyordum. Aslı Erdoğan da üstümde oturuyordu. O en zor zamanları. Tinerciler eve bırakırdı beni, başıma bir şey gelmesin diye. Açlarsa ben onlara bir çorba verirdim. Dolayısıyla o Badehane’nin ilk dönemleri, 2000’lerin başlarındaki dönemleri beni hep rahat hissettirdi. Sonraki dönemlerde gerçekten kuir diyebileceğim alanlar yaratıldı. İşte Üzüm’ün işlettiği yer bana iyi hissettiriyordu. Sonrasında o kadar rahat hissettiğim olmadı işin açıkçası.

B.S.: Ben o bahsettiğin dönemlerde tabii daha küçüktüm ama biraz daha sonrasında, mesela İstanbula ilk geldiğimdeki zenginlik çok güzeldi. Hatta Asena Hayalin projesi (Istanbul Nightlife Project) de onu ilgilendiriyor ya, çok hoşuma gidiyor. Türkü barlar da var, delilercesine bir türkü bar durumu var. İnanılmaz iyi mekânlar da var, rocksa rock hani. Çok farklı yerler de var. Gerçekten çok çeşitliydi. İstanbula ilk geldiğimde mesela tacizden o kadar korkmuyordum, daha rahattı. O ortam ile birlikte İstanbul beni gerçekten özgürleştirdi diyebilmiştim. Ama tabii sonra öyle olmadı. 

Bir de şu ânı hatırlıyorum, çok güzeldi. Tam tersi bir şey söyleyeceğim. Çok gürültü değil de sıfır gürültüyü İstanbulda ilk duyduğum an: 2013 Gezi Parkı. Kesildi ya her şey, bu sokakta hiç ses çıkmadı. Hayatımda bu kadar çarpıcı bir şey hatırlamıyorum. Onunla beraber Onur Yürüyüşleri… 2012de de çok güzeldi, onu takiben 2013 ve 2014te de tabii ki. İstanbulda son 10 yılda birkaç portal varmış gibi geliyor. Bununla ilgili sen ne düşünüyorsun?

J.S.: Yani aslında hepsinde böyle bir geçiş süreci var. Bir şey, bir şeyin habercisi gibi oluyor hep. Kendim hep gece hayatı merkezli yaşadığım için daha çok gece hayatı üzerine koyabilirim. Ama gece hayatı dediğimiz şey de gündelik politikadan ayrılan bir şey değil. Asmalımescit’in değişmesi, o masa sandalyelerin kaldırılması… Sonra o meydanda olan Gramofon’un kapanması ve oranın başka bir şeye dönüşmesi. Ve her şey birbirinin habercisi gibi oluyor. Ben şu mekân kapandı bu mekân oldu, şu değişti, bu değişti, eğlence şuraya gitti gibi değil de aslında gelen sinyaller üzerinden kurgularım hep meseleyi. Ve adımlarımı da öyle atarım biraz. Dolayısıyla benim için 2000’in başından 2007’ye kadar başka bir şey. 2007’den Gezi’ye kadar başka bir şey. Gezi’den şu âna kadar başka bir şey. Hepsi aslında birbirinin sinyali, habercisi gibi oluyor. 

Diğer noktadan söyleyecek olursam, taciz edilmeden dans edebiliyordum. Çünkü daha önceden insanlar müzik dinlemeye giderdi. Türkü barlar dedin, pavyonlar da vardı. Pavyonlara da girerdik. Bekar Sokak’ta bir pavyon vardı, İmam Adnan’da bir pavyon vardı. Pavyonun kapısında duran adam da tanırdı yani bizi. Girerdik pavyonda da otururduk, içerdik, kazıklanmazdık. Ben hatta şunu hatırlıyorum: “Karlı Kayın Ormanı”nı söylettim bir tane pavyonda. 

B.S.: Burada araya giriyoruz. Senin eski solcu geçmişine referanstır bu.

J.S.: Ay evet, maalesef. Yani ezberlemişti benim için onu. Çok da sevdiğim bir şarkı değil şu anda ama. O zamanlar sevmişim demek ki. Dolayısıyla o dönemi düşündüğüm zaman bir şey, başka bir şeyin habercisi. Gerçekten müzik dinlemeye giderdik. O Yeşilçam Sokak’ta Bronx vardı, Sokak diye bir bar vardı, arkası Arsen Lüpen’di ama orada kızlar çalışmaya devam ediyordu. Ve her şey gerçekten birbirinin içindeydi. Oradan Sahra’ya giderdik mesela Sahra da açıktı, trans kulüp. Sahra’dan çıkar bir rock bara giderdik işte. Kemancı açıktı bilmem ne. Yani müzik dinlemeye. “Aa Kemancı’da şu çıkıyor” dediğimiz zaman Kemancı’ya da istediğimiz gibi girebiliyorduk. Anlatabiliyor muyum? Bu kadar keskin uçlar yoktu. 

Şimdi sadece tüketmeye geliyor insanlar. Yani ben çaldığım yerlere baktığımda aslında dinlemek istediği şey… Tamam seni seviyor falan ama sadece bir tüketim. Alkol tüketimi, beden tüketimi, gece tüketimi, zaman tüketimi ve başka tüketimler. Şu anda sadece bir tüketim üzerine yaşanıyor mevzu. Biraz narsistlik gibi olacak, lubunya narsistliği yapmak istemem ama biraz lubunyalar kırıyor işte bunu ve renklilik getiriyor. Biraz kadınlar kırıyor. Yani bu anlamda yine de bunu kıran biziz aslında.

Drag queenlerin olması, öyle sahnelerin olması. Daha sanatsal projeler yapılıyor. Avrupa’daki gibi çıkıp sadece lipsync falan yapılmıyor. İnsanlar gerçekten çalışıyor. Şarkı çıkarıyorlar, üretiyorlar falan. Kuir camia biraz kırıyor bunu. Ama onun dışında gerçekten “Ay şurada şu çalıyormuş, hadi gidelim” falan dediğimiz zamanlar başka. Ben gecede dört tane etkinliğe giderdim mesela. Dolayısıyla her şey birbirinin içinde. Nasıl o film festivalleri başladığında kuyruklar olurdu Emek’in önünde. O filmden o filme çıkardık. Artık o duygunun da eksildiği başka bir şeye yöneliyor insanlar. Biraz daha içine kapandığı. Daha kendi içlerinde yaşıyorlar. 

Beril Sarıaltun

B.S.: Evet, doğru söylüyorsun. Bir de böyle sinyaller üzerinden okuyabiliyoruz dedin ya. Bir şeyler değişip dönüşüyor, o dönüşüm dönemlerini görmek… Ve bazen aslında eğlence ve gece hayatı bazı şeylerin öngörüsünü alabildiğin, Bir şeyler değişecek tekrar.” diyebildiğin yerler oluyor.

Mesela Anahit dönemi de bence öyleydi. Bir kere çok sesli ve çok kültürlü bir isim (Madam Anahit) referansıyla… Bir ara Anahit özel etkinlikleriyle ve bütün o kuir etkinlikleriyle yıkılıyordu ya bu sokak mesela. Ona dönüşmüştü. 

2015, 2016, 2017. Burada çok büyük dönüşümler yaşadık. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?

J.S.: Şimdi aslında bir hayatın cevabı olarak görüyorum Anahit’i. Yani hem hafızayı tazeleyen bir şey Anahit ismiyle hem de lubunyalar olarak gerçekten çok karanlık, çok küçük, çok izbe yerlere sıkıştırılarak hayatımıza devam ediyoruz. Bir etkinlik yapılacağı zaman sürekli bir mekân arayışı veya mekân bulamama diyelim. İşletmelerin bu anlamda bize olan tavırları… Çaldığımız, parti yaptığımız yerlerin tavırları gerçekten bazen zor oluyor. 

Bu arada Anahit’in lubunyalar için çok önemli bir yer olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben de bu anlamda orada üreten biriydim. Ve çok ses, çok renk derken aslında birilerinin yüzüne bunun yapılabilecek olduğunu da göstermek. Cevap derken bundan bahsediyorum. Böyle bir hayat mümkün. İnsanların konser de dinleyebileceği ama aynı zamanda tiyatronun da yapılacağı, kuir performanslar ve başka şeylerin de olacağını bazen aynı gecede göstermek… 

Bir de konser salonlarında çok sevdiğimiz sanatçıları dinlediğimiz sırada ya da başka bir sürü yerde birileri rahat rahat öpüşürken, sevgilisinin elini tutarken bizler bu kadar rahat olamıyoruz. Dolayısıyla bunun da yapılabilir olduğunu göstermek meselesi söz konusuydu. Bunun dışında da hafızayı yenilemek Anahit ismi üzerinden. Ve opera gerçekliği üzerinden. Çok önemli bir yerdi bence. Ve gerçekten de şu anda kendi yapacağım etkinliklerde de yapmak istediğim şeylerde de öyle büyük bir mekânın eksikliğini çok hissediyorum. Bir de onun gidişiyle sokağın değişmesi, dönüşmesi kısmında da eksikliğini hissediyorum. Anahit olsaydı şu anda böyle olmazdı dediğim zamanlar da oluyor bu sokaklarda çok fazla hayat geçiren biri olarak. Dolayısıyla acaba yeni bir Anahit olacak mı diye düşündüğüm zamanlar da çok oluyor.

“Benim Şehrim Benim Sesim”

B.S.: Tabii, ben de çok düşünüyorum. Öyle bir yerimiz olsun istiyorum. Bu arada benceşletme olarak kendini sürdürebilen bir yer olması çok önemliydi. Buna başarı diyorsak, başarılı bir işletme her tarafıyla. Bu olmayan bir şeye de işaret ediyor, deli kuyuya taş atmıyor aslında. Çok mantıklı, karşılığı olan, izleyicisi olan. Bu arada kuyruklar oluyordu. İnsanların nasıl çılgınlar gibi girmek istediğini biliyorum. Ön bir sinyal gibiydi. O dönem bu kadar fazla kuir performanslar yoktu, şu an olduğu gibi herkes her yerde bir şey yapmıyordu. Kimi insanlar için bir ilk oldu, o yüzden çok önemli bence. Bir ihtimal yaratıyoruz yani temelde. Ama sonra tabii pandemi geldi ve etkiledi bir sürü şeyi.

Beats by Girlz festivalini falan biz yapalım. Böyle bir şey çok önemli. Neden? Çünkü biz kitleselliğe önem veriyoruz, daha çok kitleye ulaşalım. Çünkü sonuçta eğitim odaklı bir şey yapıyoruz. Ama bir taraftan da insanlar bir ihtimali görsün istiyoruz. Sen çok güzel söyledin mekânla alakalı. Bir hayali görüyorsun. O yüzden beklenmedik kişileri bir araya getirmek; eğlenceyi de, öğrenmeyi de. Gündüzünden gecesine bir alan yaratmak. 

Mesela Türkiyede şu an festivallerin hiçbirinde bu anlamda nefes alabileceğimiz bir yer bulunmuyor. Ve son dönemde yasaklar falan da oldu ya. Ama kadın müzisyenler festivalleri, line uplarıyla ilgili sürekli eleştiriyorlardı. Bu line upta kadın yok, görüyor musunuz?” diyorlardı. Ve farkında bile değiller festival yaratıcıları. Biraz bunları konuşabiliriz. Son dönemdeki bu festivaller bir taraftan yasaklanıyorlar, inanılmaz bir muhafazakarlık var falan. Biz deli miyiz, ne yapmaya çalışıyoruz?

J.S.: Bence delilik kurtarıyor dünyayı. Garibi ben deli olarak alıyorum. “Yakarsa dünyayı garipler yakar” deniyor ya. Ben o garipliği aynı zamanda delilik olarak da kendi üzerime alıyorum. Bu ülkeye gerçekten de bir delilik lazım. Aslında bizim deliliğimizden korkuyor şu anki muhafazakar iktidar. Çünkü durduramayacakları bir şey olduğunu biliyorlar. Ben hep şunu söylüyorum, hep umutlu bakan biriyim bu arada. Şey de söyledim Belgrad’da, (Europride etkinliğinde): “Ben 10 kavanoz domates konservesi yapıyorsam, gelecek yıla da umudum var demektir.” Gerçekten de meseleye böyle bakıyorum. Bu hâlâ yaşamak istiyorum, hâlâ çabam var demektir. Dolayısıyla meseleyi böyle algılamak gerek.

Evet, yasaklar son derece korkutucu. Bir sürü kadın müzisyenin sahnesi yasaklanıyor, çıkacakları şehre gidemiyorlar bilmem ne. Evet, korkutucu bir şey var. Ama durduramayacakları bir şey de var. Hiçbir kadını, hiçbir lubunyayı ve lubunya hareketini, kuir hareketi bu anlamda durduramıyorlar. Bu yasaklamalar, bu kıstırma ve yok etme politikasının içinden çıkacağımızı çok iyi biliyorum. 

Underground dediğimiz şeyi çok iyi biliyoruz. Zaten duygunla başlıyorsun. Kendini keşif yolculuğun; bir kadın hikâyesi de olsa bir lubunya hikâyesi de olsa, ne hikâyesi olursa olsun zaten o underground dediğimiz şeyle başlıyor duygularımız aslında. O açılmak ve dışa çıkmak kısmını bir kadınlık tecrübesiyle de yaşıyoruz, bir lubunyalık tecrübesiyle de yaşıyoruz. Bir sürü tecrübede buna zaten alışkın bir yerdeyiz. Ve tekrar oraya girme, tekrar çıkma kısmını çok iyi biliriz. Dolayısıyla bir sokağı kapattıklarında bir başka sokağın oraya çıkacağını bizim kadar hiçbiri bilemez. Biz bu yolculuğu çok iyi biliyoruz. Çünkü geçmişten gelen bir şey de var. 

Bu ülkede kadınlar, kuir hareket hep aynıydı. Bu kadar sertini görmedik ama. Başka başka boyutlarda, başka başka yöntemlerini görüyoruz. Dolayısıyla evet, delilik bu. Ama bu delilik bizi ayakta tutuyor. Bana bir sürü projede “Deli misin? Korkmuyor musun? Bu yapılır mı?” falan dendiği noktada “Evet, bu yapılır. Birileri bunu yapmalı.” diyorum. Evet, birileri de şu an içeride. Birçok arkadaşımız içeride yatıyorlar. Birilerinin bir şey söylemesi ve birilerinin bir şey yapması gerekiyor.

E İran’da şu an olanlar… Aslında dünyada bir kadın ve kuir hareket var. Türkiye dışında dünyanın durduramayacağı, bu anlamda muhafazakar yerlerin özellikle, durduramayacakları bir hareket var. Ben Belgrad’da konuşmacıydım en son Europride’da, 2-3 hafta oldu geleli. Oraya baktığımda da Ortodokslar haçlarıyla bütün gün anti-LGBTİ+ eylemleri falan yaptı. Yürünmeyecek dendi ama o yürüyüşü de yaptık sonunda. Dolayısıyla dünyanın her yerinde bir kadın düşmanlığı, aslında düşmanlık değil nefreti var. Özellikle Türkiye’de bir nefret bu çünkü. LGBTİ+ nefreti hâkim. Aslında hep var ama şu ankiler bunu açık açık söylüyor. Bu hikâyeyi bir dönem sen küçüktün ama annen yaşadı, ondan önce onun annesi yaşadı falan. Bu hikâyeyi bilen biri olarak hangi yoldan çıkacağımızı, hangi yolun bizi hangi yola çıkaracağını iyi biliyoruz.

B.S.: Zaten verdiğin örnekler de çok doğru. Büyük Aile Buluşması’nı birileri yapıyorsa, izlediğimizde bir delilik gibi geliyor ya o da. Absürt bir şov gibi geliyor bir taraftan. Şimdi o orayı yapıyorsa ben neden bunu kimseye hakaret etmeden, iyi buluşmalar yapmayayım? Neden eğlenmenin, bir arada durmanın ve öğrenmenin, artık ne dersen, merkezde olduğu deneyim, paylaşım alanları yaratmayayım? Bu delilikse delilik, doğru diyorsun, bunu da birilerinin yapabiliyor olması lazım aslında.

Tabii ki nefes alanlarımız çok zor oluşuyor ve çok az insan bu cesareti gösterebiliyor belki ama mesela ben Büyük Aile Buluşması öncesi, o gün ve sonrası bir süre böyle şey oldum, Nasıl ya?”. Türkiyede bu noktaya gelmemizi bir saçmalık olarak görüyorum. Ama o güzide stratejilerle karşılığını bulan bir şey oluyor, beklemediğin bir şekilde. O yüzden de bir şey yapmak gerekiyor tabii ki de. İnsanların bu ortamda depresyona girmesi değil bizi kurtaracak olan şey çünkü Türkiyenin normali de bence bu değil. 

10-15 yıl önce biz ne yaşıyorduk, neleri konuşabiliyorduk mesela. O kadar gitmeye bile gerek yok. Ne bileyim, ben bazen şoka giriyorum; Boğaziçinde sekiz yıl önce neler yapıyorduk mesela. Onu yaptık yani, ne olacak ki? O zaman da Türkiye Türkiyeydi. E ne olacak ki? Ölmedik. Gelecekte burada yaşayacak olanlara bir nefes alanı olmak, temelde olması gereken sanki.

Jilet Sebahat

J.S.: Evet, işin açıkçası 90’lar karanlığını yaşamış ve bunu güneyde yaşamış biri olarak hapsedilmemizin istendiği bu karanlığı iyi bilirim. Aslında bir aileyi savunma kısmı bu adamların, özellikle adamlar diyorum, zaten hapislikten geçiyor. Yani aslında hepimizi kapatmak istiyorlar. O evlere kapanma. Ve o aile olma kısmı aslında kapanma. Aile biraz öyle bir şeydir ya. Kapatır, hapseder. 

Şu anda özgürlük savunuculuğu yapan iki hareket vardır; LGBTİ+ hareketi ve kadın hareketi. Dolayısıyla o hedeflediği şeye erişemiyor. Hareket istemiyor: “Hapsolsun, herkesin önüne bir şey vereyim.” Bir sürü insan onun için oy kullanıyor. Evine kömürü mü giriyor? İlaç kuyruğu mu yok, bilmem ne. Yani şimdi bir kadına sen söylediğin zaman ne diyecek? “İlaç kuyruğuna girmiyorum, maaş kuyruğuna girmiyorum” vs. Aslında kendi yasal hakkı olan her şeyi, birileri sayesinde olmuş gibi gördükleri için. Dolayısıyla o, ona yetiyor. 

Aslında oradaki, o Aile Buluşması’ndaki konuşmada da, “Biz yasaklansın demiyoruz da belli etmesinler, sarsıcı şeyler yapmasınlar, ahlaka aykırı davranmasınlar” bilmem ne diye sayıyor. E baktığın zaman bunu bana annem de söylüyor… “Ben sana bir şey söylemiyorum ama çok da kendini belli etme. Şunu da yapma, bunu da yapma. Bilmem ne de yapma.” falan. Yani dolayısıyla benim için yeni bir şey değil ki bu Aile Buluşması. 

Zaten ben hayatım boyunca böyle ailelerle yaşadım ki. Yani bırak aileleri sol örgütler de böyleydi. Bırak, sol örgütler de düne kadar LGBTİ+’nın adını mı anıyorlardı? Hangisinde var olabildik? Hatta bu anayasa tasarısı için oy verdiğimiz hangi adam çıkıp da bir laf söyledi ne yapıyorsunuz diye? Yani bırak, onları zaten biliyoruz. Annelerimizden biliyoruz, halalarımızdan, dayılarımızdan biliyoruz. O aileyi çok iyi biliyoruz biz. Ama gerçeğe baktığında bu muhalif kesim ne yaptı ki? Benim hayatımda o aileler kadar tehlikeli bir yerdeydi. Hangisi laf söyledi? Hangisi çıkıp “Siz ne yapıyorsunuz?” diyor? Hangi yazar, hangi çizer bize bir şey yapıldığı zaman bir laf söylüyor? E dolayısıyla bu daha tehlikeli benim için. 

O aileleri biliyorum ben zaten. O aile benim bakkalım, o aile benim alışveriş yaptığım market, o aile ev sahibim bilmem ne. Bu aileleri biliyorum. Bu aileler beni yıldıramaz ki. İsterse 1500 kişi, isterse 10000 kişi yürüsün. Benim o anlamda bilmediğim bir şey değil o. Ben kendimi zaten o ailelerle var ettim. O aileler bizim okuduğumuz okullarda da var, bize eğitim veren öğretmenlerde de var. Gittiğimiz doktorlarda da vardır. İlaç aldığımız eczane de o aile olabiliyor.

B.S.: Tabii bir yandan aile kavramını oranın o şekilde kullanıyor olması da bir taraftan problemli. Mesela lubunya çocukların da aileleri var ki. Bugün LİSTAG ne ki yani? Onlar sanki aile de o anne baba değil mi? Sen misin anne babası, sana mı kaldı? 

O yüzden bence bu de ki gece hayatı olsun, bu bir mekânın bir yere alan açması da olabilir. De ki bir festivalin alan açması olabilir, de ki bir kurumun. Birilerinin. Aile, birliktelik, bir araya gelme, alternatifler, nefes alma, delilik. Bizim bunları yaratabilmemiz önemli. Ben o anlamda bizim bu konuştuklarımızı da önemli buluyorum. Vaha yaratıyoruz zaten. Anahit bir vahaydı, yine Ziba da öyle. Sonunda demek istediğin bir şey var mı?

J.S.: Hiçbir zaman için pes etmememiz gerekiyor. Sizin yarattığınız KuirFest vardı, o vardı, bu vardı. Yapılacak bir sürü şey var. Evet, çok zor geçiyor. Çok zorlanıyoruz. Gereksiz yere mekândan, ondan bundan… Bir sürü şeyde zorlanıyoruz ama bir şekilde yolunu buluyoruz. Yapıyor muyuz?

B.S.: Tabii ki de yapıyoruz.

J.S.: Yapıyoruz. Ve kesinlikle yolumuzu buluruz biz. Çünkü az önce dediğim gibi o yolları iyi biliyoruz. O yolun nereye çıkacağını da iyi biliyoruz. Dolayısıyla ister sülale yürüyüşü yapılsın ister bilmem ne yürüyüşü yapılsın, ister yasa sunulsun ister başka bir şey yapılsın bir şekilde yolu bulacağımızı düşünüyorum.

B.S.: Ses kaydına giremiyor ama burada zafer işaretleri yapıyoruz şu an. Çok teşekkür ederiz efendim.

J.S.: Ah, ne demek.

Deşifre: Elif Sevimay