Korkunun hafızası: Beau is Afraid
Yazı: Zelal Buldan
Ari Aster’in Hereditary ve Midsommar’dan sonra A24 yapımı üçüncü filmi olan Beau is Afraid, 9 Haziran itibarıyla Türkiye’de vizyona girdi. Korku – komedi türündeki filmin başrolünde Joaquin Phoenix’i izliyoruz.
Film, yönetmenin 2011’de çektiği kısa metrajı Beau’nun uzun metrajlı hâli. 2011’de Billy Mayo’nun canlandırdığı Beau’nun evden çıkamayış hikâyesi, Beau is Afraid ile izleyeni daha geniş bir içsel yolculuğa davet ediyor.
Bu yazı, henüz Beau is Afraid filmini izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Konu nedir?
Beau, hiç tanışmadığı babasının ölüm yıl dönümü için aile evine, annesine doğru bir yolculuğa çıkmaya hazırlanır. Bir terapi seansında eve dönmekle ilgili hisleri hakkındaki soruyu geçiştirir. Beau’nun korkularıyla, travmalarıyla dolu paranoyak iç dünyasına girerek bu geçiştirmenin sebepleriyle yüzleşiriz.
İlk intiba
Film, Beau’nun doğum sahnesi ile başlıyor. Henüz başından üzerimize yüklenen bu gerginliğin, filmin geri kalanında da takip edeceğini ilk saniyeden anlıyoruz. Anne karnının güvenli ve sevgi dolu sınırlarını terk eden Beau’yu bir sonraki görüşümüz ise bir terapistin odası oluyor. Burada Beau’nun annesini ziyaret edeceğini öğreniyoruz. Anneye olan yolculukta Beau’nun anne karnına dönüş huzurunu yakalayıp yakalamayacağını düşünürken o, soruyu “Yine aynı rüyayı gördüm.” diye yanıtlıyor. Merak ettiğimiz rüyanın peşinde, Beau’nun iç dünyasını keşfe çıkıyoruz.

Karakterler üzerine
Filmi Beau’nun zihnindeki yansımalarla takip edişimizin bir sonucu olarak; onun dışındaki karakterleri Beau’nun korkuları, travmaları aracılığıyla tanıyoruz. Yani aslında karakterlerden çok, Beau’da bıraktıkları izler üzerine konuşabilmek mümkün oluyor. Beau’nun psikolojisi ile ilgili ise elimiz oldukça dolu. Bir terapi seansıyla başlayan film, bir terapi havasında devam ediyor. Babanın tamamlanamamış yasının izinde anne ile hesaplaşmaya şahit oluyoruz. Beau terapist koltuğuna oturttuğu izleyiciye bütün açıklığı ile, sansürlemeden; korkularından ve bu korkunun hafızasından bahsediyor.
Mantıksız kuruntuları ile tanımaya başladığımız Beau, kendi evinde dahi güvende hissedemiyor. Dış dünyanın karanlık ve ürkütücü taraflarını arkasında bırakmak için uğraşsa da bütün korkularını eve taşımayı başarıyor. Temsili bir aile evine yolculuk ile beraber, gidememenin ve aynı zamanda kalamamanın sıkışmışlığını en derinden hissediyoruz.
Filmi; Beau’nun yaşanmamış yasının, babanın kaybının dalga dalga büyüyerek bütün benliğe ulaşan etkilerinin teker teker çözümlenmesi olarak okuyabiliriz. Hiç tanımadığı babanın yasını yaşayabilmesi için daha önce hiç babası hakkında konuşmadığı annesi ile hesaplaşması gerekiyor. Başlangıçta terapistinin “Hiç annenin ölmesini diledin mi?” sorusuna “Tabii ki hayır!” yanıtı veren Beau, bu hesaplaşma için yeri gelince annesini zihninde öldürmekten hiç çekinmiyor. Annesinin yüzünü unutmak üzerine düşüncelere dalan Beau’nun, annesini zihninde öldürüşü ise yüzünü tamamen yok ederek, kafasını kopararak gerçekleşiyor. Annesiz ve babasız olmayı “benliği kaybetmek” olarak tanımlayan Beau için onu geri kazanmanın tek bir yolu oluyor. Anne ile hesaplaşarak anneyi geri almak, benliğine kavuşmak…
Nasıl hissettirdi?
Beau is Afraid, aile kavramı üzerine çokça lafı olan bir film. Korku – komedi türünde olsa da büyük bir dram sunuyor. Komedisinin verdiği rahatsızlıkla korkusunun verdiği gerginlik birleşiyor. Filmden çıkarken merak ediyorum, bu filmi Beau’nun değil de annenin bakışından izlesem ne görecektim?
Gerçek hayata dönüyorum, düşünüyorum. Beau’nun öğrettikleri ile kendi hikâyemdeki korkuların hafızasını yokluyorum. Merak ediyorum, kendi hikâyemi başkasının zihninden izlesem ne görecektim? Aradaki farkı hayal ederken düşüncelerimi filmden bir cümle tamamlıyor: “Hikâyemiz onu kimin anlattığına göre değişecek.”
