Dünyam, şu naylon torbalarda: Bir Dargeçit sohbeti
Hazırlayan: Ekin Sanaç, Merdan Çaba Geçer
1995 yılında Mardin, Dargeçit’te oğulları ve kardeşleri devlet güçlerinin elinde kaybolan ailelerin yaşadıkları; yıllardır Türkiye’deki cezasızlık, geçmişle yüzleşme, çatışma çözümü, adalet ve hakikat arayışı üzerine birçok tartışmaya kapı açmakta. 43. İstanbul Film Festivali’nde “En İyi Belgesel” ödülüne uzanan, Berke Baş’ın yönettiği, Enis Köstepen’in yapımcılığını üstlendiği Dargeçit, ancak 2015’te başlayabilen ilgili davanın duruşmalarını kayıp yakınlarıyla birlikte takip ediyor; süreci ve yitirilmeye çalışılan hafızayı irdelerken, etkileyici bir belgesel sinema örneği ortaya koyuyor.
Yargının faillere karşı cezasızlık politikası ve tüm bu adaletsizlikler karşısında kayıp yakınlarının hukuk mücadelesini gözler önüne seren Dargeçit’i izledik; hissettirdikleri ve düşündürdükleri hakkında bir sohbete koyulduk.
Merdan Çaba Geçer: Dünyadaki en uzun süreli sivil itaatsizlik eylemlerinden birini gerçekleştiren Cumartesi Anneleri / İnsanları, bu sohbetin yayımlanacağı 25 Mayıs’ta 1000. kez Galatasaray Meydanı’nda buluştu. İlk kez 1995’te İnsan Hakları Derneği bünyesinde buluşarak eyleme başlayan Cumartesi Anneleri, 1000 haftadır, kayıplarının akıbetini sormak ve faillerin yargılanması taleplerini iletebilmek için yılmaz bir inançla nöbet tutuyorlar.
Şimdi konuşacağımız Dargeçit belgeselinin arkasındaki Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, “Cumartesi İnsanları’nın hakikat ve adalet mücadelesi olmasaydı Dargeçit belgeselini yapmak da mümkün olmayacaktı.” diyor. Dolayısıyla Dargeçit‘in İnsan Hakları Derneği‘nin katkılarıyla bu hafta, birçok farklı şehirde yaptığı gösterimler oldukça zamanlı hissettiriyor, değil mi?
Ekin Sanaç: Evet, Dargeçit belgeseli için çalışmalar 2017’de, çekimler ise 2018’de başlamış. Kamera, 2015’te başlayan Dargeçit Davası’ndaki adalet mücadelesini ve hukuksuzluğu bu davanın son beş yılı ve 17 celse boyunca takip ediyor. Yani karşımızda yedi yılı aşkın bir süreçte hazırlanmış bir yapım duruyor.
17-31 Mayıs Uluslararası Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası ve Cumartesi Anneleri’nin 1000. haftası ile eş zamanlı olarak Hakkari’den Antep’e pek çok şehirde gösterildi / gösteriliyor. Zaten film henüz yolculuğunun başında ama hem Türkiye’de (hem Türkiye dışında) çok kapsamlı bir yolculuğu olacağına kalpten inanıyorum.
Merdan Çaba Geçer: Ben de öyle. Filme konu olan adalet mücadelesinin daha görünür hâle gelebilmesi adına, Dargeçit‘in olabildiğince farklı noktalarda gösterim şansı bulabilmesi çok değerli. Filmin 43. İstanbul Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülüyle ayrılmış olması da bu hususta bir katkı sağlayacaktır herhalde.
Yönetmen Berke Baş ödül konuşmasında, gelen izleyici tepkileri sonrası adaletin sağlanacağına dair umutlarının yeşermeye başladığını söylemişti. 2022’de biten Dargeçit Davası’nın beraat kararına itiraz edildiğini, dosyanın iki yıldır istinaf mahkemesinde beklediğini ve herhangi bir karar verilmezse 2025’te zamanaşımına uğrayacağını biliyoruz. Dolayısıyla sanatsal tüm değerinin yanı sıra; kamuoyunu aydınlatmak, cezasızlığa karşı mücadelenin sesini yükseltmek adına da filmin daha fazla kitleye ulaşması son derece mühim.
Ekin Sanaç: Evet, zaten Dargeçit hem İstanbul Film Festivali’nde hem Uçan Süpürge’de tıklım tıklım salonlarda izlendi ve sanki izleyenlerde çok ortak yaşanan bir his de şu: “Lütfen herkes bu filmi izlesin.” Bu nedenle önce İstanbul Film Festivali yarışmasında görmek, sonra Ulusal Belgesel Yarışma Ödülü’nün Dargeçit‘e verilmesine tanık olmak çok değerli.
Hafıza Merkezi uzun yıllardır kayıplar üzerine çalışan bir kurum ve böyle bir belgesel yapma olasılığı da bir toplantı esnasında gündeme gelmiş. Dargeçit‘in yapımcısı Enis Köstepen o zaman Hafıza Merkezi’nde çalışıyor ve böyle bir belgesel çekme olasılığı için yönetmen olarak Berke Baş’ın kapısını çalıyor. Her şey işte böyle başlıyor.
Kayıplar için yıllardır sürdürülen mücadele öyle bir konu ki hiçbir şekilde ve asla kıyıda kenarda kalmaması gerekiyor. Dargeçit‘in bu görünürlüğünün böyle de bir anlamı var. Festivalde Dargeçit’e ödülü takdim edilirken gerekçelerden biri olarak da nitekim şöyle dendi: “Belgesel sinemanın ortaya çıkışından itibaren adalet arayışıyla olan kaçınılmaz bağını bir kez daha hatırlattığı için…”
Merdan Çaba Geçer: Öte yandan belgesel sinemanın bu gibi meselesi kendinden kallavi örnekleri, sanatsal değeri bağlamında göz ardı edilebiliyor veya küçümsenebiliyor bazen. Bu nedenle jürinin gerekçeler arasında filmin estetiğine ve sinemasal diline dair yaptığı yorumları pas geçmemesine de sevindim ben. Filmin o yönünü de konuşuruz ama bahsini geçirdiğin başlangıç noktasına dönelim şimdi istersen.
Berke Baş’ın Altyazı’ya verdiği demeçten öğrendiğim kadarıyla Enis Köstepen 2017’de Berke Baş’a ulaştığında, ailelerin bu konuda bir belgesel yapılması isteği olduğundan bahsediyor. Dolayısıyla kayıp yakınlarının her aşamada parçası olduğu bir proje bu. İşe koyulduklarında Lice Davası ve Cizre Temizöz Davası’nı da takip ediyorlarmış aslında ama odak nokta bir yerden sonra tamamen Dargeçit olmuş ve diğer bütün davaları temsil etmesi gayesi taşınmış.
Ekin Sanaç: Dargeçit, sanıkların beraatiyle ve cezasızlıkla sonuçlanan davalarından yalnızca bir tanesi. Belgeselin Dargeçit davasına odaklanmasının biraz zamanlamalarla da ilgili olduğunu anlıyoruz.
Merdan Çaba Geçer: Epizodik bir yapısı var filmin ve bahsettiğimiz celselerle ilerliyor anlatı. Ben Berke ve Enis’in elinde kameralarla, neredeyse iki kişilik bir çekim ekibi olarak böylesi bir işin altından kalkabilmelerinden çok etkilendim açıkçası. 7 yıl ve onların 10.’sundan sonra dâhil oldukları 26 duruşma…
Ekin Sanaç: Üstelik duruşmalar kayıp yakınları ve ailelerin ulaşımını sekteye uğratmak amacıyla görülmesi gereken Mardin’de değil, kilometrelerce uzaktaki Adıyaman’da görülüyor. Dargeçit film ekibi iki kişi olsa da aslında filmin kendisi gibi, bu mücadeleyi sürdüren aileler ve avukatlar bu çekimlerin mümkün kılınmasında da başroldeler. Berke ve Enis bu duruşmalara sıklıkla avukat Erdal Bey’in (Erdal Kuzu) arabasına atlayarak seyahat ediyorlar.
Ekin Sanaç: Az önce dediğin gibi filmin diline dair konuşmak için ben de sabırsızlanıyorum. Törende Çiğdem Mater ve Mine Özerden’e de selam gönderildiği ödül takdiminde, filmin özellikle “nazik ve incelikli dili”ne vurgu yapılması beni de çok mutlu etti. Daha doğrusu Dargeçit’in sahip olduğu nazik sinemasal dil esasen çok etkileyici ve vurgu yapılmayacak gibi de değil. Acaba bu biraz yönetmen Berke Baş’ın filmi teknik anlamda da kurgu anlamında da bütünüyle bu mücadelenin öznelerinin sesini dinleyerek ve duyarak, gerçekten onlara teslim ederek yürütmesi, kayda aldığı süreçle birlikte sakinlik içinde ilerlemesine bağlamak mümkün mü? Ne dersin?
Merdan Çaba Geçer: Bahsettiğin ödül takdiminde bahsi geçenlerden biri de filmin künyesinde de yer alan ve yüzde 99 engelli raporuna rağmen çektiği bir belgesel sebep gösterilerek cezaevine konulmak istenen Çayan Demirel’di.
Ben açıkçası ilk defa bir üretimini izliyorum Berke Baş’ın ve bilmiyorum yakın tarihlerde aynı festivalde izlemiş olmamdan mı kaynaklı; bir başka vurucu belgesel No Other Land ile bir paralellik kurdum istemsiz. Filistin sınırlarında bulunan Masafer Yatta’nın İsrail askeri güçleriyle nasıl işgal ve yok edildiğini anlatıyor o da. İki filmin de kamera arkasında nezaketini ve ahlaki duruşunu yitirmemeye gayretli gözler hissettim. Kendini öne çıkarmamak, dinlemek ve anlamak üzerine bir yaklaşım… Böylesine yakıcı, sert, detayları boğazı düğüm düğüm eden bir davayı izletirken yönetmenin empatiyi ve sakinliğini yitirmeyişi; daha da önemlisi konu bu kadar müsaitken izleyici duygularına yön vermeye, manipüle etmeye çalışmaması takdir edilesi bir tercih bana göre.
Ekin Sanaç: Hatta filmin bir noktasında Berke Baş, Erdal Bey’in arabasında seyahat ederlerken ona soruyor, “Öfkelenmiyor musunuz? Nasıl sakin kalıyorsunuz?” diye. Erdal Bey de böyle hukuksuz bir ortamda elbette öfkenin de olduğunu ancak sakin olmakta fayda olduğunu söylüyor ve bunun umudu yitirmemek için de böyle olması gerektiğine inandığını paylaşıyor.
Bu arada Berke Baş’ın (Melis Birder ile yaptığı) Bağlar belgeselini izlemiştim daha önce. Çok çok iyi bir belgesel. Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinin bölgesel lig basketbol takımının üç sezonluk (2010- 2013) mücadelesini izliyoruz onda da, “Savaşa rağmen umudun” gözlerinin içine bakarak.
Yani gerçekten de gerçekler ne kadar yakıcı ve sertse, Berke Baş’ın belgeselinin dili ve anlatısı tam tersi bir yerden şefkatli ve incelikli. Bu da Dargeçit’in kayıt altına aldığı adalet arayışı ile, Cumartesi Anneleri / İnsanları’nın mücadelesi ile dolaysız bir bağ kuruyor. Tabii yanlış ifade etmiş olmayayım, belgeseller illa böyle anlatılmalı gibi bir şey elbette demiyorum. Ama Dargeçit belgeselinde kayıp yakınlarının ve avukatların mücadelesini lanet olsun ki senelerdir gözümüzün önünde süren polis şiddeti imgeleri ile değil de onların adımları, onların cümleleri, onların mimikleri ile takip etmek başka bir temas alanı açıyor. Bunu düşündükçe çok etkileniyorum.
Merdan Çaba Geçer: Davaya konu olanlar ve dava sürecinin kendisi zaten başlı başına yeterince provoke ediciyken, seçmeyi tercih ettiği bakış tam da mağdurun, kayıp yakınlarının, Cumartesi Anneleri’nin bakışı. Dediğin gibi filmin niyetiyle birebir örtüşen bir sinemasal tercih bu.
Bana göre Dargeçit’in bir başka mahareti de bir yandan çok ağır ve hassas bir yandan da uzun soluklu, yıllara yayılmış ve farklı katmanlara sahip dallı budaklı bir konuyu; bahsi geçenlere hiç aşina bile olmayanların da bağ kurup hakim olabileceği kadar yalın bir yerden anlatabilmesi… Bu sadeliği yakalayabilmenin, ona ulaşabilmenin de kolay olmadığını düşünüyorum şahsen. Hatta arşiv görüntüleri kullanmama fikri bile masadaymış fakat Dargeçit davasının ötesindeki hukuki boyutu yansıtabilmek adına vazgeçilmiş. Bence iyi ki de vazgeçilmiş çünkü özellikle kuyu sekansları misal bende çok güçlü bir etki bıraktı. Kamera merceğinin yağmur suyuyla kaplanması ama çekenin silmeyişiyle, çevredekilerle (ve belki seyirciyle) birlikte görüntünün de “ağladığı” bir an gibi ele aldım o saniyeleri.
Ekin Sanaç: Ne güzel dedin, görüntünün de ağlaması tam olarak. Dargeçit, bu konudaki ilk belgesel değil bu arada. Sanıyorum o kazı görüntüleri de Bîr / Kuyu belgeselinden.
Merdan Çaba Geçer: Evet, Bîr / Kuyu‘yu çeken Veysi Altay ve daha birçok başka isim arşivlerini paylaşmışlar kendileriyle.
Ekin Sanaç: Aslında herhangi bir şeyi ele alırken, hele de dediğin gibi burada olduğu gibi dallı budaklı bir hafızaya şekil verirken, bağ kurulabilir bir anlatı yaratılması gerçekten çok değerli. Belki tam da umut verici olduğu için böyle. Bunun bir sebebi, Dargeçit dava sürecinde net olarak izlediğimiz gibi kanıt kanıt her şeyin ortada olmasına rağmen bu insanların adaleti bulamayışının da çok net, dümdüz bir şekilde gösterilmesi. Hani bir şeyleri rasyonalize etme ihtiyacında oluyoruz ya sıklıkla – ki bu iyi bir fikir -, bu akıl almaz süreci kim nasıl rasyonalize edecek şimdi? Böyle yalın bir soru da bırakıyor ardında böyle yalın olunca bir anlatı. Yani her kimse o, izleyenini ayırmadan, “Bir dur ve sadece izle, ne görüyorsun?” diye de soruyor belki bir anlamda.
Bir diğer taraftan da kamuoyunun aydınlatılmasından, hiç aşina olmayanların bağ kurma ihtimallerinden bahsediyoruz ya hani şimdi. İster istemez insan şunu da soruyor: Kamuoyu gerçekten bilmediği için mi aydınlatılacak? Bunu bilmemek ne tür bir düzenin parçası? Bilmemenin ne kadarı imkan dahilinde ki? Bimemenin ne kadarı öğrenmemeyi tercih etmekle alakalı? Bütün bu mücadele ve bu mücadeleyi en yalın haliyle gösteren bu film, bu soruları da sordurabiliyor.
Merdan Çaba Geçer: Vicdani bir yerden konuşuyorum çünkü ideolojisi tarafından zehirlenmemiş herhangi bir bireyin; üçü çocuk yedi kişinin baskınlarla gözaltına alınmalarını, Filistin askısıyla işkence görmelerini, infaz edilmelerini, cesetlerinin kör kuyulara atılmasını, bu kuyularda bulunmuş kemikler ve görgü tanıklarına rağmen faillerin cezasız bırakılmasını kabul etmeyeceğine inanmak istiyorum. Öte yandan bu 20 yıllık bir süreç ve her şey o kadar sistemsel ki kamuoyunu aydınlatmaktan ziyade yüzlerini çevirdiklerini veya inkar ettiklerini hatırlatmak daha doğru bir kullanım gibi, haklısın.
“Hukukun olmadığı yerde, bu biraz da vicdan meselesi.” diyor bir sahnede Avukat Erdal Bey. Tam olarak bu. Film boyunca dört kere mahkeme heyetinin değiştiğini öğreniyor ve ayrılan mahkeme başkanının muhtemelen vicdanının sesini dinlediğini, bu kararın altına imza atmak istemediğini söylüyor.
Yaşam hakkını korumakla mükellef olan yapı öldürürken, geride elimizde toplum vicdanı kalıyor maalesef. Gücü arkasına almış bireyin adaletli şekilde hareket etmesi umuluyor lakin faillerin değil yargılandıkları, ödüllendirildikleri bir mekanizma var. Kayıpların olduğu dönemin Dargeçit Jandarma Karakolu Komutanı Yüzbaşı Mehmet Tire, bir dönem Bodrum Gümüşlük Belediye Başkanı seçilmiş. Yine davada adı geçen Tabur Komutanı Hurşit İmren de Sivas Çepni Belediye Başkanı olmuş. Vicdanına kulak verenler ise cezalandırılmış, tıpkı cinayetleri ihbar ettiği için infaz edildiği iddia edilen Uzman Çavuş Bilal Batırır gibi…
Suçluyu, kendisine şikayet etmenin çıkışsızlığı içindeyken; suçun öğrenilmesini, duyulmasını sağlama çabası bana en mâkul yol gibi geliyor. İşte tam da bu yüzden Dargeçit‘in anlattıkları ve Cumartesi Anneleri / İnsanları’nın çalışmaları çok değerli.
Ekin Sanaç: Berke Baş, ödülünü Cumartesi Anneleri / İnsanları’na ithaf ettiği konuşmasında, bu meselenin sadece mahkemelerde bitmediğini, mücadeleye dahil olmanın bir filmi izleyince bile bazen olabildiğini söylemişti nitekim. Ve Dargeçit‘in bir belgesel yapım olarak niteliği de bence bu yüzden epey önemli. İnsanlar ve şu anki konumuzda film izleyicisi, aslında artık ona ne düşüneceğinin, ne hissedeceğinin söylenmesini, parmak sallanmasını da istemiyor. Eğer ki kaskatı kesilmiş vicdanlar, hissizleşmiş ruhlar ve bazen nedenini bile tam olarak bilmezken ayrışma / ayrıştırılma arzusuna sıkı sıkıya tutunan psikolojiler arasında bir şeylerin biraz da olsa değişmesini umut etmeye devam etmek istiyorsak, bu galiba biraz önemli bir konu.
Yine Hafıza Merkezi’nin çalışmaları aracılığıyla bahsini duyduğum bir yaklaşım var: Heartwired. ABD’de bir grup araştırmacının önerdiği ve uyguladığı bir çalışma metodu. Heartwired yaklaşımı, farklı alanlarda toplumsal adaletin sağlanması ve toplumsal değişimlerin teşviki için kişilerin zihinlerindeki belirli ideolojiler ya da “tuttukları taraflar” ile ne şekilde gönül bağları kurduklarına bakmayı seçiyor. O kişilerin hikayelerine, deneyimlerine ve yaşanmışlıklarına kulak vererek zihinler ve gönüller arasındaki bağları çözümlemeye çalışıyor. Yani bir nevi kişilerin “kalbine” bakarak derinleştiriyor konuyu ve kişilerin kendi hikayeleri bağlamında nasıl belirli ideolojilere tutunduğuna bakarak oradaki düğümleri anlama ve belki çözme imkanlarını araştırıyor. Sosyal değişim için böyle bir yoldan gitmeyi öneriyor. Yani ben çok kabaca anlattım tabii şimdi, merak edenleri Heartwired’ın sitesine alabiliriz.
Merdan Çaba Geçer: Hiç duymamıştım, çok etkileyiciymiş. Bazen bir özneyle kurduğun bağ seni bir ideolojinin kıskaçlarından kurtarmaya yetiyor sahiden.
Ekin Sanaç: Mesela filmdeki Sezen Aksu – “Günaydın Memur Bey”in çaldığı o etkili sahneyi biraz konuşalım ister misin?
Merdan Çaba Geçer: “Günaydın Memur Bey” sahnesini de tam böyle bir yerden okumak mümkün bence. O bölgede yaşamayanlar için bambaşka bir gerçeklik belki de vuku bulanlar ve filme yansımaları. Fakat sonra devreye bir Sezen Aksu şarkısı giriveriyor ve o aşina oldukları ses üzerinden belki de yeni bir empati alanı doğuyor. İzlediğin acıların senin gerçekliğin kadar, hep kulağına çalınan o ses kadar sahici olduğu yüze çarpıyor.
Bu sahnede en hoşuma giden detay, avukat beyin sigara yakarken “Dünyam şu naylon torbalarda” dizesini tekrarlayıp duygulanması oldu. Zaten filmin en güzel taraflarından biri kendisiyle tanışmak oldu kendi adıma. İçsel motivasyonlarıyla, kayıp yakınlarıyla olan iletişimiyle, hiç söndürmediği sigarasıyla; kurgusal bir düzleme otursa yadırganmayacak kadar orijinal bir karakter bence.
Ekin Sanaç: Gerçekten öyle, mizahı elinden bırakmayışı, aralarda patlattığı espiriler de gerçekliğin hayatın farklı katmanlarından yüzümüze vurulmasının çok değerli birer parçası oluyor. Ve filmde “Günaydın Memur Bey”i dinlediğimiz gece sahnesi tam olarak filmin deri altına geçeceği anlardan biri. Bir yönetmenin izleyici için açtığı böyle duygudaşlık imkanı veren kapılar çok değerli.
Sinematek/Sinema Evi’indeki gösterimin ardından bu sahneye dair yöneltilen bir soruya cevaben Berke Baş o kadar hoş bir yanıt verdi ki. Bu sahnenin sinema salonunda, yani aynı sahnedeki karanlıkta izleneceğini düşününce çok ortak bir deneyime dönüşmesini hayal ettiğini, hatta elinde olsa şarkıyı tam süresi boyunca, kesintisiz olarak o sahnede dinletmeyi arzuladığını ekledi.
Bu arada şarkı aslen Sakin grubuna ait ve adı “Kurtlu Kuyu”, Sakin solisti Onur Özdemir’in yazdığı bir şarkı. Sezen Aksu da yorumluyor sonrasında. Filmde de bu yorumu duyuyoruz. Sakin versiyonu mu Sezen Aksu versiyonu mu da bir yandan tartışılmakta.
Merdan Çaba Geçer: Şarkıyı ilk Sakin’den dinlemiştim, o yüzden Sezen Aksu şarkısı olarak kodlayamıyordum ama sanki Sezen Aksu gibi bir figür lazımmış konuştuğumuz deneyimin yakalanabilmesi için, Sakin olmazmış.
Ekin Sanaç: Evet, Sezen Aksu yorumu daha iyi değil konu ama, o sahneden izleyiciye doğru o köprüyü Sezen Aksu’nun yorumu kuruyor. Tabii bu şarkının Seyhan Doğan için yazılmış olduğunu da ekleyelim. Bu arada Teoman’ın “Benim Annem Cumartesi” yorumu da 1000. Hafta için an itibariyle yayında.
Merdan Çaba Geçer: Söz – müziği Bandista’ya ait olan, daha önce de birçok kez yorumlanan “Benim Annem Cumartesi”ye bir Teoman dokunuşu gelmesi güzel sürpriz oldu. Yine Sezen Aksu gibi konu hakkında empati alanı yaratma gücü bulunan Teoman da bahsettiğin cinsten bir duygudaşlık kapısı açmış sanki.
Doğru, Seyhan Doğan’a yazılmış Kurtlu Kuyu. Çocuk yaştaki Seyhan’a yaşatılanlar ve kardeşi Hazni Doğan’a günümüzdeki yansımaları, filmin en sarsıcı kısımları arasında diyebiliriz herhalde. O matemin sınırlarının artık öyle genişlemesi ki Seyhan’ın köpeğinin dahi travmadan nasibini alması… Annesinin “köpeği bile bu acıyı taşıyamıyor, ben nasıl duruyorum” demesi ve Seyhan’ı sayıklayarak hayata gözlerini yumması… 11 yaşında abisiyle işkence görmüş, tabutta uyanan Hazni’nin yıllar sonra abisinin kemiklerini kuyudan kendi elleriyle çıkarması… “Bu yaşadıklarımı kendime izah edemiyorum” diyen Hazni’ye hak vermemek çok güç.
Berke, “Çocuk meselesini daha kabul edilebilir bir hikâye olarak kullanmak istemedik.” diyor Artı Gerçek röportajında. Sadece Seyhan’ın, Davut’un veya Nedim’in yaşları değil davanın vahameti; tüm kayıplara yaşatılanlar oturuyor içinize. Yaş konusu, bu akıl almaz karanlığın boyutunu algılamak açısından önemli daha ziyade.
Ekin Sanaç: Hazni’nin kemiklerini görür görmez Seyhan’ı tanıdığı ve onu içinden elleriyle çıkardığı o kuyu 2012’de kazılmış. Kuzenini de çıkıyor hatta bu kuyudan Hazni. Avukat Erdal Bey’in filmde dediği gibi, “İnsanlık hafızası için çok acayip” bir yaşanmışlık bu.
Filmde Abdülaziz Altınkaynak’la tanışma imkanımız da oluyor ki kendisi İstanbul Film Festivali gösterimlerine, soru-cevaplarına da katıldı. Abdülaziz Bey, 1996 Kasım’ında Dargeçit’te gözaltına alınarak kaybedilen, Seyhan gibi 13 yaşında olan Davut Altınkaynak’ın babası. Film, Davut’un fotoğrafıyla açılıyor. Sanatçı Anıl Olcan, Hafıza Merkezi’nin birkaç yıl önce Karşı Sanat’ta düzenlediği Aşikar Şır sergisi için kayıpların vesikalık fotoğraflarını mermer taşlara basarak bir anıt hazırlamıştı. Davut’un anıt taşının hazırlanma sürecine eşlik ederek başladığımız film ilerledikçe Abdülaziz Bey’den bu fotoğrafın hikâyesini de öğreniyoruz. Kalabalık bir aile fotoğrafından büyütüldüğü için diğer bazı vesikalıklar gibi netliği düşük. Çünkü Davut’un tek fotoğrafı. Abdülaziz Bey soruyor: Ya o gün o fotoğraf çekilmeseydi?
Merdan Çaba Geçer: Akıldan çıkması çok zor bir imge, çok güçlü bir temsiliyet bahsettiğin fotoğraf ve belli belirsiz o gülümseme. Babasının da dediği gibi kendisine dair her şey yok edilmeye çalışılan bir insanın varlığı kanıtlayışı aslında. Bahsettiğin mini anıtlar kayıpları adeta tekrar yeryüzüne çağırıyor sahiden.
Ben de Abdülaziz Bey’in bir gösterimdeki şu sözünü aklımdan çıkaramadım: “Davut; Edirneli, Egeli bir çocuk olsaydı katillerine beş sefer müebbet hapis cezası verilirdi. Ama onun katilleri ödüllendirildi.”
Ekin Sanaç: Her bir fotoğrafın anısının hak ettiği onurlu yaşamına kavuşması umuduyla… Ve bir kez daha, Dargeçit‘i herkes izlesin, n’olur. Bu arada filmin afişinde gördüğümüz font sanatçı Vardal Caniş’in Hafıza Merkezi için dava izlemelerinde yaptığı çizimlerden alınma. Onu da ekleyelim.
Merdan Çaba Geçer: Dargeçit‘e daha fazla gösterim olanağı sağlamak için Hafıza Merkezi ile iletişime geçebileceğinizi de hatırlatalım.
Ekin Sanaç: Cumartesi Anneleri / İnsanları’nın değerli sesi Türkiye’nin batısında da, her yerde yankısını bulsun.
Merdan Çaba Geçer: Failler belli, gecikmiş adaleti de artık istiyoruz. Hukukun adil, tarafsız ve etkin bir şekilde uygulanmasını arzuluyoruz. Teşekkürler Dargeçit davasının mücadeleleriyle ilham veren kayıp yakınları, Cumartesi Anneleri / İnsanları, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, İnsan Hakları Derneği ve elbette teşekkürler Dargeçit film ekibi.