Bono’nun tek kişilik gösterisini neden izleyemedim?

Yazı: Utkan Çınar

Yeni belgesel / şov Stories of Surrender, Bono’nun, U2 ve kendi kariyerini anlattığı müzikli tek kişilik bir gösterisi. Açıkçası hızlı hızlı geçerek baktım. Hepsini izlemek içimden gelmedi ki bunun nedenini yazıyı okuyunca anlayacağınızı umuyorum. Genel olarak yaşına göre Bono’nun arada kullandığı vokali iyi geliyor. Grup üyelerinin bu şovda birer sandalye (!) olarak yer alması sıkıntı. Her neyse seyretmeye tahammül edemedim kısaca. O yüzden belgeseli yorumlamak yerine niye seyredemediğimi anlatmak isterim. 

Öncelikle pek cool tınlamayacak olsa da dürüstçe U2 ile kişisel ilişkimi anlatayım. Bir hesaplaşma da olsun bu. Yalan yok, U2 dinleyerek büyüdüm. Baya hayrandım da. O dönem MTV’nin de oldukça sevdiği grup olmaları ve internet öncesi dönem neredeyse tek müzik öğrenme kanalımız da MTV olduğu için ister istemez etkileniyorsunuz 13-14 yaşında. “One”, “Love is Blindness” vs çok sevilirdi etrafımda. Cool çocuklar Acrobat severdi. Grubun ZooTV turnesi performansı da etkilemişti. Şarkılarını çalmayı öğrendim; Best of CD’lerini bile aldım. 16-17 yaşlarında Bono’nun Zooropa dönemi taktığı stilin az daha iddialısı gözlüklerle gezdiğimi de hatırlarım. (kendime not: Bu oversharing olabilir) 

Sonralardan DJ’lik yaptığım zamanlarda çok ender de olsa “Gone”, “Lemon”, “Ultra Violet” gibi sevdiğim şarkılarını çalsam da sanatçıyla sanatını ayırmaya çalışmışımdır hep, belli yaşın altındaki insanların tepki verdiği bir müzik değil artık. Bunu müziklerinin kötü yaşlandığına bağlayamayız. Achtung Baby, Zooropa; Brian Eno, Daniel Lanois… Bunlar zamanında fütüristik işlerdi ve kanımca şimdiden bakıldığında boğuk sound derdinden muzdarip olsalar da, özellikle Achtung Baby kesinlikle 2018 remaster’ından dinlenilmeli, sağlam fikirler barındırıyorlardı. 

Fotoğraf: Anton Corbijn

Peki cevap ne? Bono’nun seneler içinde yarattığı imajı diyerek indirgemecilik yapayım. Ama öyle. Kariyerlerinin görsel arşivi bol, buna rahatlıkla şahit olabilirsiniz. İlk işlerini henüz 19 yaşındayken yapan Paul Hewson ve grubu 1985’e kadar akılda kalıcı besteleri olan sevimli bir post-punk grubuydu. Asında post-punk olarak nitelemek de ne kadar doğru bilemiyorum. “Sevimli”den anlayın. “Sunday Bloody Sunday” gibi şarkılarla çevrelerinde olan bitene duyarlı olduklarını da gösteriyorlardı. Amerikan rüyasıyla baştan çıkmalarıyla The Unforgettable Fire (U2 v.1’in bitişi) ile Joshua Tree arasında bir yol ayrımına girdikleri kesin. Joshua Tree ile ABD’yi fethetmeyi başarmaları, Bono’nun ego patlamasının big bang’i olmalı. 

Ardından gelen, çok da akıllıca bir hareket olan, Berlin ziyareti en verimli ve kendine güvenli dönemlerini başlattı. Berlin Duvarı yıkılmadan önceki son uçakta oldukları söylenir ama bu tam da Bono’nun yayacağı bir sıkışa benziyor! Achtung Baby ve Zooropa*. Zirveleri. 1990’larda Bono da artık görsel bir ikon olmak da istiyordu. Gözlükler (elini alnına vuran emoji), karakterler yaratmalar, devasa turneler, sahne şovları. Bono bir arena rock star’ı olmuştu. Bu arada Gavin Friday** ile takılıyor, grup Batman filmine müzik yapıyor, Bono şeytan kılığına girip Beyaz Saray’ı telefonla işletiyordu sahneden. 

O dönem Sarajevo’da konser vermesi (radyo canlı vermişti kasete çekmiştim, sesi gitmiştir bu konserde), nükleer karşıtlığı vs. gündem olduğu gelişmeler olsa da ardından gelen Pop düşük bir karşılık bulmuştu. Bu tamamen müzik yüzünden değil diye düşünürüm, imaj yıpranmaya başlamıştı. Albümü severim aslında. Hafif endüstriyel ve trip hop etkili şarkılar çalışmıştır. Ama nedense uzunca süredir tamamen konser setlistlerinden çıkarmış(larmış). Albümle aralarına mesafe koymaları garip. Sunumsa problemliydi! PopMART turnesinde sahneye dev bir limonun içinden çıkan grup bir kere limonun açılmamasıyla (!) Spinal Tap’i de hayata geçirmişti. 

PopMART Tour, Ağustos 1997, Belfast

Devamında artık gücü azalmaya başlayan MTV’de sürekli karşımıza çıkmaya devam vokalist, 2000’de yayınlayacakları yeni albümleri öncesi “Dünyanın en büyük rock’n roll grubu olma” işine talip olduklarını açıklıyordu. İşte burada duralım. ”Read the Room” (Odayı oku; ortamdaki eğilimi anla, sez diyelim) diye bir söz vardır. Güç zehirliyordu. All That You Can’t Leave Behind da içinde sıradan fikirlerin olduğu önceki 20 yılı oldukça aratan bir çalışmaydı.*** Yine de kaale alınabilecek son albümleri olduğunu söyleyebiliriz. 

Sonra Bono’yu George W. Bush ile el sıkışırken gördük. Bunu ne amaçla yapmış olursa olsun yalanlar üzerine inşa edilmiş Irak ve Afganistan işgali döneminde bu neo-conların kuklası adamla el sıkışmak iyi PR olmamalı. Balık tutmayı öğretmek yerine balık vermek için kötülerle anlaşmayı makul görmek. Sonra Apple ile anlaşıp Song of Innocence isimli 2014 tarihli albümlerini otomatik olarak insanların iTunes kitaplığına indirilmesini sağladılar. İnsanlar bu zorlamaya ters tepki verince gene felaket bir halkla ilişkiler çalışması görmüş olduk****. Yine, “read the room”. Gece siz uyurken birinin evinize girip albüm koleksiyonunuzun içine kendi albümünü eklemesi gibi. Mahreminize müdahale. Washington Post’tan Chris Richards buna “Distopik bir junk mail olarak rock n’roll” demiş. İyi bir özet. Müzik? Bahse girerim herhalde aklınıza gelen ilk yirmi U2 şarkısı arasına girecek bir şarkı söyleyemezsiniz. 

2017’de sızdırılan Paradise belgelerinde Litvanya’da vergi kaçırdığı düşünülen bir şirketin sahibi olduğu alışveriş merkezinin ortaklarından biri olduğu ortaya çıkmıştı. Sonra tabii bu topraklarda yaşayanları da ilgilendiren en önemli husus, Boğaz Köprüsü’nde o zamanki dışişleri bakanı Egemen Bağış ile el ele yürümesi. Hatta sahneden ona teşekkür edip yuhalanması. (Konsere gitmedim, kulağıma gelen bir olay) Yiğidi öldürüp hakkını da verelim. Bir diğer önemli husus da aynı konserin öncesinde 1995’te gözaltında kaybedilen Fehmi Tosun’un ailesiyle bir araya gelmeleri, grubun konserine “zorla kaybedilen Fehmi Tosun’u unutmayın” diye başlaması ve Plaza de Mayo Anneleri ile Cumartesi Anneleri için şarkı söylenmesi. Bunu editörlerim sayesinde hatırlamamın da tek suçlusu ben değilim diye düşünürüm.

Bütün bunlar Bono’nun altından kalkamayacağı yükler alıp dünyanın en makaraya alınan müzisyenlerinden birine dönüşmesini sağladı. Bu kadar cringe eski ekol rock yıldızı biliyor musunuz başka? Artık sanırım o kadar bile değil. Arada açıp nostaljik duygularla Achtung Baby dinlerim, gerisine pek elim gitmiyor artık. 200 milyona yakın albüm satmış grubu da eski fanlar dışında ne yaptığını kimse umursamıyor sanki. 

Bir fıkra geliyor aklıma… Bono sahnede el çırpmaya başlıyor ve “her el çırpışımda Afrika’da bir çocuk ölüyor” diyor, bir seyirci de “o zaman el çırpmayı bırak !?!?” diye cevap veriyor. Gerçekliği gayet şüpheli ama biraz anlatır sanki onun algısını; empatiden yoksun iyi niyet, kendinin farkında olmama ve felaket bir halkla ilişkiler! İnternetin, globalleşmenin, sosyal medyanın rockstarlık müessesesini öldüreceğini tahmin edemediğini ve değişemediğini düşünüyorum. Hiç katılmasam da Cobain’in de veda mektubuna yazdığı Neil Young sözü “Yanıp kül olmak, solup gitmekten iyidir” sözünü biraz gerçek kılıyor kariyeri.   


Yazar Notu: Hakkının biraz yendiği düşündüğüm 1992-93 sezonunda yayımlanan The Ben Stiller Show’daki U2 betimlemesi de her şeyi hem çok komik hem de hakkıyla anlatıyor. Fazla söze gerek yok. Buradan ulaşabilirsiniz. 

*Sonraki yıllarda yayımlanan yüklü edisyonlarda bolca remiks var. Genelde iyi olma yüzdesi düşüktür böyle işlerin ama U2’nun hakikaten de elektronik müziğin ilk devrimini yaşadığı o yıllarda seçimleri baya başarısız. Fazla trance, techno ağırlıklı basit fikirli işler. Ki her iki albümün de soundları çok daha kaliteli remikslere açıktı diye düşünüyorum. 

**In the Name of The Father’ın soundtrack’i için. Soundtrack albümleri tarihinde iyi bir yerdedir. Wim Wenders, Salman Rushdie gibi tayfayla da takılmışlığı vardır. Bir dönem makul bir entelektüelliğinin olduğunu itiraf etmeli. 

***REM’in de düşüşü aynı zamanlardır. İki 80’ler devinin aynı zamanda cephanelerinin bitmesi ilginç.

****Biyografisinde bu hatanın sorumluluğunu aldığını belirtelim.