Can Bora’yla disiplinlerarası “DreamBazaar” üzerine

Tiyatro serüveni Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde başlayan ve Fransa’ya kadar uzanan Can Bora, 2011’de disiplinler arası yaratım kolektifi berika’yı kurduğundan beri çalışmalarına İstanbul’da devam ediyor. İstanbul’da Müjdat Gezen ve Pera’da eğitimini sürdüren Can Bora, liseden sonra Paris Sorbonne Nouvelle Üniversitesinde Tiyatro Bilimi bölümünde tiyatro ve dans üzerine yoğunlaştı. Lisans eğitiminin sonunda aynı üniversitede dijital ve görsel sanatlarda iki ayrı yüksek lisans tamamlayan sanatçı, ayrıca Barcelona’daki Institut del Teatre’de de yönetmenlik ve dramaturji bölümünde eğitim gördü. Ulusal ve uluslararası eğitimlere katılmaya halen devam eden Can Bora, 2011’den beri geçen 8 yılda Akbank Sanat, İstanbul Devlet Tiyatroları Üsküdar Tekel Sahnesi, Sahne Beşiktaş, Mekan Artı, Caddebostan Kültür Merkezi ve Bomontiada ALT gibi birçok mekaâda sahneye çıktı. Can Bora’nın berika’yla yarattığı projeler arasında DANTEL, KAM*, divided for neutrality (hicran), Üç Mevsim, Oyunbazlar, ve ALTAR’ı saymak mümkün.

Röportaj: Bulut ÇakmakFotoğraf: Kerem Çakmak. f/28 Production.

Özellikle ALTAR’la beğeni toplayan berika ve Can Bora, yeni yaratımları DreamBazaar’la Kadıköy Koma Sahnesi’nde 27-28 Aralık, 11 Ocak ve 13 Ocak tarihlerinde seyirciyle buluşmaya hazırlanıyor. Bu buluşma öncesi, konsept tasarım, yönetmenlik, yazarlık ve oyunculuk rollerini üstlenen Can Bora’ya DreamBazaar hakkındaki sorularımızı yönelttik.

Yalnızlık üzerinden insan-doğa ilişkilerini anlatma fikri nasıl gelişti?

Ufuk’la (Şenel) bir gün çay içerken, “Gökkuşağı yaratalım mı sahnede?!” dedik. Çocukça, safça ama biraz da özgürleştirici, aynı zamanda da yaratma psikolojisini irdelemek istiyorduk. Projeyi önce salt bir performans olarak kurgulayıp yurt dışına gönderdik; Hollanda’da ArtEZ, İtalya’da KulturSciok’tan olumlu yanıt geldi. Daha sonra ise Türkiye’de Casa dell’Arte, K2 Urla Nefes Alanı’ndan davet aldık… Projeyi yavaş yavaş bu süreçlerde çağdaş tiyatro olarak tasarlamaya başladık.

Süreç içinde biraz mesafe aldığımızda, olgular daha görünür olmaya başladı. “İstanbul’daki yalnızlık” duygusu ağır basıyordu. İnsanlarla bağ kurmak istiyoruz ama İstanbul’u biliyorsunuz; hepimiz öfkeliyiz, hemen yargılıyoruz… İletişim kurmak istiyoruz ama bir yandan istemiyoruz. Şehirde çok uyaran var, çok öfke, çok kaotik… Kolay da daralan biriyim. Geçen nisandan beri sürekli bir doğaya kaçma isteğim vardı, uzun bir süreliğine. Şükür ki yazın Karadeniz, Akdeniz ve Ege’de bir süre geçirdim. Sessizlikte kendi sesimi duyabildim; bu sefer bir farklılık vardı ama. Boş oturmaktan hoşlanmam ama kendimi sürekli ağaçları uzun uzun izlerken yakaladım. Karadeniz’deki doğa tahribatı, üzerine Kazdağları’ndaki olaylar… Tam nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama böyle içiniz acır da bir şey yapamazsınız ya… Sinir, üzüntü karışımı bir duygu ve koca bir “Neden?” sorusu. E bir yandan da şu an Türkiye’de geldiğimiz nokta, tarım sektörünün iyice zayıflaması. Hissettiğimiz kolektif anksiyetenin başında tarım geliyor. Çünkü doğru düzgün sağlıklı gıda bulamıyoruz! Yani besin, yaşam zincirinin en başı…. Tarladaki insandan başlıyor bu güvensizliğimiz. Hassasiyet artarken, yavaş yavaş, insan ve ağaçları karşılaştırmaya başladım; ağaçlar, doğa, permakültür hakkında da okumaya. Ağaçlar, sessiz birer tanık gibiler. Ne yaparsanız yapın asla seslerini çıkarmıyorlar. Tek bir yasaları var, o da büyümek! Şimdi bir ağaç, sadece kendi yasasını gerçekleştirmek üzere enerjisini harcarken, biz insanların sürekli koşuşturması, yapma hırsı gibi konuları daha da abuk gelmeye başladı bu sistemde. 

Oyunu bu düzlem üzerinde kurmak istedik işte: yalnızlık duygusu, hatta ağır bir varoluş sorunu olarak “can sıkıntısı” ve insanın bir biçimde kendini üzerine yansıttığı bir bitkiyle ilişkisi.

DreamBazaar‘la Godot arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?

DreamBazaar, Samuel Beckett’in genel dünyasından serbest hareketle oluşturuldu. Beckett, kendime en yakın gördüğüm yazarlardan. Bakış açısını, felsefesini seviyorum. Ve Beckett sadece tiyatro için yazmadı; televizyon ve “koreografik oyunlar” da yazdı. Dünyasında hep bir absürdite var; yani bir ayağımız hep ölümde, işte kendimize hayatla ölüm arasında meşgaleler buluyoruz… Ama saçma çünkü ölüm var. Beckett’in dünyasını karamsar bulanlar var. Olabilir. Ama Beckett’in yenilikçi yönü, yeni form araması beni daha çok heyecanlandırıyor. Ve bir de Beckett’in yazdığı mektuplar var… Mektupları kendisinin aslında “soğuk” ya da “karamsar” olduğunu belirtmiyor; tam tersine arkadaşlarına ve yakınlarına sürekli maddi yardımlarda bulunduğunu, mektupları “kocaman sevgilerle, sarılarak” gibi bitirdiğini okudum. Dışarıdan karamsar gözükebilir, ama demek ki içinde çok büyük bir şefkat var! Zaten şefkatli yönü olmasa, sarkastik söylevlerde bulunacağını düşünmüyorum. DreamBazaar’da Beckett’in birçok oyunundan referanslar var. Temel olarak, evet, bir bekleme eylemi, imkânsızı gerçekleştirmek için ise “var olan tüm ihtimalleri tüketmek” fikrinden ilerliyoruz: Nesneleri, içinde bulunduğu uzamı, kelimelerini, hatta kendisini bile tüketmek… ama berika olarak elbette ki kendi fikrimizi belirtmek istedik. Beckett, “Dünyadasın ve işte bunun tedavisi yok!” demiş. Tamamen haklı! Ama ben daha iyimser ve şevk dolu bir yerden hayata yakınlaşmayı tercih ediyorum. Evet, sürekli değişim ve yolculuk halindeyiz; ama mesele zamanını nasıl geçirdiğin… Bilmem, bence bu konuda ağaçlardan öğreneceğimiz çok ama çok şey var!

Sanatın artık salt dram, acıdan ya da sefillikten, kurban psikolojisinden bahsetmesini, kendi adıma doğru bulmuyorum. Bu unsurlarla ben her gün zaten sokakta burun burunayım, kaçmam imkânsız! Bir sanat yapıtı ya artık “kullanışlı, işe yarayacak bir cevap vermeli bir meseleye” ya da Suzi Gablik’in dediği gibi “Hayata karşı artık daha yapılandırıcı bir düşünce sistemini enjekte etmeli!” Çünkü bunu ne siyasetçiler, ne bilim insanları, ne de mühendisler yapacak… Düşünce kalıplarını tersyüz etmek sanata düşüyor.

Bu yaratımda birkaç disiplini bir araya getirmenin zorlukları ve katkılarından biraz bahsedebilir misin?

Ben hem tiyatro hem dans okudum. Yüksek lisanslarımı ise dijital sanatlar ve video art üzerine yaptım. Her yerde aynı şeyi söylüyorum: Bütüncül bir yaklaşımdan yanayım ve tek bir disiplin, insanı tüm bütünlüğüyle sunamaz. İmkânsızı mı deniyorum? Olabilir. Ama insanı sadece tek bir bakış açısından okumak yeterli değil diye düşünüyorum. Eksik kalıyor. Bunun iç yaşamı, psikolojisi, duyguları, geçmişi, belleği, hatta duyumları da var… Disiplinleri birbirine kaygan zeminde bağlamak kolay iş değil. İstanbul’da ağır topa tutulduğum da bulutlara çıkarıldığım da oldu. Deneyimle daha netleşiyor her şey. 

DreamBazaar’da da benzer bir sorunla karşılaştık. 1. perde performatif bir zemin üstünden giderken, 2. perde metin üzerinden gidiyordu. Krizlere girdik tabii, “e bunlar bağlanmıyor!” Alt üst ettik, sahneleri attık, ekledik… Yok olmuyor! Seviyorum ama bu krizleri, doğru yol için önce yanlış olana sapmak gerekiyor. En son oyunu “tümden baştan” yazdık… Ve yakalamak istediğimiz damarı bulduk: Oyun, bir tiyatro oyunu… Metin üzerine kurulu evet, ama hareket tasarımları ve performatif bölümleri de çok… Ve hepsi birbirinin içine örüldü şimdi. Aralarından herhangi birini çıkarırsanız, tüm denge bozuluyor. 

DreamBazaar‘da izleyicilere vermek istediğiniz temel mesaj, onlara geçmesini istediğiniz farkındalık nedir?

Hayata sarılmak! Ve aidiyet duygusunu biraz kurcalamak… Bir coğrafyada doğduğunuz için oraya ait olmak zorunda değilsiniz. Ha sizi engelleyen faktörler olabilir, e o zaman onları masaya yatıralım. Bir arzum, tutkum var… Tamam, onunla beraber yol alıyorum o zaman. Oturduğum yerden hayatın değişmesini beklemek, bak bu işte maalesef fazla çocukça! Hayatın bu kadar “kaba, kısır, acımasız” olduğu şablonunu gerçekten ama gerçekten bir masaya yatırmak lazım. Bu düşünceyi kim, bize, ne zaman, hangi ara enjekte etti de sorgulamadan bile kendisinden emin olma yanlışlığına düştük?