Christopher Nolan, kuantum, beklentiler: "Tenet"

Nolan, ana akım sinema seyircisini -bu şartlarda bile- salonlara çekebilecek prestije sahip birkaç isimden biri şüphesiz. Lakin en önemli maharetlerinden olan izleyiciyi avucunun içine alma konusunda, belki de ilk defa bu kadar zayıf görmekteyiz rejisini.

Yazı: Merdan Çaba Geçer – İllüstrasyon: Rajab Eryiğit

Tüm gezegeni etkisi altına alan COVID-19 pandemisi nedeniyle durma noktasına gelen sinema endüstrisi, bir süredir bütün umutlarını yeni Christopher Nolan prodüksiyonu Tenet’e bağlamış durumda. İngiliz sinemacının bir kez daha zaman mefhumu üzerine beyin jimnastiği yaptırdığı bu kuantum soğuk savaş filmi, omuzlarında büyük bir sorumluluk taşıyor; zira çeşitli ülkelerdeki sinema salonlarının kurtarıcısı olarak görülmekte. Ezelden beri filmleri sinema perdesinde deneyimlememiz gerektiğinin altını çizen Nolan, ana akım sinema seyircisini -bu şartlarda bile- salonlara çekebilecek prestije sahip birkaç isimden biri şüphesiz. Lakin en önemli maharetlerinden olan izleyiciyi avucunun içine alma konusunda, belki de ilk defa bu kadar zayıf görmekteyiz rejisini.

Bir sahnede isimsiz baş kahramanımız (filmde de Protagonist olarak geçmekte) laboratuvar masanın üzerindeki bir kurşuna yaklaşır ve kurşun tersten düşüyormuşcasına eline konar. Clémence Poésy tarafından canlandırılan bilim insanı Barbara, kafasındaki sorulara yanıt arayan Protagonist’e “Anlamaya çalışma, hisset.” der. Nolan’ın âdeta perdeye odaklı, meraklı bünyelere ilettiği bu replik, Tenet’in özünde yer alan anlayış esasen. Patlamış binaların ters bir uğultu ile kendilerini bir araya getirdiği, parçalanmış arabaların havada takla atarak çiziksiz şekilde indiği bir yapımda fizik kuralları ve mantık aramak absürt bir beklenti olur elbet. Ancak Tenet gibi iddialı bir bilim kurgudan, olan biteni kendi evreni ve kuralları içerisinde mantıklı bir zemine oturtmasını beklemek, pek de haksız bir talep değil sanki.

Nolan neredeyse tüm filmografisinde yaratıcı fikirlerini lineer olmayan bir zaman üzerinden anlatır ve aile, ahlak, sevgi üzerinden verdiği mesajlarla seyirciyi yumuşak karından yakalamayı amaçlar. Bu sefer bir Inception ya da Interstellar’ın aksine, yarattığı dünya hakkında kafası karışık bir film var karşımızda. Tenet kendimizi gösteriye emanet etmemizi, anlam arayışı içine girmeyip bu deneyimin tadını çıkarmamızı istiyor. Hatta kimi zaman olay örgüsündeki boşlukları, karakter motivasyonlarını açıklamayı reddediyor. Ancak bir yandan da ısrarla bir şeyler anlatmak, sırtını aksiyon sekanslarına dayadığı anlarda bile fena hâlde “zeki” olmak istemekte. Dramatik yapıdan ziyade casusluk anlatısıyla ilgilenmesi ve kuramsal temelden yoksun öyküsüyle, Jonathan Nolan’ın eksikliğini büyük oranda hissettiriyor film. Oyuncular, özellikle Elizabeth Debicki ve Kenneth Branagh, karakterlerine üçüncü bir boyut katmaya çalışsalar da; senaryonun yardımcı olduğunu söylemek güç.

Tüm bu hayal kırıklıklarına rağmen, bir Nolan filminden alışık olduğumuz üzere, sinema salonuna gittiğinize pişman etmeyecek görsel ve işitsel bir deneyim sunuyor Tenet. Göz alıcı uluslararası mekânlar, envai çeşit teknolojik oyuncaklar ve devasa bir aksiyon setiyle karşı karşıyayız bir kez daha. Görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema’nın 70 mm ve IMAX kameralarla çektiği aksiyon sahneleri ise tam anlamıyla leziz. Konser baskını ve otobanda araba takibi gibi seyir zevki yüksek, görkemli anlarla; mizansen tasarımındaki maharetlerini bir kere daha gözler önüne seriyor İngiliz yönetmen. Ludwig Göransson imzalı müziklerin de, bir Hans Zimmer standartlarına ulaşamasa da, Nolan evrenine uyumlu şekilde hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

Son tahlilde Tenet, bir aksiyon filmi için fazlasıyla donanımlı, ancak Nolan’ın en iyi çalışması olmaktan fersah fersah uzak yapım olarak yerini alıyor sinemalarda. Senaryo matematiğinde kimi sorunlara, muhafazakâr kaygılara, bolca ters köşeye ve gerçekten de beyazperde deneyimlenmesi gereken bir görselliğe sahip. İlk defa beyaz olmayan bir oyuncunun başrolde yer almasıyla da, Nolan filmografisinde ayrı bir yerde durmakta.

Tenet’in nihayet vizyon şansı bulmasının bahanesiyle, hakkında az bilinen kimi detayları derleyerek, Christopher Nolan’ı yakın kadraja alalım dedik:

The Spy Who Loved Me (1977)

* Britanya topraklarında büyümüş bir çocuk olarak James Bond’un büyük bir hayranı olduğu, hatta sinema anlayışını bu serinin şekillendirdiği bilinmekte. Casusluk temasını filmlerinde sıkça kullanan yönetmen; sinemada izlediği ilk yapımın Roger Moore’un oynadığı The Spy Who Loved Me (1977), en sevdiği Bond filminin ise On Her Majesty’s Secret Service (1969) olduğunu söylüyor.

* Favori yönetmeni Stanley Kubrick. Birçok röportajında sinema tarihinin en iyi rejisörünün Kubrick olduğunu dile getiriyor. Öyle ki Interstellar’ı, 2001: A Space Odyssey’den ilhamla çektiği söylenmekte. En sevdiği filmlerinden bazılarını ise şöyle sıralıyor: The Black Hole (1979), Blade Runner (1982), Chinatown (1974), The Hitcher (1986), Lawrence of Arabia (1962), On Her Majesty’s Secret Service (1969), Star Wars: Episode IV – A New Hope (1977), The Man Who Would Be King (1975) ve Topkapı (1964).

Following (1998)

* İlk uzun metrajlı filmi Following (1998) sadece 6.000 sterline yapıldı ve bir yıl boyunca, çoğunlukla hafta sonları çekildi; zira oyuncu kadrosu tam zamanlı işlerde çalışmaktaydı. Nolan filmi tek başına, herhangi bir ek fon olmadan finanse etti. Following’in ilk gösterimi 1999 Hong Kong Film Festivali’nde yapıldı ve Nolan izleyicilerden bir sonraki filmi için bağışta bulunmalarını isteyerek, Memento (2000) için fon biriktirdi.

* Insomnia’nın (2002) ardından gelecek projesini, Jim Carrey’li Howard Hughes biyografisi olarak planlamıştı. Ancak Martin Scorsese’nin de Hughes biyografisi The Aviator’ı (2004) çekeceği ortaya çıkınca, Nolan isteksizce projeden vazgeçti ve Batman uyarlaması için çalışmalara başladı. Çok sonraları, kaleme aldığı senaryo hakkında “şimdiye kadar yazdığım en iyi şeylerden biri” diyecekti.

* Film setlerinde yeşil ekrana minimum düzeyde yer veren Nolan, görsel efekt kullanımının pek taraftarı değil. Öyle ki Kara Şövalye Üçlemesi’nde dahi bu kararının arkasında durmuş. “Tenet’te görsel efektli planların sayısı, muhtemelen çoğu romantik komedi filminden az.” demeciyle, filmde 300’den az sayıda görsel efektin yer aldığını belirtmişti.

* 2005 yapımı Batman Begins’den (2005) beri Michael Caine, kendisinin çektiği tüm yapımlarda, irili ufaklı rollerde yer aldı. Nolan usta aktörün kendisine şans getirdiğine inanıyor. Caine ise onu “yeni David Lean” olarak betimliyor ve artık bittiğini düşündüğü kariyerini dirilttiği için minnettar olduğunu söylüyor.

The Dark Knight Rises (2012)

* James Cameron’la birlikte, dünya çapında 1 milyar dolardan fazla hasılat yapan iki film (The Dark Knight ve The Dark Knight Rises) çeken ikinci yönetmen. Başlangıçta Batman filmlerini, büyük bütçeli yapımlarına fon bulabilmek için kabul ettiğini söylüyor. Uğruna Batman Begins’i çektiği ve yıllarca hayalini kurduğu proje ise Inception’mış (2010).

* Nolan’ın birçok filminin senaryosunda ortak bir öge var: “Ana kahraman, öyküye önemli ölçüde katkıda bulunan bir zihin problemi yaşar.” Insomnia‘da Dedektif Will Dormer uykusuzluk çekiyor, Memento‘da Leonard kısa süreli hafıza kaybına uğruyor, Bruce Wayne bir çocukluk tramvasıyla yaşamakta, Inception’dan Cobb ise karısıyla ilgili halüsinasyonlar görmekte.