Dev bir arka plan, küçük ölçekli cereyanlar: Cici Arthur ve Way Through
Röportaj: Cem Kayıran
Toronto’da yaşayan üç müzisyen Chris A. Cummings, Joseph Shabason ve Thom Gill’in Cici Arthur adıyla kaydettiği ilk albüm, 21 Şubat’ta Western Vinyl etiketiyle yayımlandı. Pandemide mesleğini kaybetmesinin ardından yıllara dayanan tutkusunu önceliklendirip müziği hayatının merkezine koyan Cummings’in besteciliği ve vokal üslubu, Way Through koleksiyonuna rengini veren en belirleyici unsurlar. Zengin sonik dünyasında Owen Pallett’in düzenlediği yaylıların da yer aldığı albüm, pürüzsüz bir kurgu yaratarak dinleyeni başka bir zamana götürüyor. Genelde yüzü geriye dönük ama kat ettiği mesafe şarkıdan şarkıya değişiyor. Yolu neşeden de geçiyor, kabulleniş anlarından da, melankoliden de.
Üçlüden Chris A. Cummings ve Joseph Shabason’la Cici Arthur’un nasıl hayat bulduğunu, aralarındaki yaratıcı dinamikleri ve şarkılara sızan ayrıksı duygu durumlarını konuştuk.
*Bu röportaj, Bant Mag. Mart – Nisan 2025 sayısında yayımlanmıştır.
“Her şey o kadar akıcı ilerledi ki bireysel sesleri grup sound’u ile dengelemek üzerine bilinçli bir şekilde düşünmemize bile gerek kalmadı. Hepsi kendiliğinden gelişti.” -Joseph Shabason

Pandemi, pek çok kişi için köklü değişiklikleri zorunlu kıldı ve yeni yollar aramaya yöneltti. Cici Arthur’un doğuşu ya da Chris’in kendisi için müzik temelli bir yol çizmesi de bu dönemde yaşanan kırılmaların bir sonucu. Peki, Way Through albümündeki şarkılar ne kadar eskiye dayanıyor? Bugün sizin için hangi ruh hâllerini temsil ediyorlar?
Chris A. Cummings: Albümdeki en eski şarkı, Ocak 2020’de yazılan “Cartwheels for Coins”. O dönemde Kuzey Amerika henüz kapanmamıştı ama büyük çaplı bir felaketin ufukta olduğu hissediliyordu. Başta şarkıların hangi ruh hâllerini yansıttığını kâğıda dökmeye çalışıyordum ve onları ölümle ilgili aşırı ciddi düşünceler olarak tanımlamıştım. Ama sonra bunun tamamen yanlış olduğunu fark ettim. Hepimiz 60’ların Easy Listening müziğinin sahip olduğu sessiz bir coşku hissini yakalamak istiyorduk ki bu aslında Amerikanlaştırılmış Brezilya müziği. Hepimiz Antonio Carlos Jobim’in Stone Flower albümünü çok seviyoruz. Jobim’in ABD’de kaydedilmiş ve o kendine özgü Los Angeles veya New York sound’una sahip diğer albümleri de favorilerimiz arasında. 1965’te çıkan The Wonderful World of Antonio Carlos Jobim, 20’li yaşlardayken beni özellikle etkileyen bir albümdü. Şarkı söyleyiş stili harika bir şekilde kusurlu; bu kusurlar da onu daha insani ve gerçek kılıyor. Ama bu kusurlar, Nelson Riddle’ın kusursuz orkestra düzenlemeleriyle sarılmış hâlde. (Ayrıca Claus Ogerman ve Eumir Deodato gibi aranjörleri de çok seviyorum. Ogerman, 1967’deki Sinatra-Jobim albümünü yaptı, Deodato ise Stone Flower ve Tide üzerinde çalıştı.) Bütün bunlar, büyük bir atmosfer yaratıyor – ön plandaki kişi mükemmel bir şekilde şarkı söyleyebilseydi bu duygu yakalanamazdı. Şarkının anlatıcısı sessizce bir duygu denizinin içinde sürükleniyor gibi hissediliyor.
Owen Pallett ile çalışma şansına sahip olduğumuz için çok şanslıydık. Albüme yaylılar eklemesi harika oldu. Onun melodi, armoni ve yaylıların yerleşimi konusundaki içgüdüleri her zaman kusursuzdu ve şarkılara gerçekten o “duygu denizi” hissini kazandırdı – küçük ölçekli olayların devasa bir arka planın önünde cereyan ettiği bir his.
Üçünüzün yolları nasıl kesişti? Bu şarkılar üzerinde birlikte çalışmaya sizi yönlendiren şey neydi?
Joseph Shabason: Chris’i ilk kez 2000’lerin başında, Mantler isimli “grubu” ile The Books’tan önce çaldığı konserde dinlemiştim. Bebe mavisi bir cenazeci smokiniyle sahneye çıktı ve sadece bir Wurlitzer ve davul makinesi ile şarkılarını çalarak aklımı başımdan aldı. Çok daha sonra Chris’in bir konserinde saksafon çaldım ama birlikte ciddi anlamda çalışmamız ancak Nicholas Krgovich’in At Scaramouche albümüne Chris’i vokalist olarak davet etmesiyle gerçekleşti. Chris, vokal düzenlemelerini o kadar hızlı yapıyordu ki hayran kalmıştım. O noktadan sonra tekrar birlikte çalışmaya karar verdik ve Chris bir albüm prodüksiyonu için kapımı çaldığında nihayet Cici Arthur albümü için çalışmaya başladık.
Chris A. Cummings: Joseph ve Thom’u yaklaşık 15-17 yıldır tanıyorum. İkisiyle de hep çalışmak istemiştim ama üçümüzün birlikte bir şey yapacağını hiç düşünmemiştim. İkisi de benden oldukça genç; onlarla ilk tanıştığımda 20’lerindeydiler, ben ise 40 civarındaydım. Şimdi, en azından benim için, yaş farkı o kadar büyük gelmiyor.
Joseph’in de bahsettiği gibi, 2021’in sonunda Nicholas Krgovich ile At Scaramouche albümü üzerinde çalışıyordu ve ben de bazı kayıtlara vokalist ve vokal düzenleyicisi olarak katıldım. Dorothea Paas da albümde yer alıyordu. Joseph’in stüdyosundaki çalışma ortamının ne kadar harika olduğunu gördüm ve ona birlikte bir şey yapmayı düşünüp düşünmediğini sordum. O an bir anlaşma yaptık ve birkaç gün içinde planlamaya başladık. Thom’u ekibe Jos dâhil etti -ki bu kararı tüm kalbimle destekledim. Yaklaşık 18 ay sonra çalışmalara başladığımızda sadece dört şarkılık bir EP yapacağımızı düşünüyorduk. İlk dört şarkıyı çok kısa sürede tamamladık ve o kadar güzel oldular ki “Neden tam bir albüm yapmayalım?” diye düşündük.
Albüm boyunca, vokalleri gölgede bırakmayan ama aynı zamanda ihtişamlı tınlayan bir düzenleme yaklaşımı hissediliyor. Her parça sinematik, akıcı ve pürüzsüz bir şekilde ilerliyor. Cici Arthur olarak, kolektif bilinci bireysel deneyimle nasıl dengeliyorsunuz? Bireysel sesler grup içinde nasıl yankı buluyor?
Joseph Shabason: Bu albümle ilgili olarak hepimizin nasıl bir yaklaşım benimseyeceği konusunda oldukça uyumlu olmamız bence en büyük şanstı. En başından beri, Chris’in vokallerini önceki albümlerine kıyasla daha çıplak ve savunmasız bir şekilde öne çıkarmayı istiyorduk. Aynı zamanda düzenlemelerin de kendi içinde yükselip parlayabileceği anlar yakalamasını amaçladık. Şanslıyız ki Chris’in şarkılarında doğal olarak çok fazla boşluk var, dolayısıyla müzik içinde diğer icracıların öne çıkıp kendilerini gösterebilecekleri anları bulmak gerçekten çok kolay oldu. Açıkçası her şey o kadar akıcı ilerledi ki bireysel sesleri grup sound’u ile dengelemek üzerine bilinçli bir şekilde düşünmemize bile gerek kalmadı. Hepsi kendiliğinden gelişti.
Chris A. Cummings: Yaratıcı kararlar konusunda hepimiz eşit söz hakkına sahiptik. Şarkıları her zamanki gibi demo olarak yazmıştım ama özellikle Aralık 2021’deki uzun ve yalnız bir kapanma döneminin sonunda, kendi sınırlamalarım yüzünden oldukça tıkanmış hissediyordum. Kayda başladığımızda Thom’un benim müzikal anlayışıma bu kadar duyarlı olması ve Wurlitzer elektrik piyano ile yazdığım kalıpları çıkarıp yerine daha narin gitar ve synthesizer desenleri eklemesi (bazen şarkının ritmik vurgusunu tamamen değiştirmerek), şarkıların özünü yepyeni bir şekilde ortaya çıkardı. Ve Joseph’in düzenlemeleri inanılmaz hızlı bir şekilde ortaya çıkarabilme yeteneği var. Ânında bir atmosfer yaratıyor, içinde bolca güzel boşluk barındırıyor; bazen o boşluklar doluyor, bazen ise açık bırakılıyor. Bana, sadece birkaç ölçülük bir bölümden tek bir unsuru çıkarmanın nasıl büyük değişiklikler yaratabileceğini ve sesi kısa süreliğine daha samimi hâle getirmenin neredeyse fark etmesi zor ama etkili bir dokunuş olabileceğini gösterdi.
“90’lardan itibaren hepimiz postmodern bir atmosferin ve zamanın ürünü hâline geldik; yaptığımız müziğin geçmiş hakkında düşünürken bugünün sürekli araya girip müdahale ettiği o hissi yansıtması gerektiğini düşünüyorum.” -Chris A. Cummings
Albümden yayımladığınız ilk tekli “All So Incredible”, son zamanlarda sabahlarımın favorilerinden biri. Parça, aynı anda birden fazla duygusal katmanda var oluyormuş gibi hissettiriyor: Neşe, nostalji, hatta melankoli. Şarkıların yazım aşamalarında zıt duyguları bilinçli olarak harmanlıyor musunuz? Yoksa bu belirsizlik doğal olarak mı ortaya çıkıyor?
Chris A. Cummings: Bence bu doğal olarak gelişiyor. Neşe, nostalji ve melankoli hakkında söylediklerin için teşekkürler –bunlar benim de çok sevdiğim üç duygu durumu ve eğer kendiliğinden bunları bir araya getiren bir fikir yakaladığım zamanlar, gerçekten şanslı olduğum anlar gibi hissettiriyor.
Bir şarkının ortasında bakış açısının değişmesini seviyorum, belki biraz da hayalperest bir şekilde. Tıpkı Beach Boys’un “Surf’s Up” şarkısındaki Van Dyke Parks sözlerinde olduğu gibi: Sanki bir noktadan başlıyor, sonra uzaklaşıp daha büyük bir manzarayı açığa çıkarıyor. O şarkı gerçekten de “aynı anda birden fazla katmanda var oluyor” ve son 25 yıldır benim için büyük bir ilham kaynağı oldu.
Cici Arthur ve zaman arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? Belirli bir dönemi yansıtan şarkılar yazmaya mı meyillisiniz yoksa zamansız bir alan yaratmayı mı hedefliyorsunuz?
Joseph Shabason: Prodüksiyon açısından bu albümü yaparken Jobim ve Sinatra hakkında çok konuştuk. Özellikle Jobim’in kayıtları bana hep zamansız gelmiştir… Eğer onun albümlerinden biri yarın yayımlansa, yine dünyadaki en havalı şey olurdu. Kayıtlar da teknik olarak kusursuz. Bu müzisyenlere ve onların kayıtlarına doğrudan bir gönderme yapmak istemedik ama onların sahip olduğu o görkemi, samimiyeti ve zamansızlığı yakalamayı çok istedik ki 15 yıl sonra dönüp dinlediğimizde “dostum o sırada aklımızdan ne geçiyordu?” diye düşünmeyelim. Haha!
Chris A. Cummings: Ben 70’ler çocuğuyum ve o dönemin tarzını, özellikle de caz ve R&B’yi çok seviyorum. Ancak tamamen geçmiş bir dönemin stilini taklit eden müzik yapmanın benim için çok anlamı yok. Müzik her zaman farklı dönemlerin ve tarzların birleşimi olmalı ki ortaya yeni bir şey çıkabilsin. 90’lardan itibaren hepimiz postmodern bir atmosferin ve zamanın ürünü hâline geldik; yaptığımız müziğin geçmiş hakkında düşünürken bugünün sürekli araya girip müdahale ettiği o hissi yansıtması gerektiğini düşünüyorum.
Okuduğum kadarıyla, Chris’in bisiklet gezileri albümün atmosferinin oluşmasında önemli bir rol oynamış. Yaşadığınız şehir olan Toronto’nun bu albümde nasıl yansıdığını gözlemliyorsunuz?
Chris A. Cummings: Yüzeyde çirkin görünmesine rağmen, Toronto derinlikli bir ruha sahip bir yer ve ana yollar biraz sıradan (ve giderek daha da sıradanlaşıyor) olsa da, içinde birçok güzel sokak barındırıyor. Ağaçlarla çevrili sokaklarda yürümek bana her zaman büyüleyici gelmiştir, bisiklet sürmek ise bundan daha da sihirli. Ayrıca ıssız, endüstriyel manzaraları da seviyorum. Bu şehir, benim memleketim olduğu için şarkı yazımıma her zaman etki etti; içinde keşfedecek yeni yerler aramaya da devam ediyorum – daha önce hiç gitmediğim bir sokağa girdiğimde heyecanlanıyorum. 2020’de Toronto’nun doğusundaki büyük banliyö kenti Scarborough’da sıkça bisiklete biniyordum. Burası artık şehir merkezine dâhil edilse de ben büyürken ayrı bir “borough” yani semtti. Scarborough, hem ıssız endüstriyel köşelere hem de orijinal hâliyle korunmuş, 1960’lardan kalma dolambaçlı banliyö sokaklarına sahip. Gezinirken acele etmiyor, durup fotoğraflar çekiyor ve yeni şarkılar için birçok fikir üretiyordum.
Way Through bir albüm değil de bir mekân olsaydı, neresi olurdu? Gerçek bir yer mi? Bir rüya âlemi mi?
Chris A. Cummings: Aklıma ilk gelen şey The Empire Strikes Back (1980) filmindeki Bulut Şehir. Havada asılı duran, yüzeyde çok güzel görünen ama içinde daha karanlık temalar ve duygular barındırabilecek bir yer.
Bu soru için biraz erken biliyorum ama Cici Arthur için sırada ne var? Geleceğe dair hayalleriniz neler?
Joseph Shabason: Yeni bir albüm yapacağımız zamanı bilmiyorum ama bir noktada mutlaka bir tane daha yapmamız gerektiğini biliyorum. Way Through albümünü yapmak aşırı eğlenceliydi, bunu tekrar yapmamak için hiçbir sebep yok. Bence albümün nasıl olacağını yine Chris’in şarkıları belirleyecek… Ama bir daha albüm yapmadığımız bir dünya hayal edemiyorum!
Chris A. Cummings: Şu anda Toronto’daki Tranzac Club’da, 27 Şubat 2025’te gerçekleşecek canlı performansımız için hazırlanıyoruz. Albümdeki sound’u canlı olarak hayata geçirmek için 15 kişilik bir grupla sahne alacağız. Belki de bu, çok sayıda müzisyenle gerçekleştirdiğimiz tek konser olacak. Ayrıca yakında yeni bir Cici Arthur albümü üzerinde çalışmaya başlamayı da umuyoruz. Hayaller kurmaya devam! Ben de Joseph gibi bir daha albüm yapmayacağımız bir dünya düşünemiyorum!