Coğrafya kederdir: “Bir Başkadır”ın hissettirdikleri

DİKKAT: Bu yazı Bir Başkadır’ı izlemeden sizin için çok da bir şey ifade etmeyebilir.

Yazı: Melikşah Altuntaş

Kocaman, darmadağın, çok uzak ve çok yakın bir tanıdık his ve her şeye ve herkese rağmen alabildiğine ötekiler… Netflix’in en yeni ve açık ara en iyi yerli içeriği Bir Başkadır, tüm bu karmaşık aidiyet hissini ve Türkiyeli olmanın tarifi zor ikiliğini, muazzam bir sahicilikle karşımıza getiriyor. Türkiye coğrafyasından sosyolojik ve hatta antropolojik bir haritayı, merak unsuruyla bezeli bir takipli hikâye üzerinden realize edebilme becerisi, bu coğrafyanın çıkardığı en güçlü kalemlerden Berkun Oya’nın imzasıyla mümkün oluyor elbette.

Bir Başkadır’ın kendi benzerlerine kurduğu sahicilikle benzersiz hâle gelmeyi başaran karakterleri, Oya’nın önceki işlerine de aşina izleyiciler için şaşırtıcı olmayabilir belki de. Ancak daha önce Berkun Oya’nın yazdığı, yönettiği herhangi bir oyun izlememiş olanlar, oyuncuların canlandırdıkları karakterlerin sahiciliğinin tadını çıkarırken, nefis bir performans da sergilemeye âdeta mecbur kaldıkları bu iş karşısında haklı bir şaşkınlık geçirebilir. Orada öylece duranı, tam da öylesine gerçek bir yerden bedene büründürme işini bu kadar basitmiş gibi gösterebilmek, gerçekten çok marifetli olmayı gerektirir. Neyse ki sekiz koca bölüm ve toplamda 360 dakikanın üzerinde bir süre boyunca, yaratıcı ekibinden oyuncularına, karşımızda tam da o marifetli ekip duruyor.

Berkun Oya’nın bir yazar olarak defalarca tescillenmiş becerisinden daha şaşırtıcı olan, uzun zamandır böylesine iddialı bir işte görmeye hiç de alışık olmadığımız reji anlayışı belki de. Bir Başkadır İstanbul’u, bitmemiş inşaatlar, çok güzel bir manzarayı engelleyen endüstriyel çöplüklerin gölgesinde geçişlerle tanımlamayı seçen görselliğini, 70’ler sonu 80’ler başı köylü-kentli çatışmasını merkeze alan sosyal gerçekçi Yeşilçam filmleri ve TRT’nin erken dönem mahalle dizileri gibi bir ses bandına bulayıp, kaygı verici zoomlar ve aslında neye baktığını yol üstünde bulan panlarla kendine has bir anlatım diline büründürüyor. Sanki tüm bu karakterleri içine alan şehir, tüm bu karakterlere bakan gözün de kendisi. Seyirci olarak yolumuzu kaybedebileceğimiz tek bir ân bile yok bu yüzden. Cem Yılmazer’in bizi bugüne getiren hislere iade-i itibarı gibi duyulan müzikleri, tanıdık olanı daha da yaklaştırıyor; Ali Aga’nın zekice esprilerle bezeli kurgusu tebessümlere neden oluyor; Yağız Yavru’nun sinematografisi hikâyeye incelikli bir uyumla eşlik ediyor.

İstisnasız tüm oyuncu kadrosu, sinemada, televizyonda sahiciliğine hasret kaldığımız yüzlerce âna ortak ediyor bizi. Güzel Şeyler Bizim Tarafta’dakine benzer bir Öykü Karayel izleyeceğini sananlar, henüz ilk sahneden gösterişsiz ama şaşırtıcı bir güçle gelen tokadı suratının ortasına yiyiveriyor. Defne Kayalar öğrenilmiş karanlığı tüm bedeniyle canlandırmayı, Tülin Özen zihninden geçenleri gözlerinden fırlatmayı nasıl başarıyor, Derya Karadaş beklenmedik ve acı dolu kahkahaların arasını oya gibi işlemenin yolunu nasıl buluyor hayret ediyorsunuz. Fatih Artman panik ve endişe arasında bir evren kurup, mesafeyi insani detaylarla zenginleştiriyor. Funda Eryiğit karakterinin her ayrıntısını deşifre edebilmek için aslında tek bir repliğe bile ihtiyaç duymamayı başarıyor. Alican Yücesoy ne anlama geldiğini çok iyi bildiğimiz bakışlarıyla koca bir karakterin özünü tanımlayabiliyor. Settar Tanrıöğen ve Bige Önal aidiyet ve kabul duygusunu tarif ederken gözleri nemlendiriyor. Esme Madra, Gökhan Yıkılkan, Nesrin Cavadzade, Gülçin Kültür Şahin, küçücük rollerde karşımıza çıkan Öner Erkan, Nur Sürer, Taner Birsel, Nihal Koldaş, Aziz Çapkurt… Herkes, başrolünden yardımcı oyuncusuna herkes o kadar iyi ki!

Diğer işlere benzemeyen buralılık hâli

Bir Başkadır, İstanbul denen şehri bir uçtan bir uca kat eden kahramanı Meryem’in uzun yürüyüşüyle açılıyor ve tanımlanmış bir geriden en ileriye yapılan bu yolculuk, sekiz bölüm boyunca 10’dan fazla baş karakterin yolculuğuna paralel bir izlek sunuyor. Bir uçtan bir uca gezinen karakterler, geride sandıklarımızın ileride, ileride sandıklarımızın geride çıkmalarıyla bizi sürekli olarak sarsmaktan geri kalmıyor. Dizi boyunca, tıpkı hikâyenin merkezinde yer alan terapi sahnelerindeki gibi bilinç ve bilinçdışı arasındaki sınırlar belirsizleşmeye başlıyor. Karakterler ‘belledikleri’nin zıttından tutulmuş bir çorap söküğünü çözdükçe, bize de izleyici rolünde, şahit olduklarımıza yargılamadan bakabilme sınavını başarıyla verebilmenin derdi kalıyor.

Türkiye’den olmak, Bir Başkadır’ın seyir tecrübesini yukarılara taşıyan bir özellik. Global bir platform için yapılmış diğer işlere benzemeyen bir buralılık hâli var bu işte. Bu hesapsız hâl, Bir Başkadır’ı global bir ilginin merkezine taşıyacak esas unsur gibi de görünüyor. Tereciye tere satma gayretiyle üretilmiş, fantastik soslu, fiyakalı onca iş arasından sahiciliği ve paketli bir oryantalizme kaymamayı beceren samimi egzotizmiyle ayrışabilen bu iş, yıllardır bu toprakların kaderi ve kimliğine dönüştürülmüş “arada kalmış”lığını da fütursuzca sergiliyor. Berkun Oya’nın metni yer yer o kadar müdanasız bir dil benimsiyor ki, kendinizi ezberlenmiş bir otosansür duygusu üzerinden, bu dili kullanma cesareti gösterebilmiş yaratıcılar adına endişelenirken buluyor; bu yüzden kendinize ve üzerinizde yaratılmış baskıya dövünüyorsunuz.

Yolları kesişen karakterlerin hikâyelerini anlatan bir drama dizisini ilk kez izlemiyoruz ama Türkçe ve yer yer Kürtçe, bazen İngilizce konuşan bir iş, belki de ilk kez bize bu kadar yakınlaşma, bizi kendi kibrimiz ve kendi öz değer sorunumuzla bu kadar burun buruna getirme cüreti gösteriyor. Bunu kendimizi karşısında en rahat hissettiğimiz platformlardan birinde yapması ise başlı başına bir protesto gibi. Bir Başkadır, bu topraklardan çok sayıda farklı yüzü, bu toprakların ezbere bildiğimiz hikâyelerine bulayıp, buranın en uzağından işlerden oluşan bir koleksiyon sunmasıyla ünlü Netflix’te burnumuzun ucuna dikiyor. Rüyalarının şehri Paris’te zorlama bir varoluş mücadelesine ikna olmamız gereken Emily’nin rengârenk görüntüsünün yanında bir anda 24 numaralı Beykoz – Mecidiyeköy otobüsünde, kurduğu hayallerin cezbediciliğiyle bayılıveren Meryem’in endişeli suratı karşılıyor bizi.

Bir Başkadır size, Emily ile Meryem’in yan yana geldiği Netflix kataloğu manzarasında bulduğunuz ironi yüzünden utanç içinde kalabileceğiniz bir seyir tecrübesi sunuyor. Tıpkı Meryem’e bakışı yüzünden kendi utancının hesabını kendine dâhi veremeyen, onun yerine kendine inşa ettiği konforlu üstünlük burnunun ucunda belirdiğinde, konuyu kapatmak isteyen Peri gibi gafil avlanıyorsunuz. Kendi felaketini yaratanı, kendi zihninde öldürebilmenin yollarını arayan Ruhiye’nin gözlerini ayırmadan baktığı hurma ağacının ona hatırlattığı utanç gibi bu. Ve siz o utancı dalından koparıp nefessizce yiyip bitirmek isteyen Yasin kadar güçlü bir kabul duygusu da geliştiremiyorsunuz belki? Bir elinizde dünyanın bir ucundan gelmiş, dalında sahte bir damla bulunan yapay çiçek; diğer elinizde bahçede yetişmiş, dalından koparılmış ve tam da bu yüzden çürüyüp gitmeye mahkûm ancak alabildiğine sahici bir çiçek duruyor. Siz de muhtemelen kendine hangi çiçek olduğunu sorup duran Hayrünnisa gibi bir noktadasınız. Hangisi gerçek olan? Ya da 35 yıldır karnına hiç durmadan tekme yiyen bir kimlikten doğmakla lanetlenmiş olan hangi kız çocuğu daha gerçek? Hangisi birinin canını daha az acıtır?

Tüm bu sorular, daha onlarcası, daha yüzlercesi ve daha binlercesi, ışıklar tamamen kapanmadan hemen önce, Ferdi Özbeğen’in iki dudağının arasında gizli belki de? Aşkını bir sır gibi senelerdir saklayan ve adını ancak geceleri rüyasında gizlice sayıklayanların ülkesinde, hafif hırıltılı bir nefes Bir Başkadır. Yuttuktan sonra günlerce boğazınızda duran, öksürüp çıkaramadığınız bir hırıltı ve neyse ki koca bir nefes.