Yönetmen Fikret Reyhan, çocukluğunun geçtiği mekânlarda canlandırdığı ve 1 Aralık’ta vizyona gelecek ilk filmi Sarı Sıcak’ın, içindeki bundan sonra film yapma isteğini de alevlendirdiğini anlatıyor. 


Gerçekçi üslubuyla dikkat çeken toplumsal dramları “küçük” bir hikâyeyi takip ederek aktarmayı seçen Sarı Sıcak, İstanbul Film Festivali’nden aralarında “En İyi Film” ödülünün de yer aldığı dört ödüle layık görülmesinin ardından Moskova Film Festivali’nden de “En İyi Yönetmen” ödülüyle ayrıldı. Yönetmen Fikret Reyhan’la çocukluğunun geçtiği mekânlarda canlandırdığı ve 1 Aralık’ta vizyona gelecek ilk filmi üzerine konuştuk.

“Sarı Sıcak” Yaşar Kemal’in bir öykü kitabı, filmin ismi için oradan mı esinlendiniz?

Yaşar Kemal’i çok severim, ismi oradan almak da bana gurur verirdi ama “Sarı Sıcak” ismini aslen Çukurova’da fakirliği, bunaltıcı sıcakları betimleyen bir deyim olduğu için seçtim.

Fizik mühendisliğinden geliyorsunuz, mesleğiniz öğretmenlik, sinemaya nasıl geçtiniz?

Herkes gibi film sevmekle başladı. Bir filmi seyredip etkileniyorsunuz ya da boşluğa düşüp günde iki, üç film izlemeye başlıyorsunuz ve orada bir şey buluyorsunuz. İki, üç yıllık bir avarelik döneminde epey film izledim, zamanla özel merakım oluştu, izlerken senaryoya ve atmosfere kendimce müdahale etmeye başladım. “Ben olsam filmi böyle çekerdim” noktasına geldim. İstanbul’a taşınınca da kendimi sinemasever arkadaşların arasında buldum ve bir kısa film çekmeye karar verdim. Sıkıntılı bir kısa filmdi, iyi ki de sıkıntılı olmuş çünkü kurtarmak için kurguyu da ışığı da öğrendim. O filmi hâlâ kurgularım, 11 dakikadan başladım, 5,5 dakikaya kadar indirdim. Hâlâ oturup ara ara kurcalıyorum. Klasik bir deyim vardır; bir sahneyi atınca filmin anlamında kaybolma olmuyorsa film güçleniyordur, bu süreç içinde en azından kendime onu ispat ettim.

İlk filminiz için bu öyküyü nasıl seçtiniz?

Oralar çocukluğumun geçtiği mekânlar. Babam ve amcam filmdeki Necip Ağa gibi sebzecilik yapardı. İşler kötüye gidince babam memleketi Hatay’a geri döndü, amcam Mersin’de direndi. Üretim araçları ve teknoloji değişiyordu, amcam onlara karşı katı durup muhafazakâr davrandı. Kendisini değişime kapatırsa ailesini daha iyi koruyacağını sandı ama filmde gördüğümüz gibi bitişi hızlandırdı. Filmde bir yemek masası sahnesi var, benim için çok önemli bir sahne. Babam ve amcam da feodal yapıdaki tüm babalar gibi masada tüm aile bireyleri toplanmadan yemeğe başlamazdı. Bunun bilinç altında aileyi koruma güdüsü mevcut.

Bu hikâyeyi tek bir karakter üzerinden anlatmayı neden tercih ettiniz?

Arka planda çok fazla şey oluyor, sermaye el değiştiriyor, aile teknolojiye ayak uyduramıyor ve kötü duruma düşüyor. Bu arka planı göze sokmak yerine bunları küçük bir öykü üzerinden göstermeyi istedim. Hepimizin ufak ufak umutları ve hedefleri var, İbrahim’in de tek istediği bir tır şoförü olmak. Buna kaçmak, kurtulmak ya da kendini var etme güdüsü mü denilebilir ama bir şekilde oradaki dünyayı kabullenmemiş bir İbrahim’den bahsediyoruz. Filmde bu gitme sürecinin ne kadar zor olduğunu gördük. O aile yapısında bütün para babada toplanır. Bazıları İbrahim’in o kadar çalışıp bir ehliyet parası toplayamamasını tuhaf bulabilir. Bizim için ehliyet parası az olabilir ama o insan için bir araba parasıdır. İbrahim bu yüzden farklı farklı işler yapmak durumunda. İlk sahnede de görüyoruz, önce çalışmayı denemiş ama babası Necip Ağa onu gelip almış. Bu da babalık gururuyla ilgili bir durum.

İbrahim’in denediği farklı işlerden birini kan tahlili sahnesinde görüyoruz.

Yurt dışında bu iş legal olarak yapılıyor, bir ilaç piyasaya sürülmeden önce son defa bazı insanların üzerinde deneniyor. Gönüllü kişi altı ayda bir gidip kobay oluyor, bir daha aynı şeyi yapması için bir önceki ilacın etkisinin geçmesi gerekiyor. Hayatını böyle kazanan insanlar var. Orta Doğu’da bunun çok daha ucuza illegal bir şekilde yapıldığını duydum ama Türkiye’den emin değilim. Sömürünün son noktasını anlatmak istediğimde bu fikri filme adapte etmek bana cazip geldi.

İbrahim’i sempatik bir karakter olarak sunmaya çalışmamışsınız, pasif agresif halleri, öfkeleri var. Öte yandan ailede birey olma ve kendi için hayal kurma iradesini gösteren tek karakter o.

Ağabey zaten oradaki yaşantıyı tamamen kabullenip babasının boyunduruğu altına girmiş. Tarlada çalışan, eve gelen, çocuğuyla biraz oynayıp eşiyle yatan, sabah kalkıp tekrar işe giden bir adam. İbrahim’i karakter olarak seçmemizin en büyük sebebi bu; o durumu kabullenmiyor ve insan bir şeyi kabullenmediğinde çatışma da o anda başlıyor. Önce kendinizle, sonra aileyle, sonra toplumla, gerekirse bütün sistemle çatışıyorsunuz. İbrahim’in yaptığı da bu. Gitmek, başka yerler görmek o kadar da kolay değil, önce kendisiyle çatışıyor. Sonra babası geliyor, planlarından babasına bahsedemiyor. Daha da ötesinde genel sistemi aşmak zor, komisyoncular aileyi borçlandırıp hizaya getirmiş, tekelleşmeye devam edecekler. İbrahim’in durumuna baktığınızda kendisini sarmalayan sistemleri aşıp gitmek çok zor.

Image

İbrahim’in cinsel açlığını neden filmde göstermek istediniz?

Bir karakter yaratırken her boyutuyla yaratmak gerekli, biz de bir süper kahraman değil zaaflarıyla var olan bir karakter yaratmaya çalıştık. İbrahim’in kötücül bir yanı da var, ona yapılanlar var ama o da kaplumbağayı ters çevirebiliyor ya da tarlasında çalışacak bir kadını keyfî olarak kamyonetten indirmek isteyebiliyor. Kötü adamla da dişe diş olabilecek biri, eksik bir karakter hepimiz için geçerli olduğu gibi.                            

Necip Ağa’nın tarlasına sahip çıkması inat mı, gerçeklerden kopukluk mu, kahramanlık mı?

Bir inat değil, doğruluğuna inandığı şeyleri yapıyor. Necip Ağa iyi bir gözlemci, dışarıdaki kötülüğün de komisyoncunun ne yaptığının da farkında ama onurlu bir duruş göstermek istiyor. Bazen o onurlu duruş kavgada size çok şey kaybettirir. Bir sahnede ağabey “Ürünümüzü başkasına satalım” diyor, Necip Ağa doğrudan “Bize yakışmaz” diyerek karşı çıkıyor. Aslında bir sömürünün içinde, borçlandırılmış ama ona rağmen onurlu duruşundan taviz vermiyor. İbrahim ise kötülerin dilinden konuşmaya çalışıyor, elbette çelimsiz vücuduyla yapabildiği kadar.

İlk filmi çekmenin ne tür zorluklarıyla karşılaştınız?

Birçok şey düşündüğünüz gibi olmuyor, bütçesel olarak da aynı şey geçerli. Deneyimsizsiniz, her şeyi üst üste koyunca açıklar oluyor. Çekimler 25 gün kadar sürdü ama hazırlık süreci çok uzundu. Gerçek bir dünya yaratmak ve o yöreden gerçek insanlarla çalışmak istedik. İki, üç profesyonel dışında herkes amatördü, ilk defa kamera karşısına geçmiş insanlardı. O yüzden Mersin’e önceden gittik, filmin kastına uygun olabilecek yerel insanlarla görüştük, seçmeler yaptık, çalışmalara başladık, tutmayacağını hissettiklerimizi değiştirdik.

İbrahim karakterini canlandıran Aytaç Uşun’da nasıl karar kıldınız?

Ana karakterimiz için özel bir çabamız oldu. Yaklaşık 28 oyuncu gördük, sonunda Aytaç Uşun içimize sindi. Film boyunca bütün yük kendisinin üstünde. Aytaç akabinde yaklaşık iki ay kadar oyuncu ve insan olarak çok sevdiğim Tansu Biçer’le çalıştı. İkisi çok iyi anlaştı, düzenli olarak toplandık, onlara nelerin olup nelerin olmadığını aktardım, ikinci ayın sonunda Aytaç tam kafamda istediğim yere gelmiş durumdaydı ve Mersin’e gidip diğer oyuncularla tanıştığında role hazırdı.

Peki Necip Ağa karakterini canlandıran Mehmet Özgür?

O ilginçti, kendisiyle sette tanıştık. Daha öncesinde çalışma fırsatı bulamamıştık, tek çalışamadığımız kişi de oydu. Abluka filmi sonrası Venedik’ten geliyordu, oradan Mersin’in sıcağına getirdik. İlk sahnede karakteri kodlayıp gelmişti ama onun kodlaması benim kafamdakinden çok farklıydı. İlk sahnede eski ağalar gibi “Hortuma basma Muhittin” diyordu, oysa bizim oradaki ağalar temsilî ağalardır, toprak ağası değil, sebze ekenlere ağa denir. Mehmet Özgür de haklı olarak birebir çalışamadığımız için karakteri farklı bir şekilde kodlamış. O an seti iptal ettik, kendimizi bir yere kapattık, ne istediğimi aktardım. Kendisi çok hızlı adapte oldu ve istediğimi vermeye çalıştı, çıkan sonuçtan da gayet memnunum. Yurt dışında gelen sorulara baktığımda da Mehmet Özgür’e özel bir hayranlık oluştuğunu fark ettim.

“TOPLUMSAL GERÇEKÇİ FİLMLER DE BİR BELGE NİTELİĞİ DE TAŞIDIKLARI İÇİN HİÇBİR ZAMAN GERİ İTİLMEYECEK. DÖNEM DÖNEM ROTA DEĞİŞSE DE BİR ŞEKİLDE DÖNÜŞ OLACAK, ZATEN İYİ BİR FİLM HER DÖNEMDE KENDİNİ VAR EDECEKTİR.”

Kadınlar filmde pek konuşmuyor, işçi başı karakteri hariç ancak evde ya da tarlada çalışırlarken görüyoruz. Kadının filmdeki temsiliyle ilgili ne demek istersiniz? 

Senaryoyu yazıp bitirdiğimde kadın karakterlerin çok arkada kaldığını fark ettim. Bunu bir yere kadar feodal yapılara bağlayabiliriz. Aile içindeki kadınlar o koşullarda daha düzenleyicidirler, sadece gerektiğinde konuşurlar ve kendilerini çok ön plana atmazlar. Anneye baktığınızda bütün konuşmaları dinleyen, gerektiğinde o kötü gidişi engellemek için tütsü yakıp ortalıkta dolaştıran bir kadın. Senaryoyu ikinci kez yazarken kadınları biraz daha öne çıkartmak istedim ama kadınlar hâlâ biraz arka plandaydı. Düşündüğümde annemin ve amcamın eşinin gerçekliği de buydu maalesef. Tabii farklı bir karakter yaratılabilir ama bunun için farklı bir hikâyeye dönmek durumundasınız, o zaman da odağı kaçırmaktan korktum. Tarladaki kadın çalışanlara baktığımızda onlara diyalog yazma şansım yoktu, oranın bir gerçekliği olarak maalesef dekor gibi duruyorlardı, onun da farkındaydım. Özetle bu ataerkil durum biraz öyküyle, biraz da benim dışavurumumla ilgili olabilir. 

Film dokusu açısından Babamın Kanatları ile paralellikler içeriyor. Modern sinemanın sınıf öykülerine pek ilgi göstermediğine katılır mısınız?

Öyle bakmamak lazım, festivallerde bu durum dillendiriliyor belki, ama iyi çekilmiş toplumsal filmlere de kayıtsız kalınamıyor. Bu sene benim filmime yakın en az 3-4 film izledim. Evet, kimlik kavgaları üzerinden çekilen filmler var, son dönemde mülteci hikâyeleri de ağırlık kazanıyor; zira toplumsallık dediğimiz şey o tarafa kaydı. Ama toplumsal gerçekçi filmler bir belge niteliği de taşıdıkları için hiçbir zaman geri itilmeyecek. Dönem dönem rota değişse de bir şekilde dönüş olacak, zaten iyi bir film her dönemde kendini var edecektir.

“MÜZİK KARŞITLIĞIM YOK AMA MÜZİĞİN FİLMİN ÖNÜNE GEÇMESİNE KARŞIYIM. ÖYLE BİR TOPLUMSAL GERÇEKÇİ DÜNYA YARATTIK Kİ BELGESELLE KURMACA ARASINDA BİR YERDE DURDU, BU YÜZDEN FİLMİ HAYAL EDERKEN MÜZİK DUYAMADIM.”

Filmin görsel yönetmeni Macar Marton Miklauzic. Onunla neler konuştunuz? Ek olarak filmde müzik yok, bu konuya yaklaşımınız nedir?

Miklauzic’i uzun zamandır takip ediyordum, ilk Ali Özgentürk’ün iki filminde görmüştüm, daha sonra Erdem Tepegöz’ün Zerre filminde de çalışmıştı. Omuz kamerası kullanacaktım, bu stile çok hâkim olduğu ve ışığı çok iyi bildiği için özellikle onunla çalışmak istiyordum. Kendisiyle e-posta üzerinden iletişime geçtik ve anlaştık. Kafamda referans aldığım birtakım görüntüler vardı, onlar üzerinde konuştuk, ne yapmak istediğimi çok iyi anladı. Coğrafyayı görüp ön hazırlık yapmak için çekimlerden bir ay önce buraya geldi, işini de o kadar sahiplenen biri. Müzik karşıtlığım yok ama müziğin filmin önüne geçmesine karşıyım. Öyle bir toplumsal gerçekçi dünya yarattık ki belgeselle kurmaca arasında bir yerde durdu, bu yüzden filmi hayal ederken müzik duyamadım. 

Image

Filmin sonunda, İbrahim’in odadan çıkışında bir muğlaklık var mı?

Herkes kendisine göre yorumladı orayı. O sahneden hemen önce “Ben diyeceğimi dedim” dedi sistemin adamı, aileye bir hiza verdi, alanlarını çizdi ve çıktı gitti. Orada bir ailenin bitişini hissediyoruz. İbrahim içinse hayat devam ediyor. İbrahim’i o odaya sokacağımı biliyordum ama odanın içinde nasıl hareket edecek? O karakter o yatağa uzanıp cenin durumuna gelirse bir yenilgi olur, bu fikirden hemen vazgeçtim. İbrahim dayak yedikten sonra hele ailesinin yanında o odada duramaz. Öyle bir adam oturur, kendine gelmeye çalışır ve giyinip çıkar, o döngünün içinde dolaşmaya devam eder. Kamyonculara mı gider, başka bir şey mi yapar bilmiyorum ama onu o odada bırakamadım. Filmde de onların yaşantısına dair bir kesit verdiğim için özel bir son hazırlama gereği de duymadım.

İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü kazandınız. Daha sonra Moskova’da da bir yönetmenlik ödülü kazandınız. Bu tecrübelerinizden bahsedebilir misiniz?

İlk filminiz İstanbul Film Festivali’ne seçilince heyecanlanıyorsunuz. “Bir ödül çıkar mı” diye düşünürken bir anda dört ödülün çıkması sizi çok mutlu ediyor. Beklemediğiniz bir şey… Moskova’daki ödülü almak da beni çok mutlu etti, burada alınan ödüllerin bir sağlaması gibi oldu, evrensel bir estetiğe de ulaştığımızı görmüş olduk. Bu iki ödülden sonra filmin de önü açıldı, dünyanın her yerinden davetler aldım, bir ilk film olarak bu kadarını beklememekle birlikte böyle bir sonuç olduğu için çok mutluyum. Bu ödüller bundan sonra film yapma isteğimi de alevlendirdi. İkinci filmde ne yapacağımı ben de çok merak ediyorum.

  1. Yeniden hayal edilen kadim figürler: The Black Power Tarot

    Le Guess Who? 2017 sırasında sergilenecek The Black Power Tarot’un yaratıcısı King Khan, bu eşsiz setin arkasında yatanları, ilhamlarını, seçim kriterlerini ve Michael James Eaton ile Alajandro Jodorowsky işbirliğini anlatıyor.

  2. Halil Altındere ve Das Art Project: Welcome to Homeland

    Halil Altındere'nin üç kıtaya yayılmış mülteci krizini ele alan üç işini bir arada yerleştiren Welcome to Homeland, 14 Eylül – 21 Ekim tarihleri arasında Cihangir Sadık Paşa Konağı'nda sergilendi. İstanbul'un pek bilinmeyen, metruk binalarını kısıtlı süreler için güncel sanat mekânlarına dönüştüren Das Art Project'in küratörlüğünü yaptığı Welcome to Homeland hakkında Halil Altındere ve Das Art Project üyeleriyle söyleştik.

  3. “Zaman her zaman çok şey öğretiyor”: EZGİ MOLA ve KALBEN (I)

    Şu sıralar yeni film ve yeni albüm heyecanı yaşayan iki arkadaş Ezgi Mola ve Kalben bir araya gelip, birbirlerine merak ettiklerini sordu ve ortaya mutlu olmanın yollarından, çocukluk travmalarına kadar uzanan kocaman bir sohbet çıktı.

  4. “Zaman her zaman çok şey öğretiyor”: EZGİ MOLA ve KALBEN (II)

    KALBEN: Onları ben taşıyacağım hayat boyu çünkü.EZGİ: Hayatımın son yedi yılı şu söylediğin şeyle geçti. KALBEN: Onunla hep oynamak lazım yani. Çocuk Kalben,

  5. İnsan faktörünü müziğe dahil etmek: LIIMA & GRIZZLY BEAR

    Liima üyesi Casper Clausen ve Grizzly Bear üyeleri Chris Taylor ve Chris Bear, birlikte yaptıkları Avrupa turnesi sırasında Bant Mag. için müziklerinin yaratım süreçleri üzerine sohbete koyuldu.

  6. Taner Öngür tarafından doldurulmuş bir plak: Elektrik Gramofon

    Araştırmacı, yazar ve arşivci Gökhan Akçura, Taner Öngür’e telefonla bağlanarak yeni çalışması Elektrik Gramofon üzerine konuştu.

  7. Çizgilerle: Pharoah Sanders

    Le Guess Who? 2017 programının en heyecan verici isimlerinden biri olan efsanevi müzisyen Pharoah Sanders'ın kariyerine, Furkan 'Nuka' Birgün'ün illüstrasyonlarıyla bir bakış.

  8. Fransız Art Rock’dan Arap Synth Pop’una açılan tünel: Ahmed Fakroun

    Awedny ve Nisyan gibi iki funk harikası yaratmış, İngiltere’nin saygıdeğer prodüktörlerinden birisi olan Tommy Vance ile birlikte kayıtlar yapmış, Madonna’dan David Bowie’ye birçok etkileyici isimle beraber çalışmış olan Jean-Baptiste Mondino'nun hayranlığını kazanmış, kariyerine bir süre jön olarak devam etmiş ve artık herkesçe bilinen “Arap dünyasının Talking Heads’i” lakabını kazanmış bir sanatçı olan Fakroun'un global bir dinleyici kitlesini etkisi altına almış olduğu aşikâr.

  9. Şarkı şarkı: Jane Weaver “Modern Kosmology” albümü

    12 Kasım Pazar günü Le Guess Who? 2017 sahnesinde olacak Jane Weaver, Mayıs ayında yayınladığı Modern Kosmology albümüyle kitleler üzerindeki etkisini sürdürüyor. Weaver’a psikedelik pop harikası albümündeki 10 parça için 10 soru yönelttik. Yanıtları Ethem Onur Bilgiç resimledi.

  10. Yırtılan bir gerilimin sesleri: Ben Frost

    Geçtiğimiz günlerde Mute Records’dan çıkan son albümü The Centre Cannot Hold’un ertesinde ve Le Guess Who? performansının öncesinde 1 Kasım akşamı Salon İKSV’de çalmak üzere İstanbul’a gelen Frost’un geçmiş çalışmaları ve projelerine kısaca göz atıyoruz.

  11. Kürasyonun ifade ettiği söylemler: Jerusalem In My Heart

    Radwan Ghazi Moumneh, bu seneki Le Guess Who? festivalinin Jerusalem In My Heart tarafından oluşturulmuş programına dair yol gösterici detaylar ve ilginç hikâyeler anlatıyor.

  12. Çizgilerle: Linda Sharrock

    Le Guess Who? 2017'de Jerusalem In My Heart'ın konuğu olarak sahne alacak efsanevi müzisyen Linda Sharrock'ın kariyerinin satırbaşlarını, Deniz Pasha'nın illüstrasyonlarıyla hatırlıyoruz.

  13. Fırtına öncesi sessizlik: METZ

    Kanadalı vahşi noise rock üçlüsü METZ, diskografisinin üçüncü albümü Strange Peace’i Sub Pop etiketiyle yayınladı. Utrecht’te gerçekleşecek Le Guess Who? festivaline iki yıl sonra geri dönecek olan grubun solisti ve gitaristi Alex Edkins’le Steve Albini’nin ses mühendisliğini üstlendiği yeni albümü hakkında konuştuk.

  14. A’dan Z’ye: Liars

    Le Guess Who? kapsamında vereceği konserin ardından 1 Aralık’ta da Salon İKSV’de izleyeceğimiz Liars’ın yolculuğundan önemli karakterler, detaylar ve ilginç hikâyelere, A’dan Z’ye bakıyoruz.

  15. Değişebilen biçimler: EKİN FİL

    Le Guess Who? 2017’de Grouper’ın küratörlüğünü üstlendiği programın konuğu olarak sahne alacak Ekin Fil ile bu sene yayınladığı son albümü Ghosts Inside ve üretim dinamikleri üzerine bir sohbet.

  16. Julianna Barwick: Hayatımı değiştiren kadınlar

    Amerikalı sanatçı Juliana Barwick, küratörlüğünü Perfume Genius’ın üstlendiği program kapsamında Le Guess Who? izleyicisini büyülemeye hazırlanıyor. Kendi jenerasyonunun en özgün şarkı yazarlarından biri olan Barwick, hayatına farklı şekillerde dokunmuş ve ona ilham vermiş kadın sanatçıları anlatıyor.

  17. Çizgilerle: Linton Kwesi Johnson

    Dub şairleri arasında bir ikon haline gelen Linton Kwesi Johnson'ın kariyerini Sedat Girgin'in illüstrasyonlarıyla gözden geçiriyoruz.

  18. Çizgilerle: James Holden

    Bu seneki Le Guess Who? programının mucitlerinden biri olan James Holden, yeni albümü The Animal Spirits'le festivalin en ilgi çekici isimlerinden biri. Holden'ın heyecanla beklediğimiz performansı öncesinde, kariyerinden öne çıkan detaylara Sadi Güran'ın çizimleriyle bakıyoruz.

  19. Altın Gün’ün Türkiye’den favori psikedelik seçkisi

    21 Ekim’de Garaj’da İstanbul izleyicisiyle buluşan ve Le Guess Who? sahnesini Ahmed Fakroun ile paylaşmaya hazırlanan Hollanda menşeli psikedelik rock grubu Altın Gün’den, Türkiye’den en sevdiği 10 parçayı sıralamasını istedik.

  20. Le Guess Who? deneyimi

    Ben Shemie, Mario Batkovic ve Jessica Moss, önceki yıllarda Le Guess Who? festivalinde nasıl deneyimler kazandığını yazdı.

  21. Çizgilerle: William Basinski

    Deneysel müzik sahnesinin öncü isimlerinden William Basinski'nin müzikal yolculuğundan öne çıkan detayları, Burak Dak'ın çizimleriyle mercek altına alıyoruz.

  22. Beyaz perdede tehdit altındaki çürümüş aileler

    Yorgos Lanthimos’un çürümüş aile yapısının damarlarını kestiği, çok konuşulan yeni filmi The Killing of A Sacred Deer bu ay gösterime girerken, sinema tarihinin tehdit altındaki ailelerine göz gezdirmenin tam sırası.

  23. Söylemek mi daha iyi, yoksa ölmek mi?: Call Me By Your Name

    Kusursuz bir filmin ne tamamen orijinal bir hikâye, ne de sadece sıradışı bir görsel tecrübeden ibaret olamayacağını kanıtlarcasına, yalnızca ele aldığı öyküyü ona en uygun şekilde anlatmayı seçmiş, özel bir tecrübeyle karşı karşıyayız.

  24. Gerçeklik leş gibi kokunca büyüyü yaratmak kime kalır?: Körfez

    Emre Yeksan’ın 74. Venedik Film Festivali’nden dünya prömiyerini yapan ilk uzun metraj filmi Körfez, geçtiğimiz ay da Ulusal Yarışma kapsamında İstanbul prömiyerini gerçekleştirdi. Filmin 1 Aralık’ta başlayacak vizyon gösterimleri öncesinde Yeksan ile ilk filmi, senaryo süreci, İzmir ve büyülü gerçekçilik üzerine sohbet ettik.

  25. “Herkes gibi film sevmekle başladım”: Sarı Sıcak

    Yönetmen Fikret Reyhan, çocukluğunun geçtiği mekânlarda canlandırdığı ve 1 Aralık’ta vizyona gelecek ilk filmi Sarı Sıcak’ın, içindeki bundan sonra film yapma isteğini de alevlendirdiğini anlatıyor.

  26. Geçmişi Hatırlarken: 2010’lardan Amerika Sivil Haklar Mücadelesi Belgeselleri

    Le Guess Who? 2017 programındaki The Invaders belgesel gösterimi ve The Black Power Tarot sergisinden yola çıkarak 2010’larda yayınlanan etkileyici ve önemli Sivil Haklar Mücadelesi belgesellerini sıraladık.

  27. Mesafenin İçinden 1: KIVILCIM GÜNGÖRÜN

    Fotoğraf ve çeşitli disiplinler arasında üretim yapan sanatçı Kıvılcım Güngörün’ün “Mesafenin İçinden 1” sergisi, 25 Kasım’da Bant Mag. Havuz / Bina’da açılıyor. Güngörün’ün sadece bu sergi için çektiği ve geçtiğimiz birkaç aydır üzerinde çalıştığı fotoğraflarının yanı sıra yazdığı şiirler, dolaştığı yerlerde karşılaştığı çeşitli objeler ve bazı kolajlar da sergide görülebilecek. “Mesafenin İçinden 1” öncesi Kıvılcım Güngörün merak ettiklerimizi konuştuk.

  28. Tövbeler Tövbesi: ETHEM ONUR BİLGİÇ

    Bant Mag. dahil pek çok yayın ve projede sık sık işleriyle karşımıza çıkan Ethem Onur Bilgiç’in yeni sergisi “Tövbeler Tövbesi”, 28 Ekim cumartesi günü Bant Mag Havuz / Bina’da görücüye çıkıyor. Bilgiç’le günahları ve tövbeleri konu olan yeni sergisi, dijital ve “geleneksel” çalışmanın farkları ve sürekli izinsiz kullanılan işleri üzerine kısa kısa sohbet ettik.

  29. Ortama yaraşır posterler yaratma tutkusu: Le Gig Poster?

    Le Guess Who? festivali kapsamında bu sene beşincisi gerçekleşecek Le Gig Poster? sergisinin yaratıcısı sanatçı Joris Diks, geçmişten günümüze bu poster deneyimini anlatıyor.

  30. Diyarbakır’daki genç sanatçıların yeni alanı: Loading

    Diyarbakır’da açılan yeni sanat alanı Loading’in Deniz Aktaş, Erkan Özgen, Şener Özmen, Cengiz Tekin’den oluşan ekibi, en önemli derdin ayakta durma çabaları olduğunu vurguluyor.

  31. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler