Mu Tunç’un ilk uzun metrajı, zaman ve mekân değişir de büyük kentle hesaplaşmamız biter mi, diye soruyor.


Yönetmen Mu Tunç, kendi büyüme hikâyesinden hareketle çektiği ilk uzun metrajı Arada’da alt kültürel hareketlere dair “asıl mevzunun Merter ve Bakırköy gibi orta sınıf tarafından rağbet gören mahallelerde koptuğu” 1990’lar İstanbulunda bir gece, bu kentten delice kaçmak isteyen bir punk’ı takip ediyor. Başrollerde beyaz perdede ilk kez izleyici karşısına çıkan Burak Deniz’i ve Büşra Develi’yi ağırlarken büyük kentle bitmeyen o hesaplaşmayı ve aidiyet, tutunma, memnuniyetsizlik, sıkışma gibi duyguları didikleyen Arada, bu ortamı seçerek neden bugüne dair de bir şeyler söylemeyi umuyor?

Arada ilk filmin, bu noktaya gelene kadar sinema yolculuğun nasıl gerçekleşti?
Benim hikâyem internetle başladı, aslında uzmanlığı internet üzerine gelişmiş reklam ajansı geçmişine sahip bir pazarlamacıyım. Sekiz dokuz sene önce streaming teknolojilerinin gelişimini gözlemliyordum. Sinemaya ilişkin bir merakım vardı, reklam filmleri de yapmıştım ama sinema farklı bir şey. Bu merakımı aktarabilme yöntemlerine dair kafa yordum ve o dönem kendi hayatımı Diary of Mu isimli bir proje vasıtasıyla internet üzerinden paylaşmaya karar verdim. Amacım sinematik bir dili olan kısa videolar yapabilmekti. O proje ilk internet projelerinden biri olduğundan kendi içerisinde epey büyüdü, o dönem Vimeo’da bile hemen hemen hiçbir şey yoktu.

Öykü, Merter’de başlıyor, sen de Merter’de doğup büyümüşsün. 1990’larda Merter’i nasıl hatırlıyorsun?
Merter o dönem orta kesim ailelerin bulunduğu bir yer. 1990’lardan sonra tekstil imalathanelerinin gelmesiyle absürt bir durum oluştu, şu an Merter endüstriyel bir bölgeyle ailelerin yaşadığı bir mahalle arasında. 1990’lı yıllardaki şehirleşmeyle birlikte Merter, orta sınıf ailelerin ev almaya çalıştığı bölgelerden biri oldu. Benim ailem de onlardan biri, birkaç arkadaşlarıyla birlikte kendi apartmanlarını kendileri yapmışlar. O dönem hem kendi abim Orkun, hem de yan apartmanlardan başka abilerim aynı tarz müziklerden esinlenip beraber punk ve hardcore’u keşfediyorlar. İlgileri trash metalle başlıyor zira trash metalde punk’ta bulunan bazı öğeler var. Zamanla bizim Merter’deki evin altında konserler vermeye başlıyorlar. Kanıtı da var elimde, kayıtlar, fotoğraflar. O dönemi güzel anıyorum ama daha dört beş yaşında olduğumdan konserleri pek hatırlamıyorum. Sadece içeri girmeye çalıştığımı anımsıyorum, bana izin vermiyorlardı, girmeyeyim diye kapıda bıçak gösteriyorlardı. Gençler bir müzik yapmaya çalışıyorlar, aletlerini de iyi çalıyorlar. Büyürken Merter’i aslında hiç sevmedim çünkü oturduğumuz yerin yanındaki Küba Mahallesi’nde gecekondular vardı. Orada oturuyor olmaktan utandım da. Özel okullarda okudum ve görürlerse durumu açıklayamayacağımdan hiçbir arkadaşımı çağıramadım. Garip bir durum olduğunu zannediyordum. Yaşadığım yerin aslında çok güzel bir yer olduğunu büyüyünce anladım. Londra’da ve Paris’te yaşadıktan sonra gördüm ki ben epey ilginç bir yerde doğmuşum, abilerim çok ilginç şeyler yapmışlar. O dönem Merter’de olmak çok kült bir şeymiş.

Image

Filmin dikkat çeken bir yönü otobiyografik olması. Babanız Altan Tunç’a ithaf etmişsiniz. Kendisi 1970’lerde Türk sanat müziği sanatçısıymış, sonra müzik kariyeri bitmiş. Babanla ilişkin nasıldı?
Babamla olan ilişkimde çok fazla sevgi var ama müzik kariyerine devam etmeyişinden dolayı onu çok da suçladım. Sebebi ise bencil bir yerden geliyordu. Eğer müziğe devam etseydi çok ünlü bir müzisyen olacaktı, ben de yapmak istediklerimi daha kolay yapacaktım. Ama belki de o büyük bir müzisyen olsaydı ben de böyle bilinçli bir çocuk olmayacaktım, şımarık biri olup kendi yolumu bulmaya çalışmayabilirdim. Birinin yapmak istediğini yapmayıp bütün hayatını geçirişini ve hayatının ileri döneminde bununla yüz yüze gelişini görmek çok farklı bir durum. Beni bu filmi yapmaya zorlayan da bu. Böyle bir film yapmayı hep istiyordum ama doğru zamanın gelmesini ya da daha fazla para biriktirmeyi bekliyordum ve ileri tarihlere öteliyordum. O tarih hiçbir zaman gelmiyor. Aynı babamın durumuna düşme hali üzerinden kendimi de eleştiriyorum. Öyle bir zaman gelebilir ki hayallerime bir daha hiç geri dönemeyebilirim. Babam da askerden geri döndükten sonra bir gün müziğe geri dönebileceğini düşündü ama dönemedi. Bu filmle kendimle barışıyorum aslında. En büyük atfı ona yapmamın sebebi ise çok zor zamanlarda bir şeyler yapmış olması. Teknoloji yok, stüdyolarda kayıt yapmak çok eziyetli, o dönemlerde o albümleri kaydetmiş olması bile büyük bir şey. Durumun zorluğunu şu an anlıyorum.

Filmde senin kadar filmin müziklerine de el atan abin Orkun’un da hikâyesi mevcut. O da 1990’larda Turmoil’de çalıyor. O dönem çok büyükler ama şimdi sanki Radical Noise ya da Necrosis kadar hatırlanmıyorlar. Abinin üzerindeki etkisi neydi?
Doğru. O durum grup elemanlarının içe dönük insanlar olmalarından kaynaklanıyor. Yoksa herkes Turmoil’in ne kadar önemli bir grup olduğunun farkında. Öncesi de var, Moribund Youth. Sonra baterist olarak abim ve ekstra bir gitarist geliyor, grubun ismi değişiyor. Turmoil ilk albüm yayınlamış punk/hardcore gruplarından biri, Meksika’da bile plakları var. 1990’lı yıllarda da bazı şeyler çok zormuş, o zaman da “Bu ülkede hiçbir şey yapılamaz” gibi cümleler söyleniyormuş ama yapmışlar. İnternet yok hatta pul alacak paraları yok, o kadar imkânsızlıkla bu plakları çıkarmışlar. Bizim bu kadar imkânla bir şeyleri ortaya çıkarmakta neden zorlandığımıza dair kendi adıma da bir sorgudan geçtim. Bu yüzden abilerimi çok güzel anıyorum. Benim punk müzikle ilk tanışmam 12-13 yaşlarım, kendi başıma dinlediğim ilk punk-vari müzik grindcore aslında, Napalm Death. Hatta evde dinlerken plağı bozduğumu zannedip abim kızmasın diye saklanmıştım. Meğer müzik tarzı öyleymiş. Bilinçli olarak dinlediğim ilk grup Minor Threat’ti, delirmiştim. Bir de Suicidal Tendencies’in ilk albümü, neredeyse bir buçuk sene sadece onu dinledim. Straight edge’dim, Youth Brigade ve Dischord Records’a takılıyordum, o dönemki Spazz, Gorilla Biscuits ve Youth of Today gibi çoğu hardcore grubunu dinliyordum.

Zaten filmin başında gördüğümüz duvar posterlerinde birçok gruba atıf var. Ozan’ın baş ucunda da Born Against kaseti duruyor.
Born Against çok önemli, özellikle onların kasetini koyduk çünkü İstanbul’a gelip konser verdiler, liderleri Sam McPheeters buradaydı. Hayatımda ilk kez yabancı biriyle konuşmam o konserdedir. O insanları sonsuza dek bir noktada tutabilmek için filmde bir yere koyduk. Born Against o kadar underground bir grup ki isimlerinin bir Amerikan filminde geçme ihtimali bile yüzde eksi bin.

“PEYOTE’YE GİRİNCE YEDİ SEKİZ TANE MOHAVK GÖREBİLİYORDUN AMA PUNK/HARDCORE DİNLEYİP DÜMDÜZ GÖZÜKEN İNSANLAR DA VARDI, KENDİNE HAS BİR KOMÜNİTE MEVCUTTU. BENİ KOMÜNİTEDEN DAHA ÇOK HEYECANLANDIRAN İSE BİRÇOK MÜZİK GRUBU OLMASIYDI. HERKES BİR GRUP KURMAYA ÇALIŞIYORDU.”

D.R.I.’dan da çok etkilenmiş olmalısın, filmde iki şarkıları çalıyor.
Öyle, şarkıları almak için de çok uğraştık. Ben de o dönem çok dinledim ama D.R.I.’ın önemi abilerimi en çok etkileyen grup olmalarından kaynaklanıyor çünkü trash metal’den geliyorlar. Crossover albümleri onları çok etkiliyor, abilerimi hardcore müziğe D.R.I.’ın ilk albümü yönlendiriyor. O iki şarkı da o albümden.

Biraz buradaki punk/hardcore sahnesinden bahsedelim. En eski olarak 1980’lerin ikinci yarısından Headbangers’ı biliyoruz. Sonrasında ufak ufak bir sahne oluşmaya başlıyor. Filmde iki konser afişi var. Biri Peyote’nin eski İmam Adnan’daki yerinde Rashit, Crunch ve Miskins konseri. Bir de Bilsak’ta Turmoil çalmış.
İlk Peyote’yi deneyimleyebildim, çok acayipti. 1990’ların sonunda abimlerle bilfiil takılmaya başladım, onun öncesini de duyumlar ve araştırırken denk geldiğim görsellerden biliyorum. Peyote’ye girince yedi sekiz tane mohavk görebiliyordun ama punk/hardcore dinleyip dümdüz gözüken insanlar da vardı, kendine has bir komünite mevcuttu. Beni komüniteden daha çok heyecanlandıran ise birçok müzik grubu olmasıydı. Herkes bir grup kurup çalmaya çalışıyordu. Küçük bir çocuk olarak bakıyorsun, hepsinde bir enerji var, ilham vericiydi. Konserler genelde gündüz olur, 15.00’te 16.00’da başlardı çünkü çalanların çoğu uzakta yaşıyordu ve otobüse yetişmeleri gerekiyordu. Tampon Aslı’lar vardı, görüntülerinden ve hareketlerinden o kadar etkileniyordum ki gidip konuşamıyordum bile. İnternet yok, hayatımıza MTV girmiş, en acayip şey Nirvana klibi.

“TAKSİM VE KADIKÖY SADECE BU İNSANLARIN BİR ARAYA GELME VE BULUŞMA NOKTASIYDI. ASIL MEVZU BAKIRKÖY VE MERTER GİBİ ORTA KESİM AİLELERİN BULUNDUĞU YERLERDE KOPTU. MERTER’DE ÇOK CİDDİ KAYKAYCILAR VARDI, BİR SÜRÜ YÖNETMEN DE ÇIKTI ZİRA ŞEHİR ORALARA DOĞRU GELİŞİYORDU.”

Komünite birlik dirlik halinde miydi yoksa atışmalar var mıydı?
Birbirinden nefret edeni de çok, birbirine laf sokmaya çalışan da. Komüniteyi bu konuda çok eleştiriyorum, birisinin birinden daha punk olduğunu iddia etme durumu var. Alt kültürlerde bu hep oluyor. Çok bastırılmış yerlerde alt kültürleri sahiplenen insanlarda aşırıya kaçma durumu oluyor zira elindeki tek şey o. Bu yüzden bir kopukluk oluşabiliyor, bu durum hâlâ da devam ediyor. Mesela benim için “Merter’de punk mı olur?” diyorlarmış. Turmoil’in plağı var, mail order adresinde Ataköy/Yeşilköy yazıyor. Bu müzik buralardan çıktı, Taksim’den değil. Taksim ve Kadıköy sadece bu insanların bir araya gelme ve buluşma noktasıydı. Asıl mevzu Bakırköy ve Merter gibi orta kesim ailelerin bulunduğu yerlerde koptu. Merter’de çok ciddi kaykaycılar vardı, bir sürü yönetmen de çıktı zira şehir oralara doğru gelişiyordu.

Image

Filmde Ceren Moray’ın canlandırdığı karakterin sadece kadınlardan oluşan bir punk grubu var. Az önce Tampon’un adını andın, o dönemde bir de Spinners vardı. 1990’larda kadınların punk kültüründeki yeri neydi?
Belki çok fazla kadın grubu yoktu ama konserlerde çok fazla kadın vardı ve erkek hegemonyasının yaşandığı bir sahne değildi. Ben kadın gruplarından ve Riot Grrrl meselesinden çok etkileniyorum. Filmde de sırf Türkiye’den çıkma bir filmde bu laf geçsin istediğimden özellikle o karaktere “riot grrrl” lafını ettiriyorum.

Bugün punk sahnesi o döneme nazaran daha ufak. Bu gençlerin apatisinden mi, yoksa ifade biçimleri başka müzik türlerine mi kaydı?

Bence şu anda da yer altında yeni bir şeyler doğuyor. Mesela Reptilians From Andromeda ve Project Youth gibi yeni Türk punk grupları var. The Ayılar da yeniden albüm yapıyor. Turmoil’den Tolga’nın yeni grubu Haossaa devam ediyor. Bunların hepsi birbirinden farklı gruplar ve beni çok heyecanlandırıyorlar. Kendi içine kapanmış inanılmaz aktif hareketler oluştuğunu düşünüyorum ve yaşadığımız atmosferi pozitif buluyorum. Bir şeyler yapmak için çok iyi nedenler var elimizde, yeter ki aktarmak için elimizde enerji olsun. Çoğu kişide o enerji yok ve bu durumu da yaşadıkları şehre mal ediyorlar. Oysa her şehirde olumsuzluklar var, mühim olan “Biz ne yapıyoruz?” sorusuna cevap verebilmek.

“POLİTİKA İLLA BULUNDUĞUN YERDE HER ŞEYİ ATEŞE VERMEK DEĞİL. AKSİNE ÇOK DÜZ DAVRANMAK DA YERİNE GÖRE PUNK BİR EYLEM OLABİLİR. YA DA HİÇBİR ŞEYİN ÜRETİLMEDİĞİ BİR ANDA BİR ŞEYLER ÜRETEREK DE PUNK OLABİLİRSİN.”

İngiliz folk rock efsanesi Billy Bragg bir söyleşisinde “Ülkemde en dinamik, en yenilikçi ve politikaya en çok bulaşan müzik türü grime. İnsanlar bana ‘Politik şarkı yazarları nerede?’ diye sorduğunda onlara grime dinletiyorum” diyor. Sence de gitar müziği politik ifade mecrası olmaktan çıktı mı?
Ben dünyada genel olarak müziğin ve kültürün değersizleştiğini görüyorum. Başka bir söyleşide okudum: “Artık insanlar müzik grubu yerine moda markası kuruyor”. Her şey ürüne dönüştü, çocukların çoğu müziği tüketmek yerine bir grubun tişörtünü giymekten heyecan duyuyor. Bu hip hop ve grime kültürlerinde de mevcut. Aslında müzikte politika mevzusu sorguladığım bir konu. Artık kalkıp doğrudan bir şeylere küfür eden ya da politik laflar eden insanlardan etkilenmiyorum, bu politik oldukları anlamına gelmiyor. Olayı içselleştirip dinleyiciyi eyleme yönlendiren şeyler benim için daha politik. 1980’li yılların punk’ındaki doğrudanlığın sebebini daha sonra anladık, dinleyeni provoke etmeye çalışıyorlardı. Politika illa bulunduğun yerde her şeyi ateşe vermek değil. Aksine çok düz davranmak da yerine göre punk bir eylem olabilir. Ya da hiçbir şeyin üretilmediği bir anda bir şeyler üreterek de punk olabilirsin. Şimdi de sanki etrafımızda hiçbir şey olmuyormuş gibi geliyor, şu an herhangi bir şey üreten de punk. Dünya genelinde gitar müziğinden ziyade hip hop daha popüler oldu, bu doğru. Ama şunu da göz ardı etmeyelim, son yıllarda Türkiye’deki indie akımının içinden çıkan Gaye Su Akyol, Jakuzi ve Son Feci Bisiklet gibi birçok önemli grup var. Bu kadar yoğun bir üretim dünyadaki çoğu şehirde yok, o kadar da küçümsemeyelim.

Plak dükkânındaki sohbet sahnesinde memleketin psikedelik döneminden bahsediliyor. Bugünkü yandaş halini unutalım, “Orhan Gencebay, bu ülkenin büyük punk’çılarındandır” diyor bir karakter. Barış Manço 2023 albümü övülüyor, Moğollar, Mavi Işıklar ve Tünay Akdeniz gibi figürlerden bahsediliyor. O dönemle filmde anlatılan punk dönemi arasındaki bağı nasıl kuruyorsun?
Hayatım boyunca punk, hardcore ve benzer alt kültürlerle ilgilendiğim için dışlandım. İlk kız arkadaşımdan hoşlanma nedenim “Punk müzik dinliyorum” dediğimde “Duydum, Green Day gibi bir şey değil mi?” demesiydi. O hoşlanmadan başka bir şey elbette. Hâlâ da böyle yaşayan birçok insan olduğunu biliyorum. Orada kendinden farklı bir kültürü gördüğün zaman bağ kurabilmek için soru sorman gerektiğini gösteren bir sahne yapmak istedim. Buna hiç şans tanımıyoruz, farklı bir kültürü gördüğümüz zaman yabancıymış gibi davranıp hemen dışlıyoruz. Şu an kulağa cool geliyor ama zamanında punk hiç cool değildi. 1920’li yıllardaki Dadaistleri şu an punk diye anıyoruz, hatta punk müziğin çoğu görsel ipucu da Dadaizm’den geliyor. Dadaistler punk mıydı? Lafı bile geçmezdi. Punk, bu davranış biçiminin sonucuna verilen bir ad ama bu davranış biçimi tarihte hep vardı. 1800’li yıllarda Luddite hareketi var, bunlar makineleşmeye karşı olup makine parçalayan insanlar. İngiltere’de punk ortamlarında hep bunları örnek olarak gösterirler ama ortada müzik yok. Orhan Gencebay gibilerin zamanında yapmak istedikleri şeyler de bulundukları ortamda hep farklı olmuş. Batsın Bu Dünya’nın sözlerini İngilizce’ye çevirip Black Sabbath şarkısının yanına koysak aynı ruhta geçer. Bu tamamen algı meselesi ve algılarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Daha da önemlisi kültürün konuşulduğu bir plakçı sahnesi yapmak istedim. Amerikan sinemasında bu çok vardır. Bir filmin bir yerinde bir müzik muhabbeti başlar ama ne karakterlerle alakalıdır, ne de filmin konusunu başka bir yere götürür; sadece bir kültüm aktarımıdır. Ben de o sahnede işin derinine girip Türk müziğinin aslında çok zengin olduğunu, çok farklı insanların bulundukları döneme dair sınırları zorladığını anlatmaya çalıştım.

Image

Kulüp sahnesinde Gülden Karaböcek’in Şaka Yaptım’ının elektronik bir miksi çalıyor. O şarkı nereden geldi?
D.R.I. dışında hiç yabancı şarkı kullanmadım zira dediğim gibi bu topraklarda çok zengin bir müzikal geçmişin olduğunu kanıtlamak istedim. Filmde çok farklı müzik tarzını bir arada kullanıyorum çünkü amacım sadece belli bir müzik türünü fetiş haline getirmek değil, müziğin kendisini fetişize etmek. Kulüp sahnesinde rave ve house tarzlarını öne çıkartan bir müzik olsun istedik ama insanları dışlamaması için onu ünlü bir Türk müzisyeninin bir şarkısını yeniden dizayn ederek oluşturmaya çalıştık. Barış K’ların, öncesinde 2/5BZ gibi insanların açtığı yola denk geliyor. 1990’larda bu ülkeden Ceylan Çaplı gibi çok önemli insanlar geçmiş, örneğin Maslak 2019’u herkes bilir. Ondan önce Talimhane’de 13 varmış. O mekânları inceledim ve oralarda da Türkçe müzikler çalınmasının verdiği heyecanla böyle bir şarkı yapma ihtiyacı duydum. Film için iki tane de senaryoyla ilişkili punk şarkısı yazdım. O şarkıları kesintisiz bir şekilde kullandık. Bu kültürleri duymuş olsa bile hayatında hiç punk konserine gitmemişler var, onlara da bir punk konserinin nasıl olacağını göstermek istedim.

Plak dükkânının sahibi bir sahnede Ozan’ın kardeşiyle telefonda konuşurken “Seni Satanistlere veririm” diyor. Bu bir komedi unsuru aslında ama 1990’ları hatırlayanlar için hiç komik bir mevzu değil. Sizin punk ortamlarını nasıl etkilemişti?
Bir gün annem ve babamla birlikte televizyonda haberleri izliyorduk, o esnada küçüktüm. Abimlerin grubunu Satanist ilan etmişlerdi, Crunch’ta çalıyordu, albümlerini ekranda gösterip “Akmar pasajında takılan Satanist gruplar var” demişlerdi. İnsanlar uzun saçlılar ve metal müzik dinliyorlar diye Satanist diye adlandırılıyordu, olay cadı avına dönüştü. Neyse ki sonra hepsinin saçma sapan şeyler olduğu ortaya çıktı. Telefondaki çocuk da benim bu arada. Telefonu her açtığımda aynı öyle böğürüyormuşum. Punk ve hardcore ile tanışmadan önce duruma zaten aşina olduğum belli, 3-4 yaşında olduğum bir fotoğraf var, elimle devil horn yapıyorum. Normal bir fotoğraf değil. Belli ki bilinçaltı o zamandan mahvolmuş. Abim çocukluk bezime Manowar’ın logosunu çiziyormuş.

“1990’LI YILLAR İÇİN ABİLERİM HER ŞEYİN ÇOK ZOR OLDUĞUNU SÖYLÜYOR, BUGÜN İÇİN DE AYNI ŞEY SÖYLENİYOR, BİZDEN SONRA DA AYNI ŞEYİ DİYECEKLER. ASIL ÖNEMLİ OLAN BİZİM NE YAPTIĞIMIZ VE BU DURUMA NASIL GÖĞÜS GERDİĞİMİZ.”

Filmde alttan alta giden bir darbe imgesi de var. Baban da sanırım darbeden sonra askere gitmek durumunda kalmış.
Darbelerle sadece demokrasiyi değil mikro ölçekte de birçok şeyi kaybediyoruz. Kültürel açıdan birçoğumuzun aileleri etkilenmiş. Bunları çoğu zaman gündeme getirmiyoruz, belki de mikro ölçekte oldukları için değerli bulmuyoruz. Darbeden sonra müzik tarzları tamamen değişmiş, bunu yadsıyamayız. Örneğin Türk sanat musikisi öldürülüyor. 1970’lerdeki insanların plakları şimdi yeniden basılıyor, nasıl oldu da bu insanların müzik akışı bir anda yok oldu? Bu kasıtlı mıydı? 1980’li yıllarda da müzik var ama form değişiyor ve bu bir dış etkenle oluyor. Bu soruları sanki yeterince sormuyoruz. Filmde de yaşadığımız birçok olumsuzluk olduğu ama yapmaya devam etmemiz gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. 1990’lı yıllar için abilerim her şeyin çok zor olduğunu söylüyor, bugün için de aynı şey söyleniyor, bizden sonra da aynı şeyi diyecekler. Asıl önemli olan bizim ne yaptığımız ve bu duruma nasıl göğüs gerdiğimiz.

Ozan ve Lara film boyunca California’ya gidecek bir biletin peşinde koşuyor. Gitmek mi kalmak mı sorusu filmin belkemiğini oluşturuyor. Rashit’ten de Ya Sev Ya Terk Et’i seçmişsin. Bugünkü 20-40 yaş arası kuşağın kendine çok sorduğu bir soru bu ve kafalar karışık. Ozan İstanbul’da ölü bir adam gibi hissettiğini söylerken Lara bu şehri yıkıntılarıyla seviyor. Sen bu ikileme dair ne düşünüyorsun?
Ben de bu ikileme sahibim. Etrafımdaki tüm arkadaşlarım olumsuz, bu da beni çok boğuyor. Her sabah evinde uyanırsan ve sürekli salonundan nefret ettiğini dile getirirsen o salonu hiçbir zaman beğenmezsin. Ama bir gün uyanıp da o salonu neden beğenmediğini kendine sormalısın. Beyaz ışığı mı beğenmiyorsun? Çekyattan mı nefret ediyorsun? Bu soruyu sorduğunda cevaplar bulmaya başlıyorsun. Biz bunu acaba yapıyor muyuz? Gidelim de nereye? Dünya zaten leş bir yer. Dünyanın her yerinde şehir yaşamı çok zor. Paris’te, Londra’da, New York’ta insanlar 23 metrekarelik yerlerde hamamböceği gibi yaşıyor ve o alanda mutlu olmaya çalışıyor. Yaşadığımız yeri mi suçlamamız lazım yoksa bir şeyler yaparsak daha iyi olup olamayacağını mı araştırmamız lazım? Etrafta o kadar çok negatif enerji var ki “Kalmalı mıyım?” sorusunu soracak alan bulamıyorum. “İstanbul’da kalmalıyım” dediğimde bile romantizm yapmaya çalışan biri olarak algılanıyorum. Komünite olmayı önemsiyorum zira dünyanın herhangi bir yerinde var olup bir şeyleri yapmak çok zor.

Şakayla karışık soralım. Joe Strummer Ankara’da doğmuş. Londra’ya gitmeyip burada kalsaydı yine Joe Strummer olur muydu? Filmde geçen o lafın da bir gerçekliği var.
Ben de şu örneği vereyim. Abilerim Turmoil zamanı Doom isimli çok önemli bir İngiliz grupla neredeyse plak yapıyorlar. Birçok yerden, mesela Belçika’dan teklif alıp plaklar yapmışlar. Bunlar mümkün. Şimdi de mesela Jakuzi gibi bir grup Avrupa turuna çıkabiliyor, albümünü yurt dışından basabiliyor. Soruya dönersek belki The Clash olmazdı ama en azından hayal etseydi yine önemli bir şey olabilirdi.

“GERÇEK HAYATTA SEVGİLİ OLAN İKİ KİŞİYİ OYNATMAK İSTİYORDUM, BÜŞRA DA BURAK’TAN BAHSETTİ. ONUNLA BİR ARAYA GELİNCE DE İNANILMAZ BİR AURASI OLDUĞUNU KEŞFETTİM. BU MÜZİKLERLE BU FİLM ARACILIĞI İLE TANIŞTI AMA ONUN DA ZOR BİR GENÇLİĞİ OLMUŞ, BU HAYATI VE GÖRGÜYÜ YAŞAMIŞ.”

Filmde Burak Deniz ve Büşra Develi oynuyor, ana karakterler için popüler oyuncuları seçmişsin. O süreç nasıl oldu?
Doğru, popüler oyuncular, ama onları ünlü olduklarından değil, kendine has oyunculukları ve karakterleri için tercih ettim. Ünlü olmaları risk aslında bu proje için, ters bir etki oluşabilir. Büşra’yı tanıyordum ve Lara karakterini canlandırmasını istiyordum. Buluştuğumuzun ilk beş dakikasında projede benimle olduğunu söyledi. Büşra’nın oyunculuğunda en hoşuma giden şey içinde hiçbir kozmetiklik bulunmaması ve aşırılığa kaçmaması. Bir de gerçek hayatta sevgili olan iki kişiyi oynatmak istiyordum, o da Burak’tan bahsetti. Onunla bir araya gelince de inanılmaz bir aurası olduğunu keşfettim. Bu müziklerle bu film aracılığı ile tanıştı ama onun da zor bir gençliği olmuş, bu hayatı ve görgüyü yaşamış. O yüzden çalışmak hiç zor olmadı, onu sadece müzik ve kültürle tanıştırdım, bütün gün Dead Kennedys ve Black Flag konserleri izlettirdim. O da hareketlerini çalıştı ve hakiki bir punk grubu vokalisti oldu.

İlk filmi yapmanın en zoru olduğu söylenir, senin için ne gibi zorlukları oldu?
Başımıza birçok şey geldi. Tophane’ye yakın bir yerde çekim yapıyorduk, gürültüden dolayı setimizin basılacağı yönünde tehditler aldık. Başrol oyuncum soyuldu. Çekime girmeden hemen önce ayağımdan ameliyat geçirdim, filmin yarısını koltuk değnekleriyle çektim. Zaten filmi 13 günde çektik, o kadar zamanda bazen reklam filmi bile çekilmiyor. İlk başta rejim bile yoktu, kendim bağırıp çağırıyordum sette. O açıdan film içeriğinden bağımsız olarak yapılış şekliyle de punk’tı.

!f’teki gösterimlerde nasıl tepkiler aldın?
Çok güzel tepkiler aldık, Kütahya gibi farklı yerlerden gelip ağlayan insanlar oldu. Birçok kişi filmi ikinci kez seyrettiklerinde daha farklı hissettiklerini söyledi. Arada söylediğini çok hızlı ve doğrudan söyleyen bir film. Aslında ikinci defa izlenecek bir film olmadığını düşünüyordum ama bu yöndeki tepkiler hoşuma gitti. Bundan sonra İzmir ve Ankara’ya da gideceğiz, yurt dışı festivallerini de dolaşacağız. !f benim için çok önemli. Bundan 15 sene önce ilk gidip izlediğim festivallerden biriydi, hatta geçenlerde eski biletlerimi buldum. Zamanında Darren Aranofksy’nin Bir Rüya İçin Ağıt filmine gitmişim, yine aynı festivalde 24 Saat Parti İnsanları filmini görmüştüm. Arada’nın iki referans filmi de onlardır. Bugün çoğu kişi sinemayı değerli bulmuyor çünkü bir filmin kendisine fayda sunamayacağını düşünüyor. Örneğin bir kıyafet satın alıp giydiğinde faydasını görüyor, üşümesini engelliyor. Ama bir sinema filmini izlediği zaman oradaki eğlence dışında bir faydası olamayacağını düşünüyor. Oysa bir film size bir şeyleri yapamayacağınızı söyleyen insanlara karşı bir şeyleri kanıtlayabileceğiniz bir fikri size aşılar. O filmi izledikten sonra bir şeyler yapma isteği duyarsınız ve hayatınız değişmiş olur.

Eklemek istediğin bir şey var mı?
Bu film beğenilir ya da beğenilmez bilmiyorum. Ama beğenen insanlar filmi başka insanlarla paylaşsın. Bir şeyleri beğendiğimizde paylaşmayıp kendimize saklayan insanlara dönüştük. Paylaşmaya ihtiyacımız var çünkü çok yalnız kaldık ve sıkışmış hissediyoruz. Burası Los Angeles değil, bizden 28 milyon tane daha yok. Şu an bir şeyler üretmeye çalışan herkes zorluklar yaşıyor. Eğer bu film izlenirse başka kapılar da açılacak. Zira bu filmi yaparken yaşadığım en büyük zorluk hiçbir şeyi örnek gösterememek oldu. Bana kelli felli insanlar “Bu tür bir filmi kimse izlemez, seninle söyleşi bile yapmak istemez” dedi, çok olumsuzlardı. Elimde bir tane örnek yok ki göstereyim. Şu an çıkan müzik albümleri, sizin dergi, hepsi birer örnek. Ses çıkarabildiğimizi ve hâlâ ilgi çektiğimizi göstermemiz gerekli.

*Türkiye prömiyerini 17. !f Bağımsız Filmler Festivali’nde yapan Arada filminin vizyon tarihi 13 Nisan.

Image
  1. İnsanın dünyadaki izlerinin peşinde: Kacper Kowalski

    Kacper Kowalski fotoğraf çekmek için uçmuyor, uçabilmek için fotoğraf çekiyor. Onu diğer hava fotoğrafçılarından ayıran ve ödüllere boğan da galiba tam olarak bu. Yere bastığında aile fotoğrafı dışında ne çekeceğini bilmediğini söylerken, irtifa kazandığında bize dünyayı bambaşka gösteriyor.

  2. “İnsanlar gülümsüyorsa, bu güçlü bir şey”: TOLGA KARAÇELİK ve BARTU KÜÇÜKÇAĞLAYAN

    Yönetmen Tolga Karaçelik ve Sundance'den En İyi Film ödülünü kaptıktan sonra 30 Mart'ta gösterime girecek olan son filmi Kelebekler’in başrol oyuncusu Bartu Küçükçağlayan, kebapçıdan metroya, polis kordonundan stadyuma uzanan mekânlarda, bir yandan gasp edilip, diğer yandan itiş kakış içerisinde girdikleri stadyumda, kâh maçı (Galatasaray-Antalyaspor) değerlendirip kâh cinsiyetçi küfürlerden utanarak, ödüllü filmlerini ve nasıl hayatta kaldıklarını konuşuyor.

  3. Alın, bu albümle istediğinizi yapın: Polygondwanaland

    Fanlarını canını istediğini yapabildikleri bir dünyanın içine çekmeyi başaran King Gizzard & The Lizard Wizard’ın son albümü Türkiye’de Tantana Records tarafından yayınlandı. Sınırlı sayıdaki plakların içinde Bant Mag.’dan da bir hediye var: Her şarkıya bir illüstrasyon!

  4. A’dan Z’ye: Maynard James Keenan

    Solist Maynard James Keenan büyük haberlerle döndü. On dört yıllık aranın ardından gelen A Perfect Circle albümü Eat The Elephant için gün sayarken artık resmen bir şaka konusu haline gelen yeni Tool albümü de ufukta göründü. Onlarca yıllık bekleyiş nihayet sonlanmak üzere anlayacağınız!

  5. Grammy zaferi, “Sleep Well Beast” ve geçmiş deneyimler: The National

    Birlikte büyüyerek 18 yıl devirmiş ve artık orta yaşlarına gelmiş The National üyeleri bir yandan kariyerinin ilklerini yaşamayı sürdürüyor: yapım süreci bu denli keyifli geçen bir albüm ve bir Grammy ödülü! Üstelik grubun basçısı Scott Devendorf’la sohbetimiz hâlâ söyleyecek pek çok sözleri olduğunu gösteriyor.

  6. Hiçbir yerde olmayan konfor: Harmondia

    İlk Harmondia konseri öncesinde, Berke Can Özcan ve Burak Irmak'ı "evinde" ziyaret ettik.

  7. Şarkı Şarkı: Ahmet Ali Arslan – “Günaşığı” albümü

    Sevme normalleri, çocukluk izleri ve karışık isyan hali Ahmet Ali Arslan’ın ilk albümüne nasıl renkler verdi?

  8. Beyaz perdenin devrimi: Kadın sinemacıların gücü

    Ödül sezonunda adını sıkça duyduğumuz iki yönetmen Greta Gerwig Lady Bird, Dee Rees ise Mudbound ile Türkiye sinemalarında arzı endam etmişken, 21. yüzyılın adından söz ettiren kadınları ve nefis filmlerini anımsamanın tam zamanı!

  9. A yüzü B yüzü: Three Billboards Outside Ebbing, Missouri

    Ödül sezonunun tartışmalı filmlerinden Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı da iki ayrı kutba ayırdı. Acaba erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkeklik arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Yoksa film gücünü tam da böylesine bıçak sırtı bir hikâyeyi anlatırken izleyicisi ile arasına didaktik bir sınır çizmeyi reddetmesinden mi alıyor?  

  10. 1990’lar İstanbulunda punk ve “Arada”: Mu Tunç

    Mu Tunç’un ilk uzun metrajı, zaman ve mekân değişir de büyük kentle hesaplaşmamız biter mi, diye soruyor.

  11. Dünyadan kaçarken bedene sıkışmak: Kendimi Paketledim

    Serkan Çalışkan’ın otobiyografik bir kurgu ile oluşturduğu ve 7 Nisan’da Bant Mag Havuz’da açılacak olan yeni sergisi Kendimi Paketledim, “kimlik, aidiyet, resmiyet, temsiliyet” gibi kavramlardan kaçarken, bu kaçışı kendi bedenine saklanarak gerçekleştirmek üzerine düşünüyor ve günümüz dünyasında olup bitenlere karşı varoluşsal bir felç geçiren herkesin sıkıştığı kutular içinde dönüştüğü halleri arıyor.

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler