Ödül sezonunun tartışmalı filmlerinden Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı da iki ayrı kutba ayırdı. Acaba erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkeklik arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Yoksa film gücünü tam da böylesine bıçak sırtı bir hikâyeyi anlatırken izleyicisi ile arasına didaktik bir sınır çizmeyi reddetmesinden mi alıyor?  


Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz: Three Billboards‘un Beceremediği
Yazı: Binnaz Saktanber 

Her sene on diş hekiminden dokuzunun önerdiği bir film çıkar, parsayı süpürür. Bu filmler genellikle zamanın diline ve toplumsal mevzularına paralel, zeitgeisti yakalayan veya yakaladığına inandırıldığımız  filmler olur; sadece eleştirmenleri değil anneleri, teyzeleri de sinemaya koşturur. Bu senenin şanslısı Three Billboards Outside EbbingMissouri, Venedik’te ayakta alkış, Toronto’da seyirci ödülü derken Altın Küre’leri, BAFTA’ları süpürdü ve Ahmet Hakan’ın köşesine kadar yürüdü. Oscar’lardan da Frances McDormand’a En İyi Kadın, Sam Rockwell’e ise En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini getirdi. Ama ne acıdır ki siz onuncu diş hekimine denk geldiniz sevgili Francis McDormand’ın saçının teline zarar gelirse bu dergiyi yakarımcılar, ve biz bu yazıda Three Billboards‘un neden iyi bir film olmadığına dair atıp tutacağız, kusura bakmayın.

Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği Three Billboards, kızına tecavüz eden ve öldüren erkek(ler)i bir türlü yakalamayan polis ve kılını kıpırdatmayan kasaba ahalisine savaş açan Mildred Hayes’in (Frances McDormand) hikâyesini anlatıyor. Kızının ölümünün üstünden aşağı yukarı bir sene geçtikten sonra dayakçı eski kocası, ergen oğlu ve hediyelik eşya dükkânındaki dandik işiyle kalakalan Mildred bir gün Sizin polisliğinize de, yapacağınız işe de… diyerek uzun sarı saçlarını kesiyor, öfkesini kuşanıp üniforma niyetine de yeşil işçi tulumu geçiriyor üstüne ve kasabanın girişindeki üç ilan panosunu kiralıyor.  Panolara sırasıyla: Ölürken tecavüz ettilerHâlâ kimse tutuklanmadıNasıl olur Polis Amiri Willoughby? yazdırıyor. Çat. Çat. Çat.

Erkeklerin kadınları her gün öldürdüğü, taciz ettiği, dövdüğü, işyerindeki patrondan otobüste yanınızda oturan adama, evde kocanıza kadar her saniye herkesten korunmanız gereken, İmdat! dediğinizde konu komşunun koşmadığı, çatır çatır öldürüldüğünüzde bile polisin fifisine sallamadığı, hadi salladı diyelim hâkimlerin erkekleri serbest bıraktığı, neon harflerle yazılı bir Allahkahretsinland‘de yaşıyoruz. Üstelik Hollywood’un da en nihayetinde işin en azından mesleki kısmına uyandığı, #MeToo ile başlayan hareketin bir şov olmaktan öte, ilke ve davranış değişimi getirmesinin beklendiği günlerden geçiyoruz. Yani ez cümle, Mildred’in nedametsiz öfkesi, bahane kabul etmeyen adalet ısrarı tam bir sıcak kumlardan serin sulara atlama hissiyatı yaratacaktı ki kalplerde, McDonagh bambaşka bir limana kırdı dümeni.

İki polis veriyor bize McDonagh. Biri şerif Bill Willoughby (Woody Harrelson), diğeri onun yardımcısı Jason Dixon (Sam Rockwell). Çok geçmeden anlıyoruz ki Willoughby kanser ve son günlerini katil peşinde koşarak değil, ailesiyle piknik yaparak geçirmek istiyor. Willoughby filmin ahlaki pusulasının kuzeyinde oturuyor ve her sahnede onun ne kadar iyi bir insan olduğu anlatılıyor. Kasaba ahalisi, polis katili neden bulmadı diye değil, şeriflerinden ne hakla hesap soruluyor diye höstleniyor. Bu işe en çok sinirlenen Dixon ise berbat bir polis: alkolik; ırkçı ama öyle böyle değil, siyah bir tutukluya işkence edecek kadar ırkçı; homofobik ve seksist, ama McDonagh’ın söylemelere doyamadığı üzere çok tanısan seversin aslında bir insanFilm boyunca Dixon’ın ırkçılığı ve şiddeti göz ardı edilmesi gereken tatlış karakter özellikleri gibi sunuluyor ve çoğu zaman şakalı sahnelere meze ediliyor. Dixon’a gülmediğimiz zamanlarda da ona acımamız bekleniyor. McDonagh hemencecik alttan üzülme müziğini dayıyor: ama onun annesi yüzünden oldu tamam mığğğ? Pusula şerifi gösterdiğinde de cevabımızı alıveriyoruz: Eğer her ırkçı polisi işten atacak olsaydım burada üç tane polis kalırdı ve onlar da ibnelerden nefret ederdi. Ne yapabilirim? Bu arada filmde ibne ve n ile başlayan meşum kelimenin bolca kullanıldığını söylemiş miydik? Filmdeki diğer siyah karakterlere gelince, onlar kendi hikâyelerine sahip olmayan, beyaz kahramanlarımızın dilemalarının kenar süsleri dantelcikler. Mesela Mildred’in kankası filmin üçte ikisini Mildred yüzünden hapiste geçiriyor ama bunu dert eden kimse oluyor mu, yoo.

Bu kısırlık, özellikle filmin Missouri’de geçtiği düşünülünce iyice asap bozuyor. Öylesine de Missouri’de değiliz hatırlatırım, filmin ismine çıkacak kadar Missouri’deyiz. Amerika’nın ırk ilişkileri en problematik köşelerinden birinde, 2014’de 18 yaşındaki Michael Brown’un beyaz bir polis memuru tarafından öldürüldükten sonra insanların aylarca sokaklara döküldüğü, Black Lives Matter hareketinin ilk sokak protestosunu gerçekleştirdiği bir eyaletteyiz. Bunun ağırlığını taşıyamayan, siyah bir insanın işkence görmesinden çeşit çeşit şaka üreten bir film neden bu coğrafyaya ünlem koyar dersiniz? Artık onu da ben söylemeyeyim. Ama şunu ekleyeyim: McDonagh’ın içinde In Bruges gibi çok sevilen (ben dahil) bir işin de olduğu filmografisinden kafanızı dışarı uzatıp, şu anda Broadway’de sahnelenen oyunu ve siyah karakterlere yer verdiği geçmiş oyunları üzerine kalem oynatan eleştirilere bakarsanız, maalesef durumun bir sefere özgü bir yanlış okuma veya doğrucu davutluk değil, kökleri daha derinde bir ağacın meyvesi olduğunu görebilirsiniz.  

Peki nasıl oluyor da Three Billboards iyi bir filmmiş gibi yapabiliyor? Oyuncu seçimi, oyuncu seçimi, oyuncu seçimi arkadaşlar. İyi casting gücünü manipülasyondan alır. Meryl Streep’in söylediği yalana inanmak kolaydır. McDonagh, Frances McDormand hayır deseydi mahvolmuştum diyor. O kadar haklı ki. McDormand çenesinin bir hareketiyle Alayınıza… demeyi beceren, bu tür rollerin kaptanı bir oyuncu. Üstelik karakterin üniforma giymesi gibi oyunu tavana sıçratan detaylar da onun fikri. Sam Rockwell ise yeryüzünün en sevilesi aktörlerinden biri. Amacınız ırkçı bir pisliği tatlı göstermekse, adamınız odur. Woody Harrelson konusuna ise girmiyorum çünkü kendisini kutsal kitaplar yazıyor. Şöyle diyeyim: Dixon’a yazdığı mektubu onun sesinden dinlerken ve film boyunca kendini temize çekecek hiçbir şey yapmamış bir karakter için manasızca Aslında sen çok iyi bir adamsın dediğini duyduğunuzda, Nejat İşler sesinden banka reklamı dinlemiş ergene bağlamanız olasıdır. Woody diyorsa vardır bir bildiği!

Hikâye ilerledikçe, başka dertler de çıkıyor meydana. Mesela Mildred dışındaki kadın karakterlerin neden hep aşırı gerizekalı olduğunu çözemiyoruz. Erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkek arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Buna cevap ararken, bir de bakıyoruz bizim işkenceci de kötü polislikten filmin esas kahramanına evrilmesin mi? Dixon hiçbir dahli veya çabası olmadan tesadüfen duyduğu bir bilgiyle katili yakaladığını zannettiğindeyse (yakalayamıyor) artık kefaretini ödemiş oluyor. Filmin sonunda Mildred ve Dixon güneşin batışına doğru atlarını sürerek suçlu olduğunu düşündükleri adamın cezasını kesmeye gittiklerinde, hani şu her gün duyduğumuz Sallandıracaksın bunlarıcılar geliyor aklıma. Her tür haksızlığı, ayrımcılığı, suçu püsküllü apoletler gibi şiar edinen ama yeri gelince lincin en önünde sopa sallayan, namusunu temizleyen o kahramanlar hani… Dixon yandan bakınca onları andırıyor.

Toplumsal belalar maalesef teker teker gelmiyor. Irkımız, cinsiyetimiz, cinsel kimliğimiz, dinimiz, sınıfımız ve onların çeşit çeşit kesişen kümelerinin her biri ayrı ayrı zulümlerin kiracısı. Siz birinden veya üçünden muzdaripken, yanınızdakini bir başkasından eziyorlar… İşte bu yüzden zulmün hiyerarşisini yapmıyoruz. Ya hep beraber ya hiçbirimiz diye boşuna demiyoruz. Derdi toplumsal adaletmiş gibi yapan filmlerin de hele de sevdiğimiz kadınları yanına alıp bunu yapmasını; bir tarafta ezilenlere el uzatırken diğerleriyle dalga geçmesini, küçük görmesini ve hatta zalimi kahramanlaştırmasını sevmiyoruz. Three Billboards, bizimla deyılsın.


İzleyiciyi Aptal Yerine Koymamanın Kaçınılmaz Riskleri
Yazı: Melikşah Altuntaş

Bu yılın en tantana yaratan filmlerinden biri olan Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’yi aklamak için değil, filmi izlemiş, sevmiş ve hakkında kopan tartışmalara ise anlam verememiş biri olarak yazıyorum bu yazıyı. Filmin zayıf bulunan kısmının ise filmin esas gücü olduğunu düşünen biri olarak yazıyorum aynı zamanda. Şöyle ki…

Her şeyden önce Three Billboards, cesur bir film. Cesareti ise ne ele aldığı hikâyeden, ne de bugüne kadar görmediğimiz bir anlatım dili kullanmasından ileri geliyor. Bu film cesur, çünkü böylesine bıçak sırtı bir hikâyeyi anlatırken, izleyicisi ile arasına didaktik bir sınır çizmeyi reddediyor. Seyirciye küçük bir çocukmuş gibi, iyi ile kötü arasındaki ayrımı klişeler üzerinden yapıp, ondan yalnızca bu iki uç sınırdan birini seçmesi gerektiğini söylemiyor. Three Billboards’un esas hikmeti, kahramanı ve anti-kahramanını tüm zaafları üzerinden tanımlayıp, içlerindeki iyiyi ve kötüyü, hayatın kendisi kadar gerçek bir karmaşadan beslemesi.

Filmin en tartışılan karakteri olan ve Sam Rockwell’in her zamanki gibi harika bir performansla bedene büründürerek Oscar, Altın Küre ve BAFTA dahil neredeyse tüm büyük ödülleri kucakladığı Dixon karakterine biraz daha yakından bakalım. Dixon, Missouri gibi ırkçılığın ve polis şiddetinin ayyuka çıktığı bir eyalette, ırkçı ve şiddet eğilimli bir polis memuru. Perdede göründüğü ilk andan itibaren kendisini sevmemiz ya da bağ kurabilmemiz için pek de mantıklı nedenlerimiz yok. Sakar ve sarsak karakteri nedeniyle üssü tarafından defalarca azarlanması, küçük duruma düşürülmesi, filmin esas haklıları tarafından haksızlığıyla ezilmesi, onda var olan öfke ve sınırdaki diğer duyguları daha da katmerliyor ve biz de izleyiciler olarak kendisinden biraz daha nefret ediyoruz.

Three Billboards’un seyirci üzerinde kurduğu oyun işte bu yüzden kusursuz işliyor, zira karşımızda yine hem izleyici, hem de ödül komiteleri ve eleştirmenlerin kayıtsız şartsız mest olacağı bir haklılık hikâyesi var. Tam bu noktada senarist-yönetmen Martin McDonagh, filme o çok tartışılan taklayı attırıyor ve Dixon’ın karakterinde muazzam bir kırılma olup, Dixon neredeyse filmin iyi adamına dönüşüyor. Bu noktada çatlak seslerin yükselmesi kaçınılmaz hale geliyor tabii: Nasıl olur da McDonagh, Dixon gibi bir hırboyu, böylesine ahlaksız, böylesine ırkçı bir pisliği aklamaya kalkar?!

Martin McDonagh’ın ırkçı ve ahlaksız polis memurlarını aklamak üzere bir proje ile yola çıkması, bunu büyük bir stüdyoya ve dahası Frances McDormand gibi çatlak bir “tatlı bela” başta olmak üzere tüm oyuncu kadrosuna kabul ettirmesi ve Venedik’ten çıktığı yolda ödülleri toplaya toplaya ilerlemesi gibi bir durumun söz konusu olamayacağı konusunda herhalde hemfikirizdir. Peki McDonagh gibi hem tiyatro, hem de sinema dünyasında çok sayıda başarılı metne imza atmış, oyunları onlarca dile çevrilip oynanan, filmleri milyonlarca kişi tarafından izlenen, sevilen, baştacı edilen profesyonel bir yazar – yönetmen, bir metnin yanlışlıkla bile olsa ırkçılığı hoş gösterme riski taşıdığını düşünmez mi?

Elbette düşünür ve elbette McDonagh böyle bir okumaya müsait bir eseri, bilinçli şekilde insanların zihnine tohum ekmek üzere kullanma zafiyetini göstermez. Zaten böyle bir şeye de Hollywood gibi politik doğrucu kodlar üzerinden çalışan bir sistem içerisinde kimse izin vermez. Kaldı ki yönetmenin önceki işlerine baktığımızda da elindeki silahlarla kendi haklılık, haksızlık hesapları peşinde koşan, vicdani sorgulamalardan uzak, hafif aptal ve bir hayli sarsak adamların birbirine bilinçsizce ateş etmelerinden çok daha fazlası var. Bu karakterlerin hepsi, hikâyelerin tümünde bir yerden çıkıp, başka bir yere varan kocaman, dalgalı ve karmakarışık bir yolculuğa çıkıyor. Tamamen değişip, dönüşüyorlar ve her defasında da içlerinde onları, oldukları kişi yapan özellikler doğal bir biçimde yön değiştiriyor. Hatta bazen bu kırılma onların hayatlarına mal oluyor ve bu noktada da en azından huzur içinde hayata gözlerini yummakla yetiniyorlar. Temelde Three Billboards’ta da McDonagh’ın önceki işlerinden farklı bir şey yok.

Dixon karakterine baktığımızda özellikle filmin ilk yarısında gördüğümüz dünya berbatı karakterin, ikinci yarıda muazzam bir dönüşüm geçirerek iyilerin tarafında yer aldığını görüyoruz. Peki bu dönüşüm nasıl gerçekleşiyor? Öncelikle babasız ve son derece sorunlu bir anne ile büyümüş olan Dixon’ın hayatındaki belki de en belirgin ve saygın figür olan polis şefi Willoughby hayatını kaybediyor. Ardından Dixon şu hayatta tek bildiği (ve kesinlikle yanlış bildiği) işi ve adının önündeki yegâne ünvanı kaybediyor ve polis memurluğundan atılıyor. Bu noktada Dixon’ın (çok yüksek ihtimalle babasının kendisini terk ettiği günden beri sahip olduğu) öfkesine bir kez daha yenildiğini, kendini alkole verip, hayatını sonlandırma düşüncesinin sınırlarında gezdiği bir noktayı işaret ediyor film. Dixon’ın görünürdeki iki trajedisinin ilki olan baba figürü Willoughby’yi kaybından geriye bir mektup kalıyor. Dixon’ı hayatı boyunca anlamış ve sevmiş olan o tek kişiden, yine tüm berbatlığına rağmen onu anlayan ve onu seven bir dille kaleme alınmış bir mektup bu. Dixon’a kocaman, faydasız bir çöplüğü andıran yaşamında, herkesin ona hissettirdiğinden farklı olarak sevilebileceği ihtimalini, içinde bir yerde iyi bir şeylerin olduğunu, herkesin bunu göremeyecek kadar kararmış olmasının bile bu iyiliği engelleyemeyeceğini fısıldayan bir mektup…

Bu satırların, Dixon’ın dönüşümündeki en önemli kilidi açtığını söylemek zor değil. Zira McDonagh da bu mektubu neredeyse fetişize eder tarzda, Woody Harrelson’ın etkileyici sesinden bize uzun uzun okutup, âdeta parmakla gösteriyor. Bakın diyor, ben bu aptalın iyi bir adam olduğunu düşünmüyorum. Polis şefi Willoughby öyle düşünüyor. Ve hatta belki de düşünmüyor. Ama Dixon o satırları böyle duyuyor. Yani aslında o da içinde bir yerde iyi biri olmaktan, kendisini anlayan birinin varlığındaki şifa ile aydınlanmaktan başka bir çaresinin olmadığını görüyor.

Bir filmde bir karakterin ağzından çıkan bir sözü, yaptığı bir olayı yazar ve yönetmene mal etmek bir filmi okurken düşülen en belirgin hatalardan biridir. Elbette bunun böyle olduğu örnekler de olabilir ancak yönetmen bize aksini gösterecek yeterli delil sunuyor ve karakterin vicdanı ile filmin vicdanı arasında bir sınır belirliyorsa, o noktada hâlâ karakterin hatasını, yönetmene fatura etmek biraz mantıksız kalıyor. Willoughby’nin mektubu ve Dixon’ın bu yolla dönüşümünü de McDonagh’ın idealiymiş gibi düşünmek, işte tam böyle bir mantıksızlıkla savunulabilir ancak.

Dixon’ın dönüşümündeki bir diğer önemli kapı da hastane odasında aralanıyor. Senaryodaki en belirgin iyi/kötü karşılaşmalarından biri, neredeyse (bilinçli şekilde kurulmuş) fıkra düzeyinde bir mizansenle yaşanıyor. Gerçeküstü bir iyilikle lanetlenmiş Red Welby, eşi benzeri görülmemiş, tamamen haksız bir işkence ile kendisini hastanelik eden ve bu sırada kendisi de hastanelik olan korkunç Dixon ile aynı hastane odasına düşüyor. Bu iki zıt kutup arasında bir paket meyve suyu üzerinden öyle dokunaklı bir iletişim kuruluyor ki Dixon’ın kendi varlığından tiksinme seviyesi ve iyiliğin karşısındaki ezilişi zirve noktasına ulaşıyor.

Filmin başından sonuna dek, hikâyenin omurgasını oluşturan ilan panoları olayında tüm tutucu kasaba halkını birleştiren bir gerçek var: Mildred’ın kızını bu korkunç işkence ile öldüren cani hâlâ yakalanmadı ve Mildred bu adalet arayışında haksız değil. Yalnızca zavallı adalet sistemi üzerine düşeni yapmasına rağmen çaresiz ve işlevsiz. Bu düşünce de McDonagh’ın değil, bütün bir film süresince karşımıza çıkan kasaba sakinlerinin ağzından defalarca dökülen bir düşünce. Yani Missouri’deki Ebbing Çıkışı sınırına yakın bu kasabanın sakinleri, temelde adalet mekanizmasının tam da işlemediğini ancak bu konuda da yapabilecekleri neredeyse hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Tabii kendi adaletini kendin ararsan, o başka…

İşte tam da bu noktada filmin bir başka tartışmalı durumu belirginleşiyor. İçindeki iyinin sesini dinlemeye çalışan Dixon, bir anda sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi aşırı mantıklı ve sağlıklı kararlar veremeyeceği için elbette, kendi adaletini kendisi aramaya, bu sayede bir iyilik yapmaya, kaybettiği her şeyi geri alamasa da en azından saygı duyduğu her şeye bir iade-i itibarda bulunabileceğini sanıyor. Mantık sınırındaki gezisini, kızının yaşadıkları ve sonrasında olanlar karşısında çoktan sonlandırmış olan ve gözünü öfke ve adalet arayışı bürümüş, baştan sona haklılık zırhını kuşanmış kahramanımız Mildred da elbette bu çaresiz hedefe doğru Dixon’la birlikte yola koyulmaktan geri kalmıyor. Mildred’ın zafiyetleri de bambaşka çünkü. Kırgın bir biçimde ayrıldığı kızıyla ilgili duyduğu vicdan azabıyla geride kalan oğlunu sarıp sarmalayacak, kaderine razı olacak bir kadın değil o. Çünkü bu daha çok, filmde karşımıza çıkan ve Mildred’ın keskinliğini daha net çözümlememiz için bir yansıtma aracı gibi kullanılan diğer iyilik meleği kadınların yapabileceği bir şey, kaybedeceği hiçbir şey olmadığını düşünen anarşist Mildred’ın değil. Elbette ki o, Dixon’la bir arabaya atlayıp hukuksuz ancak vicdani açıdan kendi kendine ve muhtemelen filmi izleyip ajite olan seyircilerin de önemli bir kısmına, kendince bir açıklama yapmanın rahatlığıyla çıkacak bu adalet yolculuğuna.

Uzun lafın kısası Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, tırnak içinde “cahil bırakılmış” karakterlerle dolu, az gelişmiş bir kasabanın, çürümüş adalet sistemi karşısındaki sınavını, yine onların bakış açısından ve davranış biçimleri üzerinden tanımlamayı seçiyor ve meseleye bu manada neredeyse gözlemci bir kimlikle yaklaşıyor. Senaryonun dramatik gelişimi içerisinde politik doğrucu bir tavır sergileyerek izleyicisine didaktik bir yerden seslenmek yerine, seyircinin kendi mantığı ve duruşu olabileceği ihtimalini hatırlatıyor, izleyicisine aptal muamelesi yapmayıp, onların neyin ne olduğunu görebilecek kapasitede olmasına güveniyor. Bu noktada filmin ve McDonagh’ın bir tık kibirli bir yerde durduğunu dahi söyleyebiliriz ancak bu bile Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’nin müthiş bir incelikle kurulmuş, ders niteliğindeki çatışma ve çözüm kısımlarıyla hayranlık uyandıran senaryo matematiğini takdir etmeye, filmi ise yılın en iyilerinden biri olarak selamlamaya engel değil.

Image
  1. İnsanın dünyadaki izlerinin peşinde: Kacper Kowalski

    Kacper Kowalski fotoğraf çekmek için uçmuyor, uçabilmek için fotoğraf çekiyor. Onu diğer hava fotoğrafçılarından ayıran ve ödüllere boğan da galiba tam olarak bu. Yere bastığında aile fotoğrafı dışında ne çekeceğini bilmediğini söylerken, irtifa kazandığında bize dünyayı bambaşka gösteriyor.

  2. “İnsanlar gülümsüyorsa, bu güçlü bir şey”: TOLGA KARAÇELİK ve BARTU KÜÇÜKÇAĞLAYAN

    Yönetmen Tolga Karaçelik ve Sundance'den En İyi Film ödülünü kaptıktan sonra 30 Mart'ta gösterime girecek olan son filmi Kelebekler’in başrol oyuncusu Bartu Küçükçağlayan, kebapçıdan metroya, polis kordonundan stadyuma uzanan mekânlarda, bir yandan gasp edilip, diğer yandan itiş kakış içerisinde girdikleri stadyumda, kâh maçı (Galatasaray-Antalyaspor) değerlendirip kâh cinsiyetçi küfürlerden utanarak, ödüllü filmlerini ve nasıl hayatta kaldıklarını konuşuyor.

  3. Alın, bu albümle istediğinizi yapın: Polygondwanaland

    Fanlarını canını istediğini yapabildikleri bir dünyanın içine çekmeyi başaran King Gizzard & The Lizard Wizard’ın son albümü Türkiye’de Tantana Records tarafından yayınlandı. Sınırlı sayıdaki plakların içinde Bant Mag.’dan da bir hediye var: Her şarkıya bir illüstrasyon!

  4. A’dan Z’ye: Maynard James Keenan

    Solist Maynard James Keenan büyük haberlerle döndü. On dört yıllık aranın ardından gelen A Perfect Circle albümü Eat The Elephant için gün sayarken artık resmen bir şaka konusu haline gelen yeni Tool albümü de ufukta göründü. Onlarca yıllık bekleyiş nihayet sonlanmak üzere anlayacağınız!

  5. Grammy zaferi, “Sleep Well Beast” ve geçmiş deneyimler: The National

    Birlikte büyüyerek 18 yıl devirmiş ve artık orta yaşlarına gelmiş The National üyeleri bir yandan kariyerinin ilklerini yaşamayı sürdürüyor: yapım süreci bu denli keyifli geçen bir albüm ve bir Grammy ödülü! Üstelik grubun basçısı Scott Devendorf’la sohbetimiz hâlâ söyleyecek pek çok sözleri olduğunu gösteriyor.

  6. Hiçbir yerde olmayan konfor: Harmondia

    İlk Harmondia konseri öncesinde, Berke Can Özcan ve Burak Irmak'ı "evinde" ziyaret ettik.

  7. Şarkı Şarkı: Ahmet Ali Arslan – “Günaşığı” albümü

    Sevme normalleri, çocukluk izleri ve karışık isyan hali Ahmet Ali Arslan’ın ilk albümüne nasıl renkler verdi?

  8. Beyaz perdenin devrimi: Kadın sinemacıların gücü

    Ödül sezonunda adını sıkça duyduğumuz iki yönetmen Greta Gerwig Lady Bird, Dee Rees ise Mudbound ile Türkiye sinemalarında arzı endam etmişken, 21. yüzyılın adından söz ettiren kadınları ve nefis filmlerini anımsamanın tam zamanı!

  9. A yüzü B yüzü: Three Billboards Outside Ebbing, Missouri

    Ödül sezonunun tartışmalı filmlerinden Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı da iki ayrı kutba ayırdı. Acaba erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkeklik arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Yoksa film gücünü tam da böylesine bıçak sırtı bir hikâyeyi anlatırken izleyicisi ile arasına didaktik bir sınır çizmeyi reddetmesinden mi alıyor?  

  10. 1990’lar İstanbulunda punk ve “Arada”: Mu Tunç

    Mu Tunç’un ilk uzun metrajı, zaman ve mekân değişir de büyük kentle hesaplaşmamız biter mi, diye soruyor.

  11. Dünyadan kaçarken bedene sıkışmak: Kendimi Paketledim

    Serkan Çalışkan’ın otobiyografik bir kurgu ile oluşturduğu ve 7 Nisan’da Bant Mag Havuz’da açılacak olan yeni sergisi Kendimi Paketledim, “kimlik, aidiyet, resmiyet, temsiliyet” gibi kavramlardan kaçarken, bu kaçışı kendi bedenine saklanarak gerçekleştirmek üzerine düşünüyor ve günümüz dünyasında olup bitenlere karşı varoluşsal bir felç geçiren herkesin sıkıştığı kutular içinde dönüştüğü halleri arıyor.

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler