Beden, kutsal ruh ve yıldız özü. İsviçreli hekim, kimyager ve doğa bilimci Paracelsus; 16. yüzyılda kaleme aldığı yazınlarda, insan denen meçhulün bu üç temel parçadan oluştuğunu iddia eder. Modern tıbbın yanı sıra simya, astroloji hatta majinin alanına girebilecek eserlerinde “elemental” olarak adlandırılan efsanevi varlıkların da adı geçer. Ateş, su, hava veya topraktan meydana gelmiş, tabiatın bir parçası olarak tasvir edilen varlıklardır bunlar. Fiziksel olarak fani bedenlere sahiptirler, ancak bizlerden farklı olarak elzem bir parçaları eksiktir: ölümsüz, kutsal bir ruh. 

Denizlerde, ormanlardaki göletlerde, şelalelerde yaşayan; kısaca suyu temsil eden, sudan gelmiş tüm elementalleri “undine” adıyla ayrıştırır Paracelsus. Alman Mitolojisi ve Antik Roma literatüründe, özellikle Ovidius’un Dönüşümler’inde de benzer canlılar karşımıza çıkar. İhtiyaçları olan ölümsüz ruha sahip olmaları için aşka, başka bir fani tarafından sevilmeye ihtiyaçları vardır bu varlıkların. Ait oldukları sudan ayrılarak yeryüzünde gerçek sevgiyi ararlar; lakin her deneme bir hüsrandır, insan ırkı güvenilmezdir. Ona ihanet eden erkeği öldürür ve keskinleşen bir yalnızlıkla yeniden suya dönerler.

Hans Christian Anderson’ın Küçük Deniz Kızı masalına, Fouqué’nin Undine’sine, Tschaikowski’nin üç perdelik Undine operasına ve daha birçok edebiyat-sanat eserine ilham olan bu miti Almanya sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Christian Petzold ele almaya karar vermiş bu kez. Yeni filmi Undine, 39. İstanbul Film Festivali’nin ekim ayı seçkisinde yer almasının ardından 27 Kasım’da vizyona geliyor. Film, görece mütevazı bir açılışla, bir ayrılık sahnesiyle başlıyor. 20’li yaşlarındaki Undine Wibeau’nun (Paula Beer) yüzünü tüm detaylarıyla gördüğümüz yakın bir plan ile karşı karşıyayız. Kendisi dünyanın çeşitli yerlerinden gelen konuklara Berlin’in kentsel dönüşüm süreci üzerine bilgiler aktarmayı görev edinmiş bir tarihçi. Tam da iş yerinin karşısındaki kafede, sevgilisi Johannes (Jacob Matschenz) tarafından aniden terk edildiği vakit, bakışlarında hayal kırıklığı, sesinde kararlılıkla “Beni bırakırsan seni öldürmek zorunda kalırım” diyor. Mitin ondan talep ettiklerini gerçekleştirmeye niyetli anlaşılan. Gelene kadar kararını vermesini söyleyerek, konuklarını bekletmemek için hızlı adımlarla konferansa gidiyor fakat döndüğünde Johannes’in yerinde yeller esmekte.

O esnada kader -ve Petzold’un kalemi- ağlarını örüyor. Birkaç saniye sonra Christoph (Franz Rogowski) devreye giriyor. Az önce yaptığı sunumda Undine’nin dinleyicileri arasında olan bu genç adam bir endüstriyel dalgıç ve görünen o ki ilgisini gizleyemediği baş karakterimizle bir kahve içmek için pek istekli. En az Undine kadar suya ait, en az onun kadar ayak bastığı topraklara yabancı. Heyecandan eli ayağı dolaşınca kafenin dev akvaryumuna çarpıyor aniden. Akvaryumun camı kırılıyor; yere devrilmiş su perisi ile dalgıç, sular içindeyken birbirlerine âşık oluyor. Hemen yanlarında akvaryumdan fırlamış bir dalgıç heykeli var.

Gerçek ile fanteziyi muğlaklaştıran, mitoloji soslu bir aşk öyküsü

Her ne kadar geçmiş, kimlik ve bellek gibi Petzold takipçileri için tanıdık konulara temas etse de, yönetmenin diğer çalışmalarıyla pek kıyaslanamayacak bir proje Undine. Almanya tarihine yakından bakan son üçlemesinin ardından böyle minimal bir yapımla karşımıza çıkması, filmin kimilerince bir “geri adım” olarak görülmesinin sebebi muhtemelen. Farklı janrları kendi üslubuyla yorumlamayı, türlerin kodlarını değiştirmeyi pek seven Alman sinemacı; büyülü gerçekçi olarak betimlenebilecek son işiyle kariyerinin en romantik filmine imza atıyor. Kimi mitolojik referansları kavrayabilmek için bir ön bilgiye sahip olmamız gerekiyor, evet; fakat nihayetinde bir tutam peri masalına bulanmış, melodramatik unsurları bol, hissiyatını başarıyla geçiren bir aşk öyküsü var karşımızda. 

Petzold’un bu mite en takdire değer dokunuşlarından birisi, mevcudiyeti bir erkeğin sevgisine ve sadakatine bağlı olan hayali bir varlığı; meydan okuyan, güçlü bir karakterin bakış açısıyla yeniden ele alması. Filmin henüz başlarında Christoph ile romantik bir ilişkiye başlayan Undine, mit bağlamında ona yüklenen sorumluluğu reddediyor, âdeta kendi kaderini çiziyor. Zamanı gelince efsanenin gerekliliklerini yerine getirmesinin tek nedeni, eril bir figürün -Johannes’in- toksik davranışları, seçimlerine olan kısıtlayıcı etkisi aslında. Barbara, Yella veya Nelly (Phoenix) gibi Petzold sineması kadınlarına aşina olanlar için pek de şaşırtıcı olmayan bir karakter çalışması var burada.

Seyirciyi kahramanlarının hislerine ortak etme konusunda aşk öykülerinin ekstra bir maharet göstermesi zaruridir. Bu sorumluluğu layıkıyla yerine getiren Undine’nin başarısında Petzold kadar başrol oyuncularının da payı büyük. Transit’te de beraber izleme fırsatı bulduğumuz Paula Beer ile Franz Rogowski ikilisi, bir kez daha neredeyse perdeden taştığına tanık olduğumuz, kolay rastlanmayan bir kimyayla karşımızdalar. Performansıyla 70. Berlin Film Festivali’nde Kadın Oyuncu ödülüne layık görülen Beer bir adım önde özellikle. İhanete uğradığı erkekleri öldüren su perisine önemli ölçüde kırılganlık, klişelere boğulabilecek bir karaktere çok yönlülük katmayı başarabiliyor.

İki sevgili dışında, başrolde olan üçüncü bir karakter daha var filmde: Berlin. Şehrin kentsel dönüşüm sürecini adı gibi bilen Undine aracılığıyla; mazisi ve şimdiki zamanı iç içe geçmiş, duygusal hafızası olan bir lokasyon olarak ele alıyor Berlin’i Petzold. “Geçmiş görünmez olabilir, ama yine de oradadır; bir yere gitmez” diyor. Savaşlar bitse, heykeller parçalansa, binalar yıkılsa, saraylar işgal edilse bile… Tıpkı ne kadar zaman geçerse geçsin aramızda dolaşmaya devam eden hayaletler gibi. Tıpkı gölün altında kendi mezar taşını bulan Undine gibi.

Geçmişin hayaletlerine âşık bir yönetmen

Son iki Petzold filminde izleme şansı bulduğumuz Alman oyuncu Franz Rogowski, Bant Mag. No: 65 için yaptığımız röportajında, şu sözlerle anmıştı ünlü yönetmeni: “Christian (Petzold) hayaletlere âşık bir insan. Zamanda kaybolmuş hayalet figürlerini daima hikâyelerine koyup onlara yön veriyor.”

Sahiden de Petzold sinemasında kilit rol oynayan, önemli imgelerden biri hayaletler. Yeni bir hayata başlamayı, yeniden sevilmeyi, yeniden beden sahibi olmayı, yaşıyor olduğunu hissetmeyi arzulayan ancak bir şekilde görülemeyen, fark edilemeyen, diledikleri gibi ilerleyemeyen gölgeler karşımıza çıkmakta birçok filminde. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında sıkışıp kalmış, zaman ve mekânın sınırlarını bulanıklaştıran bu karakterler, artlarında bırakamadıkları bir tarih taşımaktalar beraberlerinde. Bu kimi zaman kişisel geçmişleri, kimi zaman ortak tarih olurken; kimi zaman da Undine’deki gibi mitolojinin, varoluşlarını oluşturan efsanelerin ta kendisi…

Çocukluğu Düsseldorf ile Solingen arasında kalmış bir kasabada geçen Petzold, o yıllarda bir arafta yaşadığını söylüyor ve ülkesi Almanya’yı da aynı teşbihle tasvir ediyor. Kaybedilen 1. ve 2. Dünya Savaşı, Holokost, ülkenin Batı ve Doğu Almanya olarak ikiye bölünmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi sayısız dönüm noktasının yer aldığı bir ortak tarihte geçmişin üstüne çizgi çekmek pek mümkün değil elbette. Dolayısıyla Petzold’a göre bu topraklarda nefes alan herkes, farklı zaman dilimlerinde yaşayan, mazinin yükünü sırtında taşıyan birer gölge aslında.

Sol radikal örgütlere mensup oldukları için 15 yıldır aranan bir ailenin merkezde olduğu, (televizyon çalışmalarını dışarıda tutarsak) ilk uzun metrajı sayılabilecek Die innere Sicherheit için ilk etapta “Gespenster” (Hayaletler) adını düşünmesi, bundan ki boşuna değil. Daha sonra “Hayalet Üçlemesi” olarak adlandırılacak bir üretim sürecinin ilk parçası olan yapım; hayatı boyunca ebeveynleri gibi kaçmak istemeyen, akranlarından uzak ve görünmez şekilde yaşamaya direnen Jeanne’ı odağa alıyor. İkinci filmi Gespenster, toplum tarafından varlıkları görmezden gelinen, ekonomik güvenceleri olmayan iki genç kadın ve uzun yıllar önce kaybolan bebeğini çaresizce arayarak âdeta bir hayaletin peşinden koşan Françoise hakkında. Üçlemenin son halkası Yella’da ise bir araba kazası sonucu sağ kalmayı başaran, yeni bir hayata başlarken geçmişi ve ufuktaki geleceği arasında uçurumlar oluşan, yine hayaletvari bir karakter var karşımızda. 

2008 çıkışlı Jerichow’un ardından Petzold sineması yeni bir dönemece giriyor; Barbara ile başlayan yeni üçlemesinde tarihin hayaletlerini, ait oldukları tarih diliminin tam ortasında görüyoruz. Soğuk Savaş zamanları Sovyet cephesindeki paranoya hâlini ele alan Barbara’da baş karakterimiz Doğu Almanya’dan ayrılamayan bir doktor. Phoenix’te Nazi kampından kaçıp bir cerrahi operasyonla yüzünü değiştiren Nelly, geride bıraktığı kocasının sandığı gibi biri olmadığını fark ediyor. O artık eski hayatını dışarıdan yargılayabilen, yaşayan bir ölü âdeta. Büyük yankı uyandıran Transit ise tam anlamıyla bir hayalet anlatısı. Hangi zaman veya mekâna ait olduğu bilinmeyen, günümüzde geçiyor gibi gözükse de 2. Dünya Savaşı yıllarından bir öykü sunan film; Avrupa’da yükselen mülteci krizinin bir yansıması elbette.

  1. Kim kime bakıyor?: Stephan Gladieu ve Kuzey Kore’de ilk kez portrelenen hayatlar

    Kariyerine savaş fotoğrafçısı olarak başlayıp sahadaki deneyimini ilerleyen yıllarda çektiği portre fotoğraflarına aktaran Fransız sanatçı Stephan Gladieu, son projesinde Kuzey Kore’nin kapalı ve homojen toplumsal dokusu içindeki çeşitlilikleri kamerasından bizlere yansıtıyor.

  2. 90’lar İngiltere’sinde kaçışın ve partileme özgürlüğünün mücadelesi: “Spiralled”

    İngiliz hükûmeti “tekrar eden beatler” eşliğinde 20’den fazla kişinin bir araya geldiği izinsiz etkinlikleri yasaklayan kanunu 1994 yılında çıkardığında Seana Gavin, underground rave sahnesine gönül vermiş bir ergendi.

  3. Korkular, şifalar ve bizi biz yapanlar: Cem Yiğit Üzümoğlu ve Metin Akdülger sohbeti

    Akdülger ve Üzümoğlu; üretimlerine, deneyimlerine, ilgi alanlarına dair içten bir sohbete koyuldu.

  4. A’dan Z’ye: Şehir ve müzik

    A’dan Z’ye serimizde bu kez önümüze dünya atlasını açıyoruz.

  5. Yıkım kuyusuna dalmadan: TOBACCO

    “Butthole Surfers olsa ne yapardı?” değil, “Cyndi Lauper olsa ne yapardı?”

  6. Laraaji’nin “Moon Piano”sunun loş ışığında: Son 40 yıldan, geceye adanmış bazı müzikler

    Geceyi mesele edinmiş ya da geceye eşlik etmek amacıyla üretilmiş tematik albümlere bir yenisi daha eklendi.

  7. 30 yılın ardından yeniden dalgalanan ilham denizi: Café Türk

    İsviçre’de ikâmet eden Metin Demiral, 80’lerde liderliğini üstlendiği Café Türk ile new wave’den psikedeliye ve çok ötesine uzanan geniş yelpazede kafasına esen müziği yapmış, kendi imkânlarıyla iki albüm yayımlamış. Zel Zele Records’ın yayımlayacağı toplamayla Café Türk kayıtları yeniden gün yüzüne çıkıyor.

  8. Berlin sokaklarında bir su perisi: “Undine” ve Christian Petzold’un tüm hayaletleri

    Farklı janrları kendi üslubuyla yorumlamayı, türlerin kodlarını değiştirmeyi pek seven Alman sinemacının büyülü gerçekçi olarak betimlenebilecek son işi “Undine”, 39. İstanbul Film Festivali’nin ekim ayı seçkisinde yer almasının ardından 27 Kasım’da vizyona geliyor.

  9. “Kendi jenerasyonumun yaşadıkları”: Azra Deniz Okyay, “Hayaletler”i anlatıyor

    “Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren.”

  10. “Cinsellik hakkında konuşmamak, kendin hakkında da konuşmamaktır”: Metin Akdemir’in Hayalindeki Sahneler

    “Yeşilçam filmlerine olan aşkım hep devam etti. Belgeseldeki üç film de başrollerinde kadınların olduğu ve kadınların hikâyeleri etrafında dönen filmler. Üçünün ortak özelliği ise iki kadın karakterin bir aşamada erkeği kenara iterek bireysel ya da beraber hayatlarına onsuz devam etmeleri.”

  11. Hayat ve ölüm üzerine kendi mitinin peşine düşen bir anlatı: “Maddenin Halleri”

    “Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor.” -Deniz Tortum

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi