Metin Akdülger ve Cem Yiğit Üzümoğlu, yeni neslin adından övgüyle söz ettiren iki oyuncusu. İkisinin de tiyatro ve dizi / film dünyasında rol aldığı yapımlar, son yıllarda gündemi epey meşgul etmekte. Son dönemde Netflix yapımları Atiye ve Yarına Tek Bilette izlediğimiz Metin Akdülger, bir yandan bas çalıp vokal yaptığı Journers grubuyla üretimlerine devam ediyor. 2019’dan bu yana İbrahim Çiçek’in yönettiği Evlatla sahnelerde olan Cem Yiğit Üzümoğlu da yine Netflix’te yayımlanan Hakan: Muhafız ve Rise of Empires: Ottoman’da kamera karşısındaydı.

Akdülger ve Üzümoğlu; üretimlerine, deneyimlerine, ilgi alanlarına dair içten bir sohbete koyuldu. 

Metin Akdülger: Meslektaşlarıma dair en merak ettiğim şey, meseleleridir. Yani ne gibi değerler üzerine dertlenirler? Bunu ne kadar yaşarsın ya da yaşatırsın çevrendekilere? Ve senin için bunun çözüm yolları nedir? Mesela şu an Evlat’ta oynuyorsun. Onunla alakası var mı? Ya da kendi edindiğin mihenk taşı diyebileceğin bir mesele var mı?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Evlat’taki dert gerçek bir yerden geliyor. İbrahim [Çiçek] bana oyunun ilk İngilizcesini attığında Craft’ta Kalp oynuyorduk. Oyuna çıkmaya yarım saat falan var. Bir sahnesi var. Hastane sahnesi. Annesi babası onu terk ettiği için “Ben n’aptım, size ben n’aptım?” diye ağlıyor çocuk. Orayı okuyunca ağlama krizi geçirdim. Normalde yoga yaptırıyordum bizim Kalp ekibine. Ama öyle bir ağlamaya başladım ki kesinlikle sakinleştiremiyorum kendimi. Girdim, tuvalete kapandım. “Tamam Cem, bak bu bir oyun, bu gerçek değil, bir oyun. Bu oyun…” Toparladım zannediyorum ama bastırıyorum kendimi. Yogaya geldik, çemberi kurduk. “Evet, başlıyoruz,” dedim. ilk nefesi aldım, ilk güneşi selamladık, ikinci güneşi selamlarken Aras, “İyi misin?” dedi. Dizlerimin bağı çözüldü ve yere kapaklanıverdim. Oyuna 10 dakika kala ben hâlâ yerdeydim ve ağlıyordum. Herkes sarılıyordu. Evlat’taki meselem evlat olmakla ilgili bir mesele aslında. Baba nedir? Evlat nedir? Ben evlat mıyım? Bunlara benzer bir sürü soru. Türkiye’de belki de pek çok insanın ailesiyle yaşadıklarına benzer şeyleri ben de yaşadım. Herkesin hassasiyet seviyesi farklı. Ama tiyatroyu bir psikoterapi olarak değil de hayatta bir şeyleri fark edebilmek ve o fark ettiğim şeyleri iyileştirmeme yardımcı bir şifa gibi görüyorum. O yüzden benim için mesleğin çok ötesinde bir yerde konumlanıyor. Dizi veya film de benzer bir görevi bir noktaya kadar taşıyabiliyor ama tiyatroda iki saat boyunca orada var oluyorsun ve bir şey paylaşıyorsun. Bu sorduğun soru çok önemli. Çünkü bir derdin olmazsa hayatta var olma imkânın yok.

“Bizi biz yapan her şey herhangi yaratılmış bir kimlikten aslında tabii ki daha önemli. En nihayetinde o yaratılmış kimliği var edecek olan da hayatımızdaki var oluşumuz.” – Cem Yiğit Üzümoğlu
Evlat

Metin Akdülger: Bir de kendini insanlara ifade etmeyle ilgili bir şey yapıyorsan…

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben de sana benzer bir soruyu başka bir yerden soracaktım. Neden yapıyorsun bu işi? Benim bu işi yapma sebebim birazcık bu konuyla ilgili aslında.

Metin Akdülger: Benim kendimi en çok var olmaya layık hissettiğim anlar, genellikle kafamda bir hikâyenin içindeyken oluyor. O zaman mutlu oluyorum. Tam olarak mutluluk da değil. Gerçek anlamda varlığımı hissediyorum. Bunu çok uzun süre anlamlandıramamıştım. Siyaset mezunuyum. Koç Üniversitesi’nde Siyaset okudum ben. Çok cüretli bir çocuk da değildim. Bursa’da, baskıcı bir çevrede büyüdüm. Bir şeyleri kendine itiraf edebildiğin, ifade edebildiğin bir çevre değildi. Kendimi yavaş yavaş anladıkça, keşfettikçe oraya doğru çekildim. Sahiden başka türlü var olmayı da bilmiyorum. Sosyal ilişkilerimde de öyle. Oyunculuk üzerinden, senaryo üzerinden, müzik üzerinden bağ kurabiliyorum. En yakın arkadaşlarımla bile. Bazı insanlara bu çok rahatsız edici geliyor ama benim var oluşum bu. Biraz garip bir his. Çok da itiraf ettiğim bir şey değil. Bu şekilde söylediğim ilk insan olabilirsin gerçekten!

Cem Yiğit Üzümoğlu: Çünkü ben de benzer bir yerden ilişki kuruyorum mesleğimle. Bunu bir meslek olarak değil, hayatı başka türlü yaşayabilme biçimi gibi görüyorum. Hepimizin sosyal bir kimliği var. Kendi içimizde kimliklerimiz var. Maskelerimiz var. Söyleyemediklerimiz var. Söyleyebildiklerimiz var. İnsanı daha çok ayakta tutan ve hayata tutunmasını sağlayan şey de o aslında: O söyleyemediğin, ya da cevabını bilemediğin soruları hâlâ aramaya çalışmak. Çünkü her şey mükemmelse, o zaman hiçbir şey iyi değil demektir. Eğer bir sorun varsa, o sorunu ortaya çıkarıp deşebilecek, kendini daha iyi edecek ve hayatta kalmanı sağlayacak gücün kadar var olabiliyorsun. Ben de aynı şekilde tiyatroda buldum o varoluşu. Buldum, demeyeyim. Ama varoluş arayışımın o yol olduğunu anladığımı söyleyebilirim en azından.

Metin Akdülger: Az önce söylediğine istinaden, tam olarak şifa bulmaktan korkuyor musun?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Korkmuyorum. Çünkü o kadar çok dert var ki zaten mümkün değil, gibi geliyor.

Metin Akdülger: Ben şu an senin de bünyesinde bir takım oyunlarda yer aldığın Craft’ın ilk kurulduğu zaman onlarla çalışmıştım bir süre. İlk çalışmaya bağladığımızda böyle bir argümanları vardı. Biraz bundan kaçmıştım. “Burası kendinizi iyi edeceğiniz değil, bunları kullanmayı öğreneceğiniz yer” demişlerdi. Biraz hak vermiştim ama biraz da hastalıklı gelmişti bu fikir. Sonra belki değişmiştir onların da fikirleri ama yani çok uzun süredir orada çalışan biri olduğun için de sana sormak istedim, hâlâ öyle mi acaba perspektifleri diye.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Bence öyle değil. Benim İbrahim’den [Çiçek] gördüğüm yaklaşım, “Hayatta yaşadığınız her şey sahne üstüne taşınabilir olmalı”. Ama bu taşınabilirliğin de belli bir ölçüsü olması şart. Bu ölçü içerisinde de günlük hayatımız aslında her şeyden daha önemli. Bizi biz yapan her şey herhangi yaratılmış bir kimlikten aslında tabii ki daha önemli. En nihayetinde o yaratılmış kimliği var edecek olan da hayatımızdaki var oluşumuz. O yüzden orayı iyi etmen, öğrenmen, bilgiye erişmeye çalışman bile seni daha iyi bir oyuncu, daha iyi bir insan, kısaca daha iyi yapar yani. O yüzden sadece tüketilmesi değil, o tüketilen şeyin hayata yansımalarını da İbrahim’in dert edindiğini düşünüyorum. Biz zaten çok konuşup çok da vakit geçiriyoruz.

Metin Akdülger: Ben İbrahim’i çok eskiden tanıyorum. Benim için yeri çok ayrı olan biri. Çok fazla vakit geçirmedik onunla ama Kemal’in [Hamamcıoğlu] yazdığı oyunda sahnede bir sakatlık geçirmiştim. O sakatlığı geçirdikten sonra beni hastaneye götürüp hastane paramı ödeyen kişi İbrahim’di mesela. Onu hiç unutmam.

Cem Yiğit Üzümoğlu: İyi bir insan, gerçekten çok tatlış biri. O da mesela hayatı her şeyden daha değerli buluyor. Ben de öyle görüyorum. Ama tiyatro da hayattan daha değersiz değil.

Metin Akdülger: Evet.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hayattaki her şey kadar değerli ama hayattan daha değerli değil. O yüzden sahnede olduğumda ben kanla canla, ölümüne oynuyorum. Ama asla kendimi öldürmüyorum.

Metin Akdülger: Güzel. Çok güzel jenerik bir cümle söyledin bu arada… Peki sence hak nedir? Şu sıralar düşündüğüm bir mesele. Bu “hak” kelimesi bir garip geliyor bana. Nedir sence hak?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hak…

Metin Akdülger: Yani şöyle açabilirim. Allah diyen var, var oluş diyen var, adalet diyen var, hukuk diyen var.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben böyle çok sosyal düşünebilen bir insan değilim. Bugünün sosyal değerleriyle düşünüp ona göre değerlendirme yapabilen bir insan da değilim. Daha hayvani bakıyorum pek çok şeye. Bir köpek için hani birçok şey hak değil ya, o onun için savaşıyor. Alfa ise alfalığını gösteriyor ya da bir çetenin içerisinde bir eleman oluyor ve yediği kadarını yiyor. Yemediğini yemiyor. Yediği kadar yiyor, doyduğu noktada da çekiliyor. Belki hak birazcık da böyle bir şey. Daha eşit olabildiğimiz zaman haktan bahsedebiliriz. Ama böyle bir dünya düzeninde hak olduğuna pek inanmıyorum.

Metin Akdülger: Güzel. Ben mesela biraz daha sosyal düşünebilen biriyim ama öyle bir eğitimden geldiğim için hak dendiği zaman herkesin ağzında olan şeyler aklıma geliyor. “Kul hakkı yeme”, “bu benim hakkım”, “o yol o şoförün hakkı”, “hakkımızı korumalıyız” gibi. Ve kelimenin anlamını yitirdiğini düşünüyorum. O yüzden benim için hak, huzur gibi bir şeye tekabül ediyor. Yani o kelimenin ona dönüşmesini isterim. Herkesin huzurlu olduğu bir ânı hak gibi görüyorum. Yani hayatta hakkın o olmalı, gibi düşünüyorum. Var olduğun, kendi varoluşunu yaşayabildiğin, huzurlu olduğun an aslında senin dünyadaki izdüşümün olmalı, hakkın olmalı gibi düşünüyorum.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Evet. Brecht’in bir sözü var. “Önce ekmek gelir, sonra ahlak.” diyor. Dediğin şeyle şu noktada örtüşüyor: O onun hakkıdır derken burada ahlaki bir bakış açısı da var ama herkese eşit ekmeği vermiyorsan o ahlaktan da bahsetme zaten. Hayatta bence de huzur güzel bir şey. Keşke huzurlu olsak.  

Metin Akdülger: Ben yazıyorum çiziyorum bir yandan.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hah. Ben de sana onu soracaktım.

Metin Akdülger: Bir aksilik olmazsa yazdığım bir oyunu yeni tanıştığım güzel bir ekiple yapacağım. Oyuncu olarak yer almayacağım içinde. Yeni bir proje, yaklaşık bir aydır konuşuyoruz. Orada da biraz böyle bir konuyu inceliyorum. Benim yazdığım bir oyun. Bir kahraman hikâyesi diyeyim. Çok katmanlı bir sosyal deneyi andırıyor oyun ve insanların hak mefhumu ile de alakalı. Şimdilik bu kadar bilgi yeter!

Cem Yiğit Üzümoğlu: Sana hazırladığım sorularım arasındaydı: “Oyun yazıyormuşsun?”

Metin Akdülger: İlk Misafirlik diye bir şey yazmıştım Craft’tayken. Hatta Craft daha tam plarak kurulmamışken. O zaman yapacaktık ama orayla anlaşamadım. Sonra Kemal oranın yazarı oldu. Kemal de arkadaşım. Bana sinema filmi gelince başka bir yol izledim ve kariyerim oradan devam etmeye başladı. Hep yazmaya devam ettim. Yazdığım 5 tane oyun var şimdiye kadar, hatta 6.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Gerçekten mi?

Metin Akdülger: Aynen. Bir tanesini birine yazdım ve oynamayı hiç düşünmüyorum. 3 tane kısa oyun diyebileceğim, 2 tane de sahnelenmeye hazır oyun var. Bir de işte diğer bahsettiğim yeni olan. Onu sahneleyeceğiz eğer bir aksilik olmazsa. Pandemi ne gösterecek bilmiyorum çünkü.

“İlk yazdığım 4 oyun ölümle ilgili. Çünkü onları 25-26 yaşındayken yazmıştım. The Doors dinlediğim, ‘The End’ dinleyip koptuğum, ölümü çok kutsallaştırdığım bir zamandı. Her şeyin cevabını ölümde arıyordum.” – Metin Akdülger
Yarına Tek Bilet

Cem Yiğit Üzümoğlu: Peki tüm bu yazdığın oyunlar içerisinde ortak bir nokta var mı? Yoksa hepsi gerçekten birbirinden farklı farklı düşünceler üstüne mi kurulu?

Metin Akdülger: İlk yazdığım 4 oyun ölümle ilgili. Çünkü onları 25-26 yaşındayken yazmıştım. The Doors dinlediğim, “The End” dinleyip koptuğum, ölümü çok kutsallaştırdığım bir zamandı. Her şeyin cevabını ölümde arıyordum. Biri cenazede geçiyor, diğerinde tüm karakterler bir şekilde ölüyor. Biri sosyal olarak ölüyor, diğeri gerçekten ölüyor, biri içindeki bir şeyi öldürüyor… Ama şu an yapacağım iş ölümle alakalı değil. İnsanların birbirini kontrol etmesiyle, maddeyle, hakla alakalı bir iş. Biraz daha sosyal.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Mesela sen de yazarak ölümü aşmışsın bir kere. Artık bu senin için bir konu olmaktan çıkmış, başka bir şey hâline varmış.

Metin Akdülger: Zaten yapmak için yazmamıştım en başta. Sonuçta ilk yazdığım şeydi işte. Hani herkesin fantezisidir ya, bir çocuğun kendi cenazesini planlamasıyla ilgiliydi. Çocuk öleceğini öğreniyor bir şekilde. Kimseye söylemiyor ve en yakınındakilere video kasetler hazırlıyor. Öldükten sonra ablasıyla iş birliği yapıyor ve diyor ki, “Abla, cenazemde bunu herkese göster.” Bunun üzerineydi oyun. Craft’la da bunu çalışıyorduk o zaman. Oyunu es kaza annem okudu. Annem okuduktan sonra bütün hayatım değişti. Çok kişisel bir oyun olmamakla birlikte benden çok done vardı. Bunda o zaman orada kendini tanımaya dair aldığım oyunculuk eğitiminin de etkisi var. Annemin oyunu okuduktan sonra bana bakışı değişti. Onun üzerinden de benim hayattaki birçok şeyi okumam değişti ve anlaştık yani. Dolayısıyla o oyun münferit olarak benim için görevini tamamladı ve bir daha yapmak istemedim.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Çok iyiymiş. Evlat’ta da şöyle bir şey olmuştu: Annem prömiyerin çıkışında gözleri yaşlı bir halde yanıma geldi ve “Oğlum, bu zamana kadar eğer sana kötü davrandıysam özür dilerim. Bu oyunda benden bir şey yok di mi?” dedi. “Yok anne, merak etme seninle ilgili değil,” dedim.

Metin Akdülger: Ah. Çok iyi anlıyorum dediğini. Özellikle herhangi bir hikâye formunun içerisinde çok samimi bir şekilde kendini ortaya attığın zaman, çok yakınındaki insanlar gerçekten çok etkileniyorlar. Bunu da her zaman itiraf edemiyorlar. Bu iyi bir şey eğer dürüstsen.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Evlat’tan sonra babam itiraf edemedi mesela. Ama ben gözlerinde gördüm onu. Bu da benim için yeterliydi. Sonuçta çok büyük şeylere ihtiyacım yok.

Evlat

Metin Akdülger: Aydınlanma ya da değişim aslında öyle bir şey. Gözündeki bir ışığın değişmesi kadar bir şey.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Tabii ki.

Metin Akdülger: Diğer soruma geçiyorum. Çok genel bir sorum var. Oyunculuğun sınırını nerede görüyorsun? Yani dil, coğrafya ne kadar bir sınır sence oyunculuk için?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Bence prodüksiyonel anlamda coğrafya çok büyük bir sınır, hele Türkiye gibi bir yerde. Ama dil ne kadar sınır, çok emin değilim. Ben de Ottoman sonrası, bir süredir, bunu düşünüyorum. Ottoman yayına girdikten sonra bir röportaj olmuştu. O an dil bir sınır değil demiştim. Ama pandemiyle birlikte, çok kaygılı, çok kendimden şüphe duyduğum ve kendimi hiç beğenmediğim bir süreç geçirdim. Hâlâ da geçiriyorum. “Acaba şu anda İngilizce oynayabilir miyim?”, “Acaba hayatımda bir daha İngilizce bir iş yapabilecek miyim?” gibi şeyler düşünüyorum. Ya da Fransızca, İtalyanca bir şey olsa 3-5 kelam edebilecek miyim? Böyle bir korkum var. O yüzden şu anda çok da emin değilim. Dil belki de bir sınır olabilir. Gerçi asıl insanın kendi bir sınır ama benim şu anda korktuğum şeylerden ötürü dil bana bir sınır gibi geliyor. Aslında bu benim korkum, kendi sınırım yani.

Metin Akdülger: Mesela ben her oyuncu en iyi kendi coğrafyasının, kendi dilinin hikâyelerini anlatabilir diye düşünüyordum. Evet, diğerlerinin içerisinde de yer alabilir ama hep kendi coğrafyasından ve dilinden kırıntılar olur içinde. Çok uzun süre böyle düşündüm. Sonra başıma şöyle bir şey geldi. Suriyeli bir yönetmenin Arapça bir filminde oynadım. Çok küçük bir roldü. 6 tane civarında Arapça repliğim var ve bunu öğrenmem lazımdı. Suriyeli bir çocuk var orada. Onunla oturduk, epey çalıştım, deli gibi. Sonra o film hiç beklemediğim bir şekilde Cannes’a gitti, ben de o filmle beraber Cannes’a gittim. Orada 4-5 kişi benimle Arapça konuşmaya başladı. Dili asla hiç bilmiyorum. Sonrasında İngilizce konuştuk ve biz seni Mısırlı zannettik dediler. Bu beni çok rahatlattı. Evet, o coğrafyaya yakınım ama bir Mısırlının bildiği hiçbir şeyi bilmiyorum aslında. Hikâyeyi doğru seçersen ve anlatıcısını doğru tanırsan galiba bu bir sınır olmaktan çıkıyor. Seni genişleten, senin yelpazeni açan bir şey oluyor.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben Ottoman’a kendimi tanıtan bir kayıt gönderemedim mesela. Dediler ki “kendini tanıtan İngilizce bir şey yap.” “Nasıl yapayım?” dedim, “Hani ‘Hello I am Cem Yiğit Üzümoğlu’ gibi mi?” dedim. Ama sonra göndermedim. Salto diye bir oyun yapıyorduk. Oradaki Türk oyuncular, “Netflix Türkiye’de bir iş çekecekmiş, yabancılar oynayacakmış, İngilizce olacakmış,” diyorlar. Ben “Çok iyi” diyorum. İşte benim göndermediğim şey bunun içinmiş. Aradan zaman geçti, tiyatrodan biri, “Cast’ı bitirmişler audition’lar geçti” dedi. Ben de kendi kendime “Gerizekâlı, işte al göndermedin, bitmiş” dedim. Sonra iki ay geçti ve Ottoman’dan İngilizce bir sahne geldi bana. Dedim ki, “Ya yapacaksın ya yapamayacaksın ama şu anda elinden geleni ardına koymuyorsun”. O anda bayağı gaza geldim gerçekten. Metne hayatımda hiç çalışmadığım kadar çalıştım. O kadar çok çalıştım ki Arapça kaligrafiler yapıyorum, İstanbul’un haritasını çiziyorum, savaş planları yapıyorum… Audition’a savaş taktisyeni gibi gittim gerçekten.

Metin Akdülger: Bravo!

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ve öyle oldu. Ama korktum. Dürüst söylüyorum, çok korktum.

Metin Akdülger: Ama iyi ki korkmuşsun. Ottoman’da oynamadım ama bir padişahı oynadım ben de. 4. Murat’ı canlandırdım ve benim de hikâyem benzerdi. Gidince onlara, “Bakın ben sarışınım. Cılızım. Ona göre. Hiç o tipe uygun değilim, emin misiniz?” dedim. 3 ay boyunca at eğitimi, hat dersleri, bir dolu kaynak okudum… Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye’sini bitirdim. Hepsi o korkudan dolayı. Onu yaptığın zaman özgürleşebiliyorsun sahnede. Ben de sende onu gördüm. Orada oynayan insanlar köşeleri olan çok belirli bir şeyi oynuyorlar, ama senin neredeyse bütün sahnelerinde bir humour var. Çok zor bir şey öyle bir işin içerisinde onu yapmak.

Yani iyi ki korkmuşsun, ben sana söyleyeyim. Bu soruyu sormamın sebebi, Türkiye’den coğrafya ve dili engel olarak görmezsen eğer, çok ileriye gidebilecek birisin. Birçok şey yan yana gelmiş senin önünde. Bunu çok da söylemek istemem sana çünkü seni engellemesinden korkarım. Ama çok güven bu konuda kendine bence.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Teşekkür ederim. Buna ihtiyacım var şu anda. Gerçekten istiyorum. Niyetim şimdi yurtdışında doktora yapmak. Şu an Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji alanında yüksek lisans yapıyorum. Yurtdışında bir de doktora yaparsam belki oralarda bir şeyler kovalayabilirim gibi geliyor. Bakalım.

Metin Akdülger: Hayatın ne getireceğini hiçbir zaman bilemeyiz ama ben çok isterim seni yabancı prodüksiyonlarda görmek. Neresi olduğu önemli değil, Fransız da olur, Amerikan da olur, İngiliz de olabilir, Hint de olabilir. Yelpazenin çok geniş olabileceğini düşünüyorum. Diğer soruma geçiyorum. Oyun öncesi son 20 dakikayı sever misin?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Çok severim.

Metin Akdülger: Ben nefret ederim mesela, hemen geçsin isterim.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Bayılırım. Tiyatroya çok önceden gidip çok vakit geçirdiğim için bazen çok sağlıklı olmuyor tabii o kadar konsantre olmak. Ama konsantrasyonumu her an oyunuma başlayabilirim seviyesine çekmek benim için çok eğlenceli. Caz müzik gibi geliyor.

Metin Akdülger: İlginç benim mesela en son tecrübem, Kemal’le [Hamamcıoğlu] yaptığımız oyun. Tek kişilik bir performans ve asla konforlu olmamak ve ne yaptığını bilmemek üzerine. Ama oyunda dekor yok. Sadece ışıkla dekor kurduk ve kendimi anlatmamam gerekiyor insanlara. Herhangi bir temsil yapmamam lazım. Buna karşın yaptıklarımdan bir şey anlamaları lazım insanların. Çok karmaşıktı. O son 20 dakika düşünmeyi durdurmak için öyle çok rutinim vardı ki. Çünkü inanılmaz gergin oluyordum. İçeri biri girecek ve benim konsantrasyonumu bozacak diye o kadar korkuyordum ki içimden bir pasif agresyon fışkırıyordu. En son tecrübem o olduğu için, oyun başlamadan önceki o 20 dakikadan nefret ediyordum.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ama sen tek kişilik oyun oynamışsın. Tek kişilik oyun başka. Başkalarıyla olunca başka bir sürü enerji oluyor sahnede. Ya sen onlara dâhil oluyorsun ya onlar sana dâhil oluyor. Bir şekilde bir aile oluyorsun. Ama tek başına çok zor.

Metin Akdülger: Bir de Evlat ekibindeki adamlar, kadınlar inanılmazlar.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Aynen herkes tatlı. Sağ olsunlar katlanıyorlar bana.

Metin Akdülger: Olur mu öyle şey.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Bakma çok eğlenceli olduğumu söylüyorum ama muhtemelen dışarıdan Dünya’nın en somurtkanıyım. Saat 7 oldu mu “Haydi herkes yogaya!” diye bağırıyorum. Gelmiyor kimse. Bir kişi gelmiyor. Sesleniyorum, bağırıyorum, “Haydi kim tuvalette? Haydi!” diye. Öyle bir anlaşmamız var.

Metin Akdülger: Bence bu iyi bir şey. Ben bunda bir beis görmüyorum. Bir soru daha soracağım: rezil olduğunu nasıl anlarsın?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Az evvel bana aşıladığın özgüvenden sonra asla rezil olmadığımı söylemeyi çok isterdim ama.

Ottoman için ‘Hesabınızı gönderin, size kod göndereceğiz’ dediler. Dedim ki ‘Benim Netflix hesabım yok.’ ‘Nasıl yani?’ dediler. ‘Hesabım yok. Netflix hesabım yok.” –  Cem Yiğit Üzümoğlu
Rise of Empires: Ottoman

Metin Akdülger: Sadece sahneyi değil, genel anlamda hayatı soruyorum.

Cem Yiğit Üzümoğlu: O zaman tamam. Ben de sana dünyada en asalak hissettiğin ânı soracaktım ve kendi olayımı anlatacaktım. Bir konuda rezil olduğumu kesinlikle kabul ediyorum ve bir yandan da rezaletten dolayı çok mutlu hissediyorum. Şöyle ki Spotify gibi streaming servisleri çıktıktan sonradan paralı oldular. Netflix çıktı, paralı oldu. Her şey çıktı her şey paralı oldu ya, ben henüz hiçbirine para ödemedim.

Metin Akdülger: Hadi ya!

Cem Yiğit Üzümoğlu: Yemin ederim. Lisede arkadaşımın Apple aile kimliği vardı onun ailesine dâhil oldum. Bir 8 yıldır falan oradan Apple Music kullanıyorum. Kız arkadaşımın Spotify hesabını kullanıyorum. Yine eski arkadaşımın Netflix hesabını kullanıyordum. Hakan: Muhafız’ı çektim, çocuğun hesabından izledim. Ottoman için “Hesabınızı gönderin, size kod göndereceğiz” dediler. Dedim ki “Benim Netflix hesabım yok.” “Nasıl yani?” dediler. “Hesabım yok. Netflix hesabım yok. Bir hesap açıp şifresini gönderdiler, sonuçta çalıştığım şirket. Olması gereken bu değil mi? 

Metin Akdülger: Çok iyiymiş. Keşke ben de yapabilsem onu. Bu asla bir rezillik değil. Çok kıskandım şu an. Ben mesela her şeye para verdim.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Sen hakkaniyetli olansın. Hakcısın sen.

Metin Akdülger: Hakkaniyetli olan değil de, fazla paylaşımcı olanım diyelim. Hakla hiç alakası yok. Spotify’a da verdim, hesabımı arkadaşlarım kullandılar, sette kullananlar oldu. Apple Music’i kullanan olmadı, onu ben de çok kullanmadım ve sonra iptal ettim. Blu TV var, Amazon üyeliğim var, Netflix üyeliğim var. Hepsini tabii ki paylaşıyorum. Yani ben ödeyen tarafım. Annem de benim üzerimden izliyor. İşte iki tane arkadaşım da benim üzerimden izliyor.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Amazon hesabının şifresini alabilir miyim senden?

Metin Akdülger: Veririm, hiç problem değil. Öderim ben.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Olur. 

Metin Akdülger: Bu bir rezalet değil. Mesela benim çok rezaletim var. Ben çok rezil olan biriyim. Mesela sette, bu röportaj gibi bir şey yapmamı istediler Beren’le [Saat] ve Aden karakterini oynayan Lara’yla [Tonka]. Lara 9-10 yaşlarında. Yanımda da iki çeşit çıkartma var: “seal of awesomeness” (mükemmellik mührü) ve “seal of awkwardness” (gariplik mührü) diye. Ve dedim ki, “Bunu garip bulduğunuz insanlara yapıştırın.” Bana üç tane “awkwardness” olandan yapıştırdılar. Her yerden yani… Ben genelde rezil olduğum durumları, söylediğim şeyden sonraki sessizlik 10 saniyeyi geçiyorsa anlıyorum.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Sana çok merak ettiğim bir soru sorabilir miyim? Ama cevaplamak istemezsen cevaplamayabilirsin. Ekşi’de şöyle bir şey gördüm: “Metin Akdülger’s tears can cure cancer, but he never cries. (Metin Akdülger’in gözyaşları kanseri tedavi edebilir, ama o asla ağlamaz.) Koç Üniversitesi, e 204 numaralı oda.” Bunu başka birine anlattın mı, bilmiyorum. Çünkü bütün röportajlarına baktım. Her şeyini dinledim, seyrettim. Buna dair hiçbir şey görmedim ve çok merak ettim ne olduğunu.

Metin Akdülger: Cevaplarım… Ben hep yurtta kaldım son iki seneye kadar Koç’ta. O zaman da Amerikan kültürüyle yoğruluyorum, sonuçta orada okuyorum. “Chuck Norris facts” diye birşey var. Mesela “Chuck Norris doesn’t do push ups, he pushes down the world.” (Chuck Norris şınav çekmez. Dünyayı aşağı iter.) Arada bir duvar vardı ve o duvara sürekli bir şeyler yazıyorduk. Bu da o duvara bir Chuck Norris Fact olarak yazılmış bir şey. Keçeli kalemle yazıyorduk. Sonra onların üzerini boyuyorlardı her arada. Büyük ihtimalle kazımışlar, yazıları görünce dalga geçmeye açmışlar. Millete alay konusu olmuşum her zamanki gibi. Yine bir rezillik hikâyesi. Sevdiğim durumlar bunlar.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben aşırı dramatik bir şeyler bekliyordum. İşte İtalya’ya gittim ve orada bir kadınla tanıştım. Aramızda inanılmaz bir şey varken çocuğuyla İtalya’da bırakıp Türkiye’ye geldim. Hasta olduğunu öğrendim, onun koynunda ağladı ve kanserini iyileştirdim ama aslında gerçekten ağlamamıştım falan. Acayip dramatik bir hikâye kurmuştum.

Metin Akdülger: Yok abi.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Buradan bir senaryo çıkar ben bunu not alayım. Böyle dramatik bir şey olmamasına çok sevindim. Ağlamaya çok hazırdım çünkü şu anda.

Metin Akdülger: Hepimizin kendi dramaları var. Bir gün anlatırız, ağlarız karşılıklı.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Olur. Ben senin bu müzikte yaptığın şeyleri çok beğendim. Laf olsun diye söylemiyorum. Çünkü ben psikedelik rock hastasıyımdır.

Metin Akdülger: Teşekkür ederim. Hadi be!

Cem: Hastasıyımdır hem de. Senin bir röportajında okudum. Birisi “Single çıkarıyorsunuz” demiş. Sen de “Hayır, 45’lik. B yüzünde de şarkı var.” gibi bir cevap vermişsin. Ben de böyle 45’likler 33’lükler çok sevdiğim için 45’lik çıkarma gibi bir niyetiniz var mı, diye sormak istedim.

“Biz daha çömeziz. Lise arkadaşımın yatak odasında yapıyoruz biz o şarkıları. Hiçbirini stüdyoda yapmadık. O şarkıların hepsi ev yapımı.” – Metin Akdülger
Journers

Metin Akdülger: Çok istiyoruz ama çok da tanımıyorum bu tür insanları.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben tanıştırırım seni.

Metin Akdülger: Valla müthiş olur. Şu anda mesela toplamda altı tane şarkı bitti. Onları yavaş yavaş çıkarttık. Yani 3 tane 45’lik hazır aslında şu anda. Bir süre sonra plak olarak bir albüm çıkarmak istiyoruz. Ama biz daha çömeziz. Lise arkadaşımın yatak odasında yapıyoruz biz o şarkıları. Hiçbirini stüdyoda yapmadık. O şarkıların hepsi ev yapımı.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Mükemmel duyuluyor. Ben çok beğendim şarkılarınızı.

Metin Akdülger: Ben eskiden bas çalıyordum. Vokalistliğe de yaklaşık 2 buçuk yıl önce girdim. Çok güvenmiyorum kendime vokalist olarak. Bası da vokalistliği de yarım yarım yapıyorum. Vakit ayırmam lazım. Bizim çocuklar Bursa’da bir de. Çok isterim bir stüdyo seansı yaptığımızda gel beraber söyleyelim.       

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben orada bulunmayı çok isterim. Gerçekten güzel olur.

Metin Akdülger: Mutlaka haber vereceğim.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Dediğim gibi 60’lar 70’ler rock’ın hem kültürü hem tarihi ile ilgileniyorum. Plak arşivini de yapıyorum.

Metin Akdülger: Vay. Çok iyi.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Neden hâlâ çok psikedelik rock yapılmıyor? Manyak mısınız? Bundan daha güzel müzik mi var?’ diyorum kendi kendime. Seninle konuşmadan önce Journers’ı şöyle duymuştum: “Metin Akdülger’in grubu. Şarkıları söylüyor, bas çalıyor.” Sonra dinleyince “Vay be, harbi müzikmiş” dedim. Baştan ayağa dinledikçe çok  beğendim. Gerçekten, dürüstçe söylüyorum.

Metin Akdülger: Ben grubun bir üyesiyim ama bizim müziğimizin mimarı aslında Burak Yeşildurak diye liseden bir arkadaşım. Aslında müziğe onun sayesinde başladım. İlk plağımı onun sayesinde dinledim. O da ben de zor zamanlardan geçiyorduk. Her hafta Bursa’ya gidiyordum. Dolayısıyla çok görüşüyorduk. Çok görüşünce bir süre sonra da muhabbet bitiyor. Biz de müzik yapmak istiyorduk. Neticede müzik yaparak muhabbet edebilmeye başladık, birbirimize öyle bağlandık. Çok eski arkadaşız ama bazen araya zaman girince ne konuşacağını unutursun ya, hani bir iki günden sonra anlamsızlaşır her şey. Orada müzik girdi hayatımıza ve çok daha iyi iletişim kurmaya başladık. Amacımız 60’lar 70’ler soundunda psikedelik müzik yapmak değildi. Ben de çok seviyorum bu arada. Ama Yeşil mesela elektronik falan da dinler, Mustafa Sandal da sever. Ben hiç yokum oralarda. Ortaya böyle bir şey çıktı ve akmaya devam ettik. Şimdi o iş de giderek büyüyor. Nasıl olacak bilmiyorum bir yandan oyun, bir yandan Journers, bir yandan Atiye, bir yandan ben bir de arkadaşlarımla yeni bir proje hazırlıyorum bol süprizli. Üzerinde çalışıyoruz beraber. Zamanı gelince zaten sana profesyonel bir sunum yapacağım onunla ilgili.

Atiye

Cem Yiğit Üzümoğlu: Gel gel. Tabii ki. Yani gerçekten ellerinize sağlık Journers için. İsmini merak ettim. Neden Journers?

Metin Akdülger: Yeşil buldu ismi. Öyle bir isim türetti, kendi bulduğu bir laf. Aslında kullanılıyor Amerikanca’da. Biri hiking yapmayı çok seviyorsa (mesela yazınca bu çıkıyor), “Such a journer” diyorlar. “Çıkıp dolaşmayı sever” anlamında.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Çok güzel bir isim. Journey’den türüyor herhâlde.

“Tiyatronun şu anki durumu çok karanlık bence. Bu pandemiden önce de ‘Tiyatronun altın çağı’ falan gibi laflar konuşuluyordu. Halbuki öyle değildi. Öyle değildi ve hiçbir zaman öyle olmadı aslında.” – Cem Yiğit Üzümoğlu

Metin Akdülger: Yolculuktan, yoldaşlıktan türüyor. Ama asıl olayı fonetikten ziyade yazılışının çok iyi görünmesi. Klavyeden Journers yazmak çok kolay.  Bunları düşünerek bulmuş. Yeşil biraz böyle manyak bir dostum… Bir sorumu daha soruyorum. Son sorum bu. En teknik sorularımdan biri. Sen şu anda tiyatronun çok içindesin. Tiyatronun şu anki durumunu nasıl görüyorsun ve pandemi sırasında oynamak nasıldı?

Cem Yiğit Üzümoğlu: Tiyatronun şu anki durumu çok karanlık bence. Bu pandemiden önce de “Tiyatronun altın çağı” falan gibi laflar konuşuluyordu. Halbuki öyle değildi. Öyle değildi ve hiçbir zaman öyle olmadı aslında. Her zaman popüler olan bazı şeyler vardı, kimi zaman o popüler olanlar iyiydi, kimi zaman da kötüydü. Yani Devekuşu Kabare iyiydi ve aynı zamanda popülerdi mesela. Şu anda ben tiyatroyu bayağı kötü durumda görüyorum, çok kötü görüyorum. Yani tabii ki her zaman bir gelecek var, nasıl bir gelecek olacağı hiç belli değil. Ama bayağı teker teker kapanıyor tiyatrolar. Bugün Küçük Sahne kapanmasını vermiş. Kumbaracı50 destek istiyor şu anda. Devlet biliyorsun, 12 milyon liralık bir ödenek ayırdı tiyatrolara. Aslında bu ödeneği borçlarını kapatsınlar diye değil de yeni oyun yapsınlar diye veriyor. Bir yandan da verdikleri ödenek olduğu için o oyunları denetleyebilir hâle geliyorlar. Tiyatro Kooperatifinden de öğrendiğim kadarıyla verdikleri tiyatroların büyük çoğunluğu bu ödenekler çıkmadan önce kurulan tiyatrolar. 

Metin Akdülger: Bence pandemi gerçekliğini atlattığımızda da başka bir noktaya gelecek. Ben o kadar karanlık düşünmüyorum. Niye öyle düşünmüyorum, biliyor musun? Evet, şu an çok eşsiz ve garip bir durum yaşıyoruz. Ama şu anki televizyon işlerinin, o dünyanın yavaş yavaş biteceğini düşünüyorum. 4-5 yıla bu diziler ve bu paralar kalamayacak bizim işte.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Umarım.

Metin Akdülger: Müzisyenler streaming platformlarıyla bir şey yaşadılar ya. Albüm satışları bitti. Konser yapmak zorunda kaldılar. Performatif olarak kendilerini geliştirmek zorunda kaldılar. Sahnesi iyi olanlar para yapmaya başladı. Reklamı ayrı tutuyorum. Benim anlamadığım ve bilmediğim bir dünya olduğu için onun üzerinden okuma yapmak istemiyorum. Reklamcı ile anlaşan zaten ilerler gibi düşünüyorum. Bu Medici’den beri böyle. Ama ben onlardan değil, herkesten bahsediyorum. Gerçekten bu işi ifade formu olarak gören insanlardan bahsediyorum. Bu dijital işler bizim işleri çok ucuzlatacak. Büyük kaşelere girilmeyecek. Belli bir süre sonra bizim gerçek gelirimizin sahne olacağını düşünüyorum. Sayımız çok azalacak ama tiyatro ile biz hayatımızı idame ettirebileceğiz.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ne kadar mümkün bilmiyorum. Ben geçen yıl bunu becerebiliyordum ama ancak bu kadar çok oyun oynayarak. Yani 3 günde bir oyun oynamaktan bahsediyorum. Hatta yeri geldiğinde üst üste çift oyunlar oynuyordum. O zaman hayatımı idame ettirip cebime bir miktar da para koyup istediğim şeyi ölçüsüyle yapabiliyordum. Şimdi ise herkes restoranlarda dip dibe oturup yemek yiyor. Tiyatroya geldiğinde niyeyse böyle. Tiyatroyu yaşatacak olan sadece oyuncular değil ki. Seyirciler bunu farkına varamadığı sürece tiyatro çok zor ayakta kalacak. Çok fazla tiyatro kapanmaya başlayacak yani. Umarım bir an evvel insanlar da doğru anlamda bilinçlenirler. Dünyanın pek çok yerinde tiyatrolar başladı ve bilfiil oynuyorlar. En azından devlet, belediye desteği, kurumsal destekler, seyirci desteği vesaire. Ama burada devlet sana destek olmuyor, senin kendine destek olacak maddi manevi gücün kalmamış zaten pandemiyle. Seyirci destek olmadığı zaman da ne yapabilirsin ki? Biz Özgürlük Parkı’nda oynadık. Bilet fiyatı 20 lira ile 40 lira arasındaydı. Tam kapasite doldu ama Kadıköy Belediyesi bize bir ödenek verebildiği için o biletler o fiyata satıldı. 

Metin Akdülger: Doğru.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben seni karamsarlaştırmak için söylemiyorum. Her zaman arkandayım.

Metin Akdülger: Yok, anlıyorum. Sen çok daha işin içindesin şu an o yüzden. Ben 2018’den beri değilim, biraz uzaklaştım mevzudan. Bir de benim yaptığım biraz daha akademik bir çalışma olacak. Bir üniversite ile çalışacağım ve veri  toplayacağız. Biraz daha sosyal deney gibi bir şey yapıyor olacağım. Bir tecrübe yani. Tiyatro oyunundan ziyade senin sahneyle yaşadığın bir kontrol mekanizması tecrübesi.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben pandemi döneminde tiyatrolara gidiyorum. Arkadaşlarımı ziyarete gidiyorum. Bugün Kadıköy Theatron’daydım. Şimdi kiracı ücretlerini söylemeyeyim ama, yapamıyorlar. Yani yapamazlar. Kumbaracı50 bir marka ve destek istiyor şimdi. Craft’ın oyunculuk atölyeleri olmasa… Oyun Atölyesi de çok büyük zararda. İstanbul’un büyük tiyatroları bunlar.

Metin Akdülger: Haklısın. 

Cem Yiğit Üzümoğlu: Ben her zaman senin arkandayım. Ne yaparsan okey. Elimden ne geliyorsa yaparım.

Metin Akdülger: Teşekkür ederim. Ben de bir faydam olabileceğini düşündüğün her an buradayım.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Senden çok klişe bir şey isteyebilir miyim?

Metin Akdülger: Tabii ki.

“İlk sinema filmimi çektiğim dönem, […] Patti Smith ve onun hayatı akıl sağlığımı korumama yardımcı oldu.” – Metin Akdülger

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hayatında seni gerçekten derinden etkileyen 3 kitap söyleyebilir misin? Ama hayatının o kitabı okuduğun için değişmesine gerek yok. O anda öyle bir şey olurken o kitabı okuyor da olabilirsin.

Metin Akdülger: Patti Smith – Çoluk Çocuk. İlk sinema filmim için Büyükada’da, “Benden daha önemli her şey” diye düşündüğüm bir zamanda bana tek nefes aldıran şey o kitaptı. Patti Smith ve onun hayatı benim akıl sağlığımı korumama yardımcı oldu o zaman. Öyle bir özelliği var benim için. Tom Robbins – Parfümün Dansı. Çok masalsı bir dünyası vardı ve okuduğum yaz hayatımın gerçekten mutlu olduğum zamanını sembolize ediyor benim için. O yüzden kapağını görünce bile içimde bir şeyler olur, kalbim bir yumuşar. Onun dışında da çizgi roman olabilir. Marvel’ın bir tane çizgi romanı, Civil War.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hayatına iz bırakmış ve bir şeyler değişirken, değişime sebep olan kitaplar…

Metin Akdülger: Aklıma bunlar geldi. Homodeus’u okudum çok yakın bir zamanda. Hayatımı değiştirdi diyemem ama çok etkiledi beni. Çok düşündüğüm şeylerle ilgili “Evet. Evet.” dedirten ve insanlara vermek istediğim bir kitap oldu. İnanç sistemleriyle ilgili, özgüvenle ilgili, insanın özgüveniyle ilgili, insanın evrene, Dünya’ya ne yaptığıyla ilgili ve çok garip fikirleri olan, geleceğe dair de bunun üzerinden okumalar yapan, kafa açan bir kitap. Asıl en önemlisini söylemedim. Joseph Campbell – Kahramanın Sonsuz Yolculuğu. Kutsal biri olduğunu düşünüyorum Campbell’in. Tanışsam, şöyle gidip göğsüne yatıp birazcık dinlenmek isterim. “İyi ki böyle biri var Dünya’da, oley!” diyebileceğim biri.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Hikâyeler, mitler anlatsın sana… Homodeus’a alternatif olarak benim de Alaeddin Şenel’in İnsanlık Tarihi kitabı var. Biraz kalınca ama acayip bir kitap. İmge Yayınevi’nden çıkmış olması lazım.

Metin Akdülger: Sevdiğim yayınevlerinden İmge. Güzel basımları olan bir yayın evi.

Cem Yiğit Üzümoğlu: İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü. Kitap yazarına Polat Onat deniyor ama değil. Kırşehir’de yaşayan bir berber gerçekten ve 30 küsur yaşlarında bir şiir kitabı yazıyor. Bu şiir kitabına bir önsöz yazıyor. Aslında kitabın tamamı bir önsöz gibi ve önsözün içinde dipnotlar var. O dipnotlar seni şiire götürüyor. Sen önsözü okurken dipnota gidiyorsun ve kitabın sonu aslında adamın intihar notu. Adam gerçekten sonra intihar ediyor. Kitabın içerisinde, “Umarım bu yazdıklarım kaybolmaz, umarım bir sahafın tozlu raflarında da olsa bulunur,” gibi bir şey söylüyor. Sonra, Polat Onat, Kırşehir’deki bir kitap dükkânında dosya halinde bu kitabı buluyor ve basıyor. Beni en çok etkileyen kitaplardan biri bu.

Metin Akdülger: Çok etkileyiciymiş.

Cem Yiğit Üzümoğlu: Arkadaşlarıma hediye olarak aldığım bir kitaptı. Beni ağlatmıştı. Bayağı enteresan bir kitap.

Metin Akdülger: Okuyacağım ben bunu.

Cem Yiğit Üzümoğlu: O zaman son olarak bir önerim var. Şöyle bir şey yapalım mı? Röportajdan sonra 2-3 gün içerisinde 5 tane sen, 5 tane ben, psikedelik şarkılar listesi yapalım. Sonra da onu liste olarak verelim.

Metin Akdülger: Çok iyi fikir, tamam!

Deşifre: Bensu Arslan

  1. Kim kime bakıyor?: Stephan Gladieu ve Kuzey Kore’de ilk kez portrelenen hayatlar

    Kariyerine savaş fotoğrafçısı olarak başlayıp sahadaki deneyimini ilerleyen yıllarda çektiği portre fotoğraflarına aktaran Fransız sanatçı Stephan Gladieu, son projesinde Kuzey Kore’nin kapalı ve homojen toplumsal dokusu içindeki çeşitlilikleri kamerasından bizlere yansıtıyor.

  2. 90’lar İngiltere’sinde kaçışın ve partileme özgürlüğünün mücadelesi: “Spiralled”

    İngiliz hükûmeti “tekrar eden beatler” eşliğinde 20’den fazla kişinin bir araya geldiği izinsiz etkinlikleri yasaklayan kanunu 1994 yılında çıkardığında Seana Gavin, underground rave sahnesine gönül vermiş bir ergendi.

  3. Korkular, şifalar ve bizi biz yapanlar: Cem Yiğit Üzümoğlu ve Metin Akdülger sohbeti

    Akdülger ve Üzümoğlu; üretimlerine, deneyimlerine, ilgi alanlarına dair içten bir sohbete koyuldu.

  4. A’dan Z’ye: Şehir ve müzik

    A’dan Z’ye serimizde bu kez önümüze dünya atlasını açıyoruz.

  5. Yıkım kuyusuna dalmadan: TOBACCO

    “Butthole Surfers olsa ne yapardı?” değil, “Cyndi Lauper olsa ne yapardı?”

  6. Laraaji’nin “Moon Piano”sunun loş ışığında: Son 40 yıldan, geceye adanmış bazı müzikler

    Geceyi mesele edinmiş ya da geceye eşlik etmek amacıyla üretilmiş tematik albümlere bir yenisi daha eklendi.

  7. 30 yılın ardından yeniden dalgalanan ilham denizi: Café Türk

    İsviçre’de ikâmet eden Metin Demiral, 80’lerde liderliğini üstlendiği Café Türk ile new wave’den psikedeliye ve çok ötesine uzanan geniş yelpazede kafasına esen müziği yapmış, kendi imkânlarıyla iki albüm yayımlamış. Zel Zele Records’ın yayımlayacağı toplamayla Café Türk kayıtları yeniden gün yüzüne çıkıyor.

  8. Berlin sokaklarında bir su perisi: “Undine” ve Christian Petzold’un tüm hayaletleri

    Farklı janrları kendi üslubuyla yorumlamayı, türlerin kodlarını değiştirmeyi pek seven Alman sinemacının büyülü gerçekçi olarak betimlenebilecek son işi “Undine”, 39. İstanbul Film Festivali’nin ekim ayı seçkisinde yer almasının ardından 27 Kasım’da vizyona geliyor.

  9. “Kendi jenerasyonumun yaşadıkları”: Azra Deniz Okyay, “Hayaletler”i anlatıyor

    “Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren.”

  10. “Cinsellik hakkında konuşmamak, kendin hakkında da konuşmamaktır”: Metin Akdemir’in Hayalindeki Sahneler

    “Yeşilçam filmlerine olan aşkım hep devam etti. Belgeseldeki üç film de başrollerinde kadınların olduğu ve kadınların hikâyeleri etrafında dönen filmler. Üçünün ortak özelliği ise iki kadın karakterin bir aşamada erkeği kenara iterek bireysel ya da beraber hayatlarına onsuz devam etmeleri.”

  11. Hayat ve ölüm üzerine kendi mitinin peşine düşen bir anlatı: “Maddenin Halleri”

    “Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor.” -Deniz Tortum

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi