Geçtiğimiz eylül ayında Venedik semalarından sinema gündemine düşen bir haber, muhtemelen çok da iyi hatırlamayacağımız 2020 senesinin yüz güldüren gelişmelerinden birini müjdeledi. Sulukule Mon Amour ve Küçük Kara Balıklar gibi kısa filmleriyle tanıdığımız Azra Deniz Okyay’ın ilk uzun metrajı Hayaletler, dünya prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde Büyük Ödül’e layık görüldü; aldığı reaksiyonlarla heyecan verici bir yönetmenin ayak seslerini müjdeledi. Hayaletler’in Türkiye prömiyeri ise 57. Antalya Film Festivali’nde gerçekleşti ve festivalden Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması En İyi Film Ödülü’nün de aralarında olduğu 5 ödülle ayrıldı. Son olarak Varşova Film Festivali’nden FIPRESCI ödülüyle dönen film, festival yolculuğuna heyecanla devam etmekte. Tüm ülkede saatlerce süren elektrik kesintisinin yaşandığı tek bir günde geçen, İstanbul’un kurmaca bir mahallesinde yaşanan kaosu dört farklı karakterin birbirine geçen hikâyesi üzerinden anlatan Hayaletler‘i, yönetmeni ve senaristi Azra Deniz Okyay ile konuştuk.

“Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren.”

Sanat sineması kodlarını taşıyan çeşitli yerli örneklerin aksine gerek tansiyonu hiç düşürmeyen çok katmanlı yapısıyla, gerek dört ana karakteri çapraz geçişlerle bağlayan hikâye kurgusuyla dinamizmden ödün vermeyen bir yapım var karşımızda. Hayaletler’in ortaya çıkış sürecinden biraz bahsedebilir misin? Projenin arkasındaki ilk ilhamlar, bu dinamik hikâyeyi anlatmaya iten motivasyonlar nelerdi?

2014’te yazmaya başladım Hayaletler‘i ve soluksuz çalıştım. Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren. Yazdıkça yeni teknikler geliştirmeye başladım. Bu kaosu yaşamaya çalışırken ortaya çıkan yeni yaşam şekillerini belgelemek istedim. Kaos, edebiyatı ve sanatı da farklılaştırmıştır tarihte. Bu dönemde en çok da politika, sanat ve bilimin işleyişi gibi şeyler ilham oldu bana. Kafamda her sabah bu garip melodi vardı ve nefes alabilmek için onu ortaya dökmem gerekiyordu. Bir de tabii, süper prodüktörüm Dilek Aydın’ın varlığı çok önemli. Bana ve filme inandı ve bir şekilde kanımızın son damlasına kadar çalışıp çıkarttık filmi.

Hayaletler henüz senaryo aşamasında Avrupa festivallerinden ödüller aldı, önemli senaristlerle çalışmana olanak tanıdı. Bir açıklamanda “Senaryoyu zamanla halı gibi dokumaya devam ettim, çünkü Türkiye’de birçok şey değişmeye başlamıştı.” demişsin. Kâğıttaki ilk hâliyle nihai metin arasında ne gibi farklar var? Üretimini hangi gelişmeler etkiledi?

Halı dokuması, çünkü her gün değişimde olan bir ülkeyi anlatıyor ve ayrıca birçok rengi de barındıran bir yapıya sahip. Metinden oyuncuya geçerken birçok aşama vardır. Kamera ve kurguyu önceden çalışırken, oyuncuyla doğaçlama çıkarabilmek için çok detaylı ele aldık. Paramız yoktu. Zaman yoktu. 17 günde çektik 30 mekânı. Bir bina inşa etmeye çalışıyordum ama malzemeleri sürekli değiştirmem gerekiyordu. Hayaletler yapım aşamasıyla da ilmik ilmik ortaya çıktı. Hepsi de birbirine bağlı bir ağ gibiydi. Tıpkı ülkenin kendi dinamiklerinin birbirine bağlı olduğu gibi… Filmin hikâyesi de buna denk geliyor işte.

Filmin merkezinde yer alan büyük çaplı elektrik kesintisi, kriz masası kurulmasına sebep olacak düzeyde etkisi altına alıyor tüm ülkeyi. Sağlık, ulaşım ve eğitim hizmetlerini aksatan, tam bir kaos ortamına sebep olan bu kesinti; bir yandan da sosyo-ekonomik statüleri ortadan kaldıran, tüm toplumu eşitleyen bir katalizör görevi görmekte sanki. Fikir nasıl ortaya çıktı? Kapkaranlık İstanbul sokaklarını gördüğümüz sahneler nasıl çekildi?

Kaos ortamında nasıl hareket etmeye çalıştığımız ilgimi çekiyor ve genç jenerasyonun buna bağlı gelişen hayat formları da… Estetik ve teknik olarak karanlığa gömülmek filmin metaforu oldu. Filmde neredeyse hiç ışık kullanılmadı. Hep telefon ışığı veya minik, el kadar ışıklar. Bu ülkede uyandığınızda akşamına aynı insan kalamıyorsunuz. Hep bir kaos ve kendi ışığınızı yaratmaya çalıştığımız bir dönem. Annemin bana öğrettiği bir söz var, Victor Hugo’nun: “Gecenin en karanlık ânında ışık doğar.” Benim jenerasyonum hiçten var etti ve etmeye de devam ediyor. Bunu resmetmek bile umut verici olabilir mi, diye düşünüyorum. Yakınımda olan ve takip ettiğim hikâyeleri sinemada göremiyor ya da eksik buluyordum. O yüzden kendi sesimi ortaya koydum.

Kısa belgeselin Sulukule Mon Amour’da yok edilmeye çalışılan bir semtte büyüyen, ötekileştirmeye ve toplum baskısına dans aracılığıyla direnmeye çalışan iki genç kadını odağa almıştın. Hayaletler’deki Didem karakterinde Gizem ile Dina’nın izlerini görmek mümkün; o da dansı özgürlüğünün bir parçası olarak görüyor, kendini müziğe kaptırdığı anlarda nefes aldığını hissediyoruz. İşlerinin dans ve dansçılarla kurduğu bağın ardındakileri biraz açabilir misin?

Dansın kelimeleri olduğunda ilgimi çekiyor sanırım. Hangi semtte, nasıl ortaya çıktığı… Sokağa taşan bir dans varsa, dansın yeri yok demektir. İşte o insanın hikâyesi beni ilgilendiriyor; kendine nasıl yer açacağı… Tam olarak dansın kendisi değil, ama o eyleme geçiş önemli. Bu dansı geceleri yapabileceğimiz kusursuz bir ülke yok belki de. Kadın bedeni ve sokak, sosyolojide hem kişisel hem de kamusal bir konu. Toplumun konuşmaya hak gördüğü ama aslında kadının kendisinin hakkı olması gereken bir durumu ortaya koydum. Etrafımdaki kadınlar, beni büyüten kadınlar ilhamımdır. Bir de kendinden emin kadın kadar güzel bir şey yok bence. Bu bir bütüne de yansıyor. Dans bir araç, filmdeki gibi. Karakterin ortaya koyduğu şeklini sorgulamak lazım.

Hem Hayaletler’de, hem de önceki kısa metraj çalışmalarında kadın odaklı anlatılara ağırlık veriyorsun. Ayrımcılıkla, fırsat eşitsizliğiyle, toplumsal ve sistematik baskıyla savaşıyor karakterlerin. Kadınlara dair anlatılara yaklaşımının seni Hayaletler‘e taşıyan zaman içinde nasıl değişim, dönüşümlerden geçtiğini söyleyebilirsin?

Bu filmi yapmak zordu. Onun getirdiği fazla çalışma hâli tekniğimi daha da geliştirdi. Projeye hazırlandıkça, ilerledikçe kendimi bir astronot gibi hissetmeye başladım. İnsanüstü bir duruma geçmeye başlıyorsunuz film çekerken. Başka ülkelerde üreten arkadaşlarıma da baktım. Herkesin kendi hikâyesi farklı bir teknikle çıkıyor ortaya. Asıl mesele evrensel dile ulaşmakta. Kadın olmam yalnızca bazen daha fazla sorun yaşamamı sağladı. Yoksa ben bir kadınım, diye başlamıyorsunuz her sabah işinize. Yalnızca belli bir bakış açısıyla söylenen laflar ve eylemler sizi yavaşlatıyor. Fazladan açıklama yapmanız gerekiyor. Bu yüzden film kendine has bir enerjide. Kurgusu ve senaryo dinamiği filmi yapmaya çalışırken çıkarttığım enerjiyi de temsil edebilir. Özgürlük enerjisi resmettiğim… Punk opera diyorum veyahut.

Otoriteye ve güce tapan doğasıyla, zenofobisiyle, muhbirliğe olan hevesiyle madalyonun öteki yüzü olarak tanıdığımız bir karakter Raşit. Sistemin bozuk her bir parçası onun menfaatine hizmet ediyor; yaşadığı mahallede tahakküm kurmaya, kendi iktidarını yaratmaya çalışıyor. Başarılı bir gözlemin sonucu olduğunu hissettiren bu karakteri yazarken motivasyonun neydi? Yunan Mitolojisi’ndeki Sisifos’la olan bağları nasıl ortaya çıktı?

Yaşadığımız ortamda Sisifos’lar çoğaldı ve onlardan nefret etmektense onları anlamaya çalışmak durumu biraz hafifletir mi, bilemiyorum. Sinemada kötü adam, iyi kadın gibi şeyler çok ilgimi çekmiyor. Bir karaktere onu neyin yaptırdığı ilgimi çekiyor ve bunu daha iyi yazılmış buluyorum. Biraz “Stockholm sendromlu gibi” dediklerimiz aslında, kötü bir sistemde yok olmaya zorlanan insanlar. Bunu resmetmek, bir şeyleri anlamaya çalışmak bu sistemi değiştirmeye çalışmanın da bir parçası.

Siyaset sahnesinden fazlasıyla aşina olduğumuz kimi kalıplar Hayaletler’in senaryosunda önemli ölçüde yer edinmekte. Şehirdeki elektrik kesintileri için basın yayın organlarının ilk yorumu “dış güçlerin oyunu” oluyor, komplo teorileri havada uçuşuyor. Özellikle “Yeni Türkiye” vurgusunun gerek sokağa sinen dile, gerek kitle iletişim araçlarına sirayet ettiğini görmekteyiz. Bu tanıdık söylemleri filmin dünyasına yerleştirmeye iten sebepler neydi?

Post-truth kavramını yıllardır yaşamaktan, bütün konuşmaları ve yazılanların altında yatan fikirleri algılayan bir jenerasyonuz artık. Bu kadar önemli kelimelerin sürekli havada uçuşmasının anlamlarını yitirip başka konulara kaydığını düşünmekteyim ve asıl tehlike de burada. Çok fazla şey yaşıyoruz ve algımız da törpülenmekte. Elektrik kesintisi bir metafor, ancak 2015’te bunu gerçekten de yaşadık ve bazılarımız bunu hatırlamıyor bile. Şok doktrini de ilgimi çekmekte. Kaos sırasında oluşan başka sorunlar ve bunları bazı kelime ve ifadelerle başka tarafa çeken hükümetler…

Bir parantez de filmin belgesel estetiğine açmak lazım. Telefon kamerasıyla, dikey kadrajda şekilde çekilmiş anları olsun, omuz kamerasının sık kullanımıyla olsun, Sucular adlı kurgu mahallede yaşananlara birebir tanık oluyoruz hissi uyandırıyor film. Bu belgeselvari tavrı ileride de görmeye devam edecek miyiz?

Aslında benim laboratuvarvari çalışma tarzımdan kaynaklanıyor. Oyuncuya seyirciyi yakın tutmayı seviyorum. Belki de çok durağan kameralara da alışmış olabilir seyirci. Her an ters köşe bir şeyler yaşatma isteği benim istediğim. Telefon görüntülerini tam da bu hayali ama hepimizin tanıdığı mahallede yaşananlara tanık olma hissiyatını yakalamak için kullandım. Bu yatay veya telefon çekimleri herkesin hayatta yaptığı şeyler. Kamerayı kendi hissiyatımda kullanmaya çalışmak en sevdiğim şey. Kurgucunun ve görüntü yönetmenin birlikte iyi koordine olmasındaki hazine de burada saklı. Sizin belgesel izliyormuş gibi dediğiniz his benim için değerli.

Dans edilen, partilenen sahneler haricinde filmde “şarkı” kullanımı görece az. Bu kararın nedeni korumak istediğin belgeselvari tavırdan mı kaynaklanıyor? Ayrıca final sekansında kulağımıza çalınan “Las Aves – N.E.M.” film bittikten uzunca bir süre sonra daha zihinde çalmaya devam ediyor. Şarkının seçim sürecinden bahsedebilir misin?

Ekin Fil’in çok iyi ve dengeli bir çalışma yaptığını düşünüyorum. Filmi çok müziğe boğmadan deneyselvari seslerden devam ettik ve bu da bir müzik, ritim oluşturdu. Filmi tek bir sesle ifade eder gibi, organik bir oluşum yarattı Ekin. Çok farklı karakterler olduğundan aynı ses temasını kullanmak seyirciyi daha az yorar diye düşündük. Ve genel anlamda da aslında “N.E.M.” parçasına gönderme yapan kompozisyonlar yaptı, böylece tek bir şarkı farklı yerlerde farklı tınlıyor gibi oldu bizim için. Soundtrack’ini dinlemek ayrı keyif verecektir eminim. Ekin bu konuda muhteşem iş çıkardı.

“N.E.M.”i keşfettikten sonra benim de zihnimde çalmaya devam etti. Demek ki doğru seçimmiş diyorum hâlâ. Las Aves ile de tanıştım ve şarkıyı neredeyse albümlerine koyamayacaklarını söylediler bana. Prodüktörleri ilk başta almak istememiş şarkıyı, kavga gürültü sokabilmişler tekrardan parçayı albüme. Şu an albümün en çok dinlenen parçası olmuş durumda.

Bunun dışında, filmde Türkiye’den The Raws grubunun da bir parçası var. Bu dönemde punk müziğinin ortaya çıkması hepimize nefes aldırdı. Gene kendi topraklarımdaki üretimin görünmesi adına, sanatçı arkadaşım Eda Geçikmez‘in filmdeki performatif varlığı da, Korospular müzik grubunun performans ve müzik konusunda ayrı bir durumu betimleyen sahneleri de benim için önemli. Böylece film, sevdiğim fikirler ve performanslardan oluşan açık sanat alanına dönüştü.

Hayaletler uluslararası arenadaki en prestijli film festivallerinden birindeki başarısıyla yüzümüzü güldürdü ve yolculuğuna heyecan verici adımlarla devam ediyor. Bize Venedik Film Festivali’ndeki deneyimlerinden, Venedik Uluslararası Eleştirmenler Haftası’nın Büyük Ödülü’nü kazandığındaki hislerinden bahsedebilir misin?

Çok sağ olun ilk önce. Bu kadar mutlu etmek bize ayrıca ödül oldu. Venedik Film Festivali bizi ilk olarak bir Work in Progress platformunda görmüş. Filmin kısa bir versiyonunu izleyip de aradılar. Çok sevdiklerini belirtip istediler filmi. İnanamamıştık! İlk gösterimi yapıp seyirci önüne çıkana kadar da her şey çok hızlı gelişti. Ödüle dair de çok bir beklenti yaratmadım kendimde. Su yolunu bulur, dedim sadece. Farklı ülkelerden insanların gelip Hayaletler’den çok etkilendiklerini söylemeleri bile yeterliydi benim için. Evrensel bir şeyler söylüyorduk ve bunun anlaşılması, kabul edilmesi amacımıza ulaştığımızı gösteriyordu. Ödülü aldıktan birkaç dakika sonra da haber yayılmış, Türkiye’den çok sayıda insandan “Bize umut oldun, çok sağ ol” mesajları gelmişti. Bu çok daha ilginçti benim için; bir anda yüzlerce insan mutlu olmuştu. Böyle karanlık bir dönemde minik umut ışıkları görmek, gülümsetebilmek… Sanırım daha güzel bir duygu yok benim için.

  1. Kim kime bakıyor?: Stephan Gladieu ve Kuzey Kore’de ilk kez portrelenen hayatlar

    Kariyerine savaş fotoğrafçısı olarak başlayıp sahadaki deneyimini ilerleyen yıllarda çektiği portre fotoğraflarına aktaran Fransız sanatçı Stephan Gladieu, son projesinde Kuzey Kore’nin kapalı ve homojen toplumsal dokusu içindeki çeşitlilikleri kamerasından bizlere yansıtıyor.

  2. 90’lar İngiltere’sinde kaçışın ve partileme özgürlüğünün mücadelesi: “Spiralled”

    İngiliz hükûmeti “tekrar eden beatler” eşliğinde 20’den fazla kişinin bir araya geldiği izinsiz etkinlikleri yasaklayan kanunu 1994 yılında çıkardığında Seana Gavin, underground rave sahnesine gönül vermiş bir ergendi.

  3. Korkular, şifalar ve bizi biz yapanlar: Cem Yiğit Üzümoğlu ve Metin Akdülger sohbeti

    Akdülger ve Üzümoğlu; üretimlerine, deneyimlerine, ilgi alanlarına dair içten bir sohbete koyuldu.

  4. A’dan Z’ye: Şehir ve müzik

    A’dan Z’ye serimizde bu kez önümüze dünya atlasını açıyoruz.

  5. Yıkım kuyusuna dalmadan: TOBACCO

    “Butthole Surfers olsa ne yapardı?” değil, “Cyndi Lauper olsa ne yapardı?”

  6. Laraaji’nin “Moon Piano”sunun loş ışığında: Son 40 yıldan, geceye adanmış bazı müzikler

    Geceyi mesele edinmiş ya da geceye eşlik etmek amacıyla üretilmiş tematik albümlere bir yenisi daha eklendi.

  7. 30 yılın ardından yeniden dalgalanan ilham denizi: Café Türk

    İsviçre’de ikâmet eden Metin Demiral, 80’lerde liderliğini üstlendiği Café Türk ile new wave’den psikedeliye ve çok ötesine uzanan geniş yelpazede kafasına esen müziği yapmış, kendi imkânlarıyla iki albüm yayımlamış. Zel Zele Records’ın yayımlayacağı toplamayla Café Türk kayıtları yeniden gün yüzüne çıkıyor.

  8. Berlin sokaklarında bir su perisi: “Undine” ve Christian Petzold’un tüm hayaletleri

    Farklı janrları kendi üslubuyla yorumlamayı, türlerin kodlarını değiştirmeyi pek seven Alman sinemacının büyülü gerçekçi olarak betimlenebilecek son işi “Undine”, 39. İstanbul Film Festivali’nin ekim ayı seçkisinde yer almasının ardından 27 Kasım’da vizyona geliyor.

  9. “Kendi jenerasyonumun yaşadıkları”: Azra Deniz Okyay, “Hayaletler”i anlatıyor

    “Her gün yeni bir kaosun yaşandığı ülkemde kendi jenerasyonumun yaşadıklarıydı projeyi şekillendiren.”

  10. “Cinsellik hakkında konuşmamak, kendin hakkında da konuşmamaktır”: Metin Akdemir’in Hayalindeki Sahneler

    “Yeşilçam filmlerine olan aşkım hep devam etti. Belgeseldeki üç film de başrollerinde kadınların olduğu ve kadınların hikâyeleri etrafında dönen filmler. Üçünün ortak özelliği ise iki kadın karakterin bir aşamada erkeği kenara iterek bireysel ya da beraber hayatlarına onsuz devam etmeleri.”

  11. Hayat ve ölüm üzerine kendi mitinin peşine düşen bir anlatı: “Maddenin Halleri”

    “Toplumun her kesiminden insanın girip çıktığı, pek çok insanın bir arada olduğu bu yer, bir ülke metaforuna dönüşebiliyor.” -Deniz Tortum

  12. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktörler Aylin Güngö[email protected] Sadi