Duygudurum: Beth Gibbons - Lives Outgrown
Yazı: Utkan Çınar
Beth Gibbons’ı en son Kendrick Lamar’ın muhteşem “Mother I Sober’ında “keşke başka biri olsaydım/ kendim dışında herhangi biri” kuplesini olabilecek en karamsar, en Gibbons-vari şekilde okurken bulmuştuk. 2008’deki son Portishead albümü Third’den sonraki 15 yıl içinde, Polonya Devlet Radyo Senfoni Orkestrası’yla kotardığı Henry Górecki yorumunu saymazsak, ilk defa bu kadar popüler bir işte duyuyorduk sesini. 1990’larda Portishead’in kasvetli vokali olarak tanıştığımız Beth Gibbons; çok az ürün verse de bunların her birinin hakkını veren bir müzisyen oldu hep. 60’ına merdiven dayadığı şu günlerde yayımladığı ilk solosu Lives Outgrown da bir istisna değil.
Zamanında bir Portishead hayranı mıydım? Hayır. Daha çok “cool” arkadaşlar Portishead seviyordu. Ben daha Green Day çalınca heyecanlanan bir aşamadaydım. Hoş kendimi de o kadar gömmeyeyim; Massive Attack de daha maceralı, ilgi çekici geliyordu. Aslında tam ergenlik işte; daha ne istersin ki full damar trip hop. O kadar yıldır evet bilirim şarkılarını ama o dönemki iki albümleri Dummy veya Portishead’i ya da canlı kayıt Roseland NYC Live’ı baştan sona dinlemişliğim yoktur. Belki de Beth Gibbons’ın, Holly Hunter ve Jodie Foster’da da bulunan aksanla söyleme stilinden. Gelgelelim 2007’deki adıyla müsemma üçüncü albüm Third, gözümdeki saygınlıklarını epey artırmıştı. Soundlarını, ufuklarını genişleten grup krautrock’a göz kırptığı hareketli albümle beni kazanmıştı. Kısaca bu yazıyı bir hayran olarak değil şüpheci bir dinleyici olarak yazıyorum. Bilmenizi isterim.
Önceden söylemek lazım. Albümün yıldızı Talk Talk’tan tanıdığımız davulcu Lee Harris. Albüm boyunca ritimler melodilerin bir parçası gibi homojen bir yapıda konuşuyor bizle. Gibbons’ın Talk Talk ile bağlantısı da yeni bir durum değil. Portishead-dışı işlerinden şu âna kadarki en bilineni de bir başka Talk Talk üyesi olan Paul Webb ile kotardığı 2002 çıkışlı Out of Season’dı. Albümde Webb’in Rustin Man mahlasıyla yer aldığını hatırlatalım. Bu da güzel bir tesadüf benim için. Zira son bir yıldaki müzik dinleme çeteleme baktığımda en çok dinlediğim şarkı Talk Talk’un “Living in Another World”ü olmalı. Gibbons’la ruhani bir yakınlığa sahip olduğunu düşündüğüm Mark Hollis’i de saygıyla analım burada.
Prodüksiyonda ise Simian Mobile Disco ve The Last Shadow Puppets üyesi olmasının yanı sıra Arctic Monkeys, Blur, Depeche Mode ve son Pet Shop Boys albümü gibi İngiltere kaynaklı müziğin popüler işlerine imza atmış James Ford var. Enteresan bir seçim; albüme de çok belirgin bir dokunuşu olduğunu da düşünmedim. Ama bu da aynen bir hakemin iyiliğinin maçta adının az duyulması olması gibi olumlu bir olgu olabilir.
Açılış şarkısı “Tell Me Who You Are Today” için Judee Sill veya Smoke Fairies referansı verebiliriz. Hafif blues, hafif eski ekol Britanya folku, hafif psikedeli. Third’deki harika parça “The Rip”i biraz hatırlatıyor arpejler. Ritimlerin göze çarptığı; sonrasında giren yaylılar hafiften Jonny Greenwood aranjmanları gibi. Güzel başlangıç. Böyle gidecekse tamamdır.
Albümden çıkan teklilerden “Floating on a Moment”ta sanki bir grunge şarkısı gibi başlıyor akustik gitarlar. Gibbons’ın vokali çok oturaklı. Yılların tecrübesini burada duyuyoruz. Söz ve nakarat bölümleri birbirinden sertçe ayrılıyor. Çocuk korosu kullanımı ise genelde beni irkilten bir durumdur. Burada da çok memnun olduğumu söyleyemeyeceğim, ama ne yaparsınız. “Burden of Life” sağlam bir arabesk. Leonard Cohen-vari hatta. Sofistike yaylılar etlendiriyor. Adını hak ediyor.
“Lost Changes” çok güzel akor geçişlerine sahip. Ama bunlar farklı farklı kümelenmiş. Üç farklı şarkı fikri bir araya gelmiş gibi heterojen bir yapıda. Biraz Roger Waters gibi seslenen vokaller. “Rewind”a en yakın referans Kuzey Afrika soundları olmalı. Elektro gitarların duyulduğu şarkı melodileriyle Gibbons’ın vokallerini az da olsa eziyor. Yine de harika bir enerjisi var. Çıkış bölümdeki akustik gitarlar da nefis. Zaten şarkılar büyük ihtimalle akustik gitar üzerinden budaklanmış. Bu gitar partisyonları her zaman en çarpıcı melodilere sahip anlar oluyor.
“Reaching Out” en çok elektronik müziğe yakın havalara sahip iş. Albümün en dinamik şarkısı yine Harris‘in davullarıyla enerjisini buluyor. Hatta düşünüyorum elektro gitarlarla bir versiyonu olsa metal tadı veren gayet güzel bir şarkıya da dönüşebilirmiş. “Oceans”ta Gibbons’ın şarkı söyleme şekli hafif bir değişime uğruyor. Bir tık daha kalın sanki, farklı. Kuşakdaşı Kate Bush veya daha yenice isimlerden Anna Calvi’ye yakın bir vokal üslubu. Şarkının basit bir yapısı var. Güçlü yaylılar gerilimi yaratıyor. Radiohead ve “Street Spirit”i hatırlatıyor. Genelde Radiohead referansı tüm albümde var. Davulcular beraber çaldı. Thom Yorke’la Gibbons da ortak bir çalışma yapsa ne olur, kim bilir. Şaka bir yana X kuşağının bu iki üyesi bizi zorla abislere baktırmaktan hiç vazgeçmediler kariyerleri boyunca.
“For Sale” pek sevdiğim Steve Gunn-vari sakin bir gitar numarası gibi başlıyor ardından da albümün en “yüksek” şarkısı olarak devam ediyor. Oda orkestrası kıvamında yaylılar, duble vokallerle en dışa dönük numara. Basit yapıdaki “Beyond the Sun” pişmanlık üzerine bir ninni gibi sözleri, Harris’in vurgusunu sakınmadığı motorik ritimleriyle albümün gizli cevherlerinden. Albümün kapanışını yapan “Whispering Love”, Beth Gibbons külliyatının en güzel şarkılarından bir olsa gerek. Kuş cıvıltıları, parlak arpejler, flüt, o tekinsiz yaylı loop’u… Hatta belki vokalsiz anları da daha çok uzatılabilirmiş gibi. Zaten albüm boyunca vokalin olmadığı anların daha uzun bırakılabileceğini, şarkıların daha uzun olabileceklerini de düşündüm hep.
Çok sevdiğim abim Townes Van Zandt’in, yine çok sevdiğim bir lafı vardır: “Ben hüzünlü değil umutsuz şarkılar yapıyorum diye.” Varoluşun melankolisi. Bu albümün de ölüme, yok oluşa, çürümeye yönelik umutsuz bir yüzleşme koleksiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Ama melodilerin pozitif bir enerjisi de var. Sulu gözlü bir arabesk değil bahsettiğimiz. Ayrıca Gibbons’ın bu kadar uzun aralarla müzik yayımlaması da bir ders olmalı. 90’lardan beri müzik yapan birçok müzisyenin üç-dört senede bir albüm yayınlayıp manalı ve “genç” kalabilme çabaları çok fazla çöp yığını biriktiriyor kapılarında. Beth Gibbons’ın sabrı ona kariyerinin görece en iyi çalışmalarından birini yayımlamasını sağladı 60’ına demir atmışken. Şimdi şu gözle benim için Portishead külliyatını tekrardan döndürmenin zamanı herhalde artık.