Duygudurum: Lime Garden - One More Thing

Yazı: Elif Öz

Takipçilerinin tek bir linkle katılabileceği kocaman bir chat grubundalar ve yaptıkları türe “wonky pop” adını uygun görüyorlar; ilk albümleri henüz birkaç gün önce yayımlanmış olsa da çoktan IDLES, Yard Act ve Bombay Bicycle Club gibilerinin ön grubu olarak çaldılar. Samimiyet ve profesyonelliği 20’lerinin başlarında bu kadar iyi dengelemeyi nasıl başardılar biz de bilmiyoruz ama Lime Garden üyelerinden bahsediyoruz. 

Brighton çıkışlı dört kişilik grubun ilk uzunçalarını – Ne dinlesek?’lerde de açık ettiğimiz üzere- büyük bir heyecanla bekliyorduk. Özellikle İngiltere’nin hem “alternatif” hem de anaakım sahnesinde spot ışığının yeniden solo müzisyenlerden gruplara doğru kayıyor olması sizi de heyecanlandırıyorsa ve Lime Garden’ı hâlâ listelerinize eklemediyseniz diye One More Thing’in his haritasını çıkardık.

“Uzun zamandır yüksek tempolu bir şarkı yazmaya çalışıyorduk ve Annabel (Whittle) yatak odasında ‘Love Song’u yazdı.” diyor grup üyeleri albümün açılış kaydı hakkında. İkinci tekli olarak kucağımıza düşen bu parça, Lime Garden’ın dünyasına hiç tereddütsüz girmemizi kolaylaştırıyor. Hatta açılış cümlesi “İçerisinin nasıl bir yer olduğunu görmek istiyorum.”u aşk şarkısı bağlamından çıkarıp daha meta bir yerden anlarsak, açıkça albümün evrenine davet ediyor diyebiliriz. “Love Song” kendi kendine bir aşk şarkısı olmasını reddetmesine aldırış etmeyin; zira bas bas bağırıyor “Nefes aldığım, kan akıttığım sürece seni gittiğim her yere götürmek istiyorum.” diye. Bu korkusuz tarafından mıdır, basın şarkıyı güzel güzel taşımasından midir yoksa 47. saniyede girip, kaybolduğu her an kendini aratan gitarlardan mıdır bilmiyorum ama ben yayımlandığı günden beri kopamadım bu parçadan. 

Lime Garden’ın gençliğinden gelen korkusuz tarafı ve sonsuz yaratıcı fikirleri albüm boyunca açıkça hissediliyor. Akla kazınan bas yürüyüşü ve 70’ler esintili gitarlarıyla “Mother”da konumuz; yaş almakla gelen farkındalıklar, özellikle ebeveynlerimizi ilgilendirenler. Solist ve gitarist Chloe Howard annelerimizin de hayatla ilgili her sorunun cevabına sahip olmadığının, onların da yaşadıkça öğrendiklerinin ağır farkındalığıyla yazmış bu parçayı. Nakaratta dopdolu bir nefesle “Nasıl isterdim incinmişken söylediklerimi geri alabilmeyi” dediği anda hem Howard’ın samimiyetinden emin olmanın hem de şarkıyı başa sarmanın önüne geçemiyoruz. 

Hemen sonrasında duygusallığı bir kenara bırakıp, rotayı popüler konulara çeviriyoruz. Geçtiğimiz senelerde çok kullanılmaya başlanan, ünlülerin endüstrideki bağlantıları ve ayrıcalıkları sayesinde kolayca şöhret sahibi olan çocuklarına hitap etmek için seçilen “nepo baby” ifadesi, özellikle New York Magazine’in Hollywood’daki “nepo baby” yükselişinin altını çizen kapağıyla birlikte popülerliğinin zirvesine ulaşmıştı. Bütün bunların etkisinden olacak ki Howard da kendi kendine bir hayal gücü deneyi yapıp “Nepo baby olarak doğsaydım hayatım nasıl olurdu?” sorusunu cevapladığı, eğlenceli bir beste yapmış. Bu toplum eleştirisi ve alaycı tondaki zekâyı çok sevdiğimi düşünürken, tam da bu tarzı koruyan “Pop Star”a geliyor sıra. Şarkı biraz hayattan şikayetçi, biraz iğneleyici, “İşimde çalışmak istemiyorum. Hayat akıp gidiyor ve ben bir pop yıldızıyım.” gibi sözleriyle The Strokes’un akıllıca yazılmış kinayelerini hatırlatıyor. İronik bir autotune kullanımıyla anlamı pekişen parça, 2010’ların hemen öncesinde çıkan birçok indie rock albümüne rahatlıkla yerleştirilebilir ancak şu ânın ruhuna da çok yakışıyor. 

Albümün tam ortasındaki “Pine” ile bir an affalıyoruz; depresif bulutların ne taraftan geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Gitarlarıyla kulak dolduran melodileri yazabildiklerini konusunda ilk dört şarkıda şüphe bırakmayan grup, şimdi de synthler ve reverse seslerin yoğunluğunda daha atmosferik bir sonik palet yaratıyor. “Herkes başarmak istiyor ama kimse çabalamıyor. Unutmaktan korkmuş ya da unutulmaktan.” diye açılan parçada anlatıcı, kendine karşı dürüstlüğüyle bize de ayna tutuyor. Kristalleştirdiği biraz korkak hâl ve serbest bıraktığı karanlık duygular sayesinde albümün en özel dakikalarından birkaçını veriyor bence “Pine”. “I Want To Be You” ise aslında yine, aynı anda çok kişisel ve evrensel olabilecek bir konuya değiniyor. Hayallerinizi gerçekleştirme yolunda idolize ettiğiniz biriyle takıntılı hâle gelmek tabii ki basit değil: O insana imrenmek, onu kıskanmak, tarafından arzulanmak istemek gibi bir sürü boyuttu var. Howard için 14 yaşındayken bu insan, Wolf Alice’miş. Bütün bu duygulara tercüman olurken kolayca dile dolanan şarkının yüksek enerjisinde gizlenmeye çalışan bir melankoli de hissediliyor.

Birine onun hayatınızdaki yerini anlatmanın yolları sanıyorum ki sonsuzdur. Lime Garden “Floor”da bunun için “Sen benim tavanımsın, sen benim tabanımsım. Seni en üst çekmeceme koyacağım.”demeyi tercih ediyor. Ses evreni olarak biraz daha elektronik sulara kayan şarkı, bas gitar ve vokal manipülasyonunun oyun alanı tadında. Sıra “Fears”a geldiğinde, albümün başlarındaki sarkastik tonunu bir kenara bırakıp, anksiyete tetikleyen korkularını sıralamaya başlıyor anlatıcı. Kesik kesik gitarların da bu kaygılı hâli yoğunlaştırdığı şarkının etki alanı oldukça geniş. Bahsi geçen korkulardan iki tanesini örnekleyelim: “Başarısızlık duygusundan korkuyorum. Bazı başarıların düşüncesinden korkuyorum.” Lime Garden’ın albümlerini karşılayabilmek için başka işlerde çalışan ve indie rock sahnesinde bir isim yaratmaya uğraşan bir grup olduğunu düşününce, bütün bu korkuların nereden geldiğini anlamak güç değil. Bir an hepsini unutacak olursak; sadece kendini bulmaya çalışan, 20’lerinde biri olmak bile bu korkulara sahip olmak için yeter de artar zaten. 

Hemen arkasındaki “It”, canımızı daha çok yakmaya geliyor. Yalnızlık, yenilmişlik ve anlam arayışına dair endişeler; kendi içinde de düşünceli olduğunu hissettiren, yükselmesini yavaş yavaş kuran bu şarkıda birleşiyor. Dürüstlük seviyesinden devam edecek olursak şunu da ekleyelim: Howard’ın vokallerinin belki en berrak hâlinde duyduğumuz parçayı dinlerken, gözlerimiz biraz ıslanıyor. Albümün kapanışına geldiğimizde anlıyoruz ki son üç şarkıda kademe kademe sadeleşip, dış katmanları birer birer çıkarıp, çekirdeğe geliyormuşuz. Yalnızca vokal, gitar ve seyrekçe serpiştirilmiş piyanodan ibaret “Looking”de az önceki gözyaşlarımız çoğalıyor; parçanın narinliği ve çıplaklığından etkilenmemek mümkün değil. Belki de şıkça en sona yerleştirilmiş bu kayıttaki kırılganlığa ulaşmak için önceki şarkılarda enerjinin atılması gerekiyordu. Bu yumuşak aşk şarkısı için Lime Garden’a müteşekkiriz. 

Korkularını, pişmanlıklarını, hayallerini zeitgeist’ın bu denli içinden temalarla ve indie sahnesini iyi anlamış bestelerle birleştirmek kolay iş değil: Lime Garden’ın gençliğinin, grup üyelerinin enstrümanlarına olan hakimiyetlerinin ve ilham aldıkları sanatçıların yelpazesinin genişliğinin meyvesi olan One More Thing, tam da bunu çok iyi başarıyor. Sonik dünyasının ne kadar zengin olabileceğini ilk albümüyle kanıtlayan grup, sanki daha uzun süre etrafta olacakmış gibi. Indie sleaze’in geri dönüşüyle herkes tekrar Dr. Martens botlarına ve çizgili tişörtlerine koşacaksa, arkada kimin çalacağını biliyoruz.