Efsanevi belgeselci Albert Maysles'ın ardından...
Grey Gardens, The Beatles: The First U.S. Visit, Salesman, Gimme Shelter gibi belgeselleriyle tanınan Albert Maysles, 5 Mart günü 88 yaşında hayatını kaybetti. Efsanevi belgeselciyi, Bant Mag. editörlerinden Doruk Yurdesin’in Mart 2010’da yayınlanan Babylon dergisinde yer alan yazısıyla anıyoruz.
Orson Welles, Beatles, Marlon Brando, Truman Capote, Rolling Stones, Vladimir Horowitz, Christo… Hepsinin ortak noktası, hayatlarının bir döneminde kendilerini Albert Maysles’ın 55 yıldır sırtında gezdirdiği film kamerasına teslim etmiş olmaları.
Yazı: Doruk Yurdesin
“Bana artık elinizde kamerayla insanlarla yakınlık kurmanın mümkün olmadığını, artık insanların kameranın fazla farkında olduklarını ve kameradan fazla çekindiklerini söylediler. Buna katılmıyorum. Benim deneyimime göre bu, insanların hayatına girmeye çalışanın kim olduğuna ve onlara nasıl yaklaştığına, nasıl baktığına nasıl bağlıdır. Eğer benim gibi empati kurarlarsa, onları hissederlerse, onları gerçekten oldukları gibi tanıtmak isterlerse, insanlar buna bayılır. Ve hep de bayılacaklar. Bu değişmez” diye anlatıyor Albert Maysles, 1964’te kardeşi David’le (1931-1987) beraber çektiği ve 2004’te The Beatles: First US Visit adıyla DVD formatında tekrar yayınlanan belgeselinin kamera arkası söyleşisinde. “Hattâ diyebilirim ki, filme ne zaman baksam bir tane daha yapmak için ilham alıyorum” diye de ekliyor. Nitekim bugün 83 yaşında ve film yönetmeni olarak geçirdiği 50 yılını anlattığı bir belgeselin yanısıra, dünyanın çeşitli yerlerindeki tren yolculuklarında gerçekleşen hikâyeleri çektiği In Transit ve 1913’te Avrupa’da gerçekleşmiş son töre cinayetini anlattığı Scapegoat on Trial üzerinde çalışıyor.
Albert Maysles’ın kamerayla ilişkisi 10 yaşındayken babasının 35 cente aldığı Univex kamerayla başlar. 1955 yılında Boston Üniversitesi’nde psikoloji yüksek lisansını bitirip orada üç sene ders verdikten sonra 16mm’lik kamerasıyla Sovyetler Birliği’ne gider ve hastanelerde yatan akıl hastalarını çekerek profesyonel anlamda olmasa da ilk filmini yapar. Ardından kardeşiyle beraber Münih’ten Moskova’ya bir motosiklet üzerinde yolculuk ederken Polonyalı öğrencilerin ayaklanmalarını çekerler ve ilk ortak çalışmalarına imza atarlar. Birlikte yaptıkları el kamerası ve senkronize ses sistemi sayesinde, her an her yerde olup hikâyenin kendi kendisini anlatmasını sağladıkları öncü bir yöntem geliştirirler. Bu teknoloji, hakikate bağlılık ve görüntüledikleri insan nesnesine saygıyla birleşince, beklenmedik sonuçlar alırlar. “Gözünüzü açık tutun, gerisi kendiliğinden gelecektir” demesi de bu yüzden zaten.
Maysles, başarısının gözünü açık tutmak kadar şansa da bağlı olduğunu söyleyecek kadar alçakgönüllü, ama herhangi bir kış sabahı bir telefon alıp birkaç saat içinde tarihî bir olayı filme almak gibi bir talihin her yönetmenin kapısını çalamayacağını da kabul etmek gerek. O sabah, yani 7 Şubat 1964’te, İngiltere’deki Granada TV’den Beatles’ın henüz yeni tanındığı ABD topraklarına ilk kez gelişini çekmeleri ve grupla iki hafta boyunca yolculuk etmeleri istenince Maysles telefonu eliyle örtüp kardeşine “Beatles kim, o kadar iyiler mi?” diye sorar. Şansına, kardeşi David olaydan haberdardır ve telefona gelip anlaşmayı yapar. Hemen toparlanıp ve havaalanına giderler; kaç kişinin geleceği belirsiz olan havaalanında toplanan 5 bin kişinin coşkusu eşliğinde, bugün Beatlemania denince en çok gösterilen görüntüleri çıkartırlar ortaya.
Şans, Maysles kardeşlerin en önemli filmlerinde de söz konusu. Rolling Stones’un 1969 ABD turnesini belgeledikleri Gimme Shelter da, sinematograf bir arkadaşlarından aldıkları telefonla başlar. Mick Jagger başlangıçta rol yapmak zorunda kalacağını zannettiği için rahatsız olur ama Albert Maysles’ın tarzını anlayınca rahatlar. Üstelik, turnenin bitimine eklenen Altamont konserinde Stones’un özel güvenlik gibi kullandığı Hell’s Angels çetesinin bir üyesi 18 yaşında bir kızı bıçaklar ve bu olay gerilimi tırmandırarak bitirir filmi.
Kardeşlerin 1976’da çektikleri Grey Gardens’ın başlangıcı ise, Jackie (Kennedy) Onasis’in kız kardeşi Lee Radziwill’in kendi çocukluğu hakkında bir film çektirmek istemesidir. Çekimler sırasında bir gün Radziwill, kuzeninden bir telefon alır; kızıyla yaşayan kuzeninin başı sağlık kuruluyla derttedir. Radziwill’le beraber eve giden Maysles kardeşlerin ilgisi çok geçmeden, epey zengin bir muhitte geçmişin ihtişamının yıkıntıları arasında inzivada yaşayan bu anne-kıza kayar ve daha sonraları bir müzikal ve altı Emmy ödüllü bir televizyon filmine ilham olacak bir belgesel böylece çekilir.
Albert Maysles, 21’i kardeşiyle birlikte olmak üzere 40’a yakın film yapmış. Bunun yanında Maysles kardeşlerin, Uluslararası Belgesel Film Derneği’nin gelmiş geçmiş en iyi 25 belgesel listesine girmiş üç filmi var. Listede Gimme Shelter ve Grey Gardens’dan sonraki üçüncü film, 1968’de çektikleri, kapı kapı dolaşıp İncil satan bir adamın hikâyesini anlattıkları ve bugün bir “dolaysız sinema” klasiği sayılan Salesman.
Gerçeklere duyduğu tutku ve bunları çekme çabası yüzünden bazıları tarafından “Reality TV”nin öncüsü olmakla ya da sömürücü dikizcilik yapmakla suçlansa da, kendisi buna gülüp geçiyor. “Eğer nesnemi utandıracak bir şey olursa kameramı kapatırım. Onlara saygıyı bu şekilde gösteriyorum” diyor. Şimdiye kadar filmlerinde konu ettiği insanların, Salesman’deki nesnesi Paul Brennan da dâhil olmak üzere hepsiyle uzun süren arkadaşlıklar geliştirmiş, bir tanesi bile kullanıldıklarından şikâyet etmemiş.
Jean-Luc Godard’ın bir zamanlar “en iyi Amerikalı kameraman” dediği Maysles, bugün filmlerinin dışında Shooting People adlı, 35 bin üyeli bir bağımsız film yapımcıları ağının yöneticilerinden. Bunun dışında bir de, 2005’te New York’ta kurduğu, kardeşiyle beraber yerleştirdikleri prensiplere uygun olarak “ilgimizi sadece hak eden değil, aynı zamanda buna ihtiyaç duyan” sıradan insanların filme çekilmiş hikâyelerinin gösterildiği Maysles Cinema’yla, imkânı olmayan sinema meraklılarının eğitim görüp staj yaptıkları, kâr amacı gütmeyen Maysles Institute’un başında, hakikate olan sevgisini insanlarla paylaşıyor: “Bir belgeselci olarak, yazgımı ve imanımı hakikate bırakmaktan mutluyum. Hakikat beni koruyor, bana hepsi de gerçekliğin gücü ve keşfin macerasıyla donanmış nesnelerimi, konularımı ve deneyimlerimi sağlıyor… Nihayetinde gerçek dünyayı bilmek, birbirimizi daha iyi anlamamız ve sevebilmemiz için tam da ihtiyacımız olan şey. Bu benim dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme yöntemim.”