Efsanevi görüntü yönetmeni Robby Müller yaşama veda etti

Jim Jarmusch, Wim Wenders, Lars von Trier ve Michelangelo Antonioni gibi sayısız ismin sinema yolculuğuna ortak olup, özgün ve yenilikçi tavrıyla bir efsaneye dönüşen Hollandalı görüntü yönetmeni Robby Müller, 78 yaşında hayata veda etti.

Yazı: Nazlı Dönmez

İlk defa 1986 yılında, Tom Waits ve Ellen Barkin’in başrollerinde yer aldığı Down by Law için bir araya geldiği Jim Jarmusch, yıllar önce verdiği bir röportajda doğal ışığı ve renkleri kullanmadaki ustalığıyla tanınan Müller’in yanlış yüzyılda doğduğunu düşündüğünden bahsetmiş, onu sıradan şeylerdeki güzelliği ortaya çıkarmadaki becerisi ve detaylara olan dikkatiyle tanınan ressam Vermeer’e benzetmişti. Daha sonrasında Mystery Train (1989), Dead Man (1995), Ghost Dog (1999) ve Coffee and Cigarettes (2003) için de Müller’le birlikte çalışan Jarmusch, ölüm haberini almasının ardından yaptığı açıklamada Müller olmasaydı film çekmeye dair hiçbir şey öğrenemeyeceğini, kendisini yakın bir dost, ağabey ve öğretmen gibi gördüğünü ifade etti.

Şüphesiz ki Müller’in mesafeli, gözlemci bir tavırla ince ince işlediği estetik, tıpkı Jarmusch gibi, sinemanın şimdiki ağır toplarının gençlik yıllarına yön vermiş, hayallerinin, düşüncelerinin soluk almasına, gerçekleşmesine olanak sağlamıştı. Müller’in yıldız statüsüne çıkmasına önayak olduğu isimlerden biri de Lars Von Trier’di. Kendisine de sayısız adaylık kazandıran 1996 yapımı Breaking The Waves ve popüler kültür dahilinde Björk’ü depresyona sokan film olarak da anılan 2000 yapımı Dancer in the Dark, Müller’in farklı atmosfer ve ruh hallerini anlatmak için şekil ve tavır değiştirmeye dair cesur tutumunun da gözlemlenebileceği işlerdi. Dijital görüntü yönetmenliğinin öncülüğünü yapan Müller, Dancer in the Dark için çekilen performans sahnelerinde tam 100 farklı dijital kamera kullanmıştı.

Müller’in en uzun soluklu işbirlikçisi, üniversite yıllarından sonra taşındığı Almanya’da tanıştığı Wim Wenders idi. 1969 yılında çektikleri kısa film Alabama (2000 Light Years) ile başlayan dostlukları, Wenders’ın ilk uzun metrajı olan Summer in the City (1970) ile pekişti ve birlikte aralarında Palme d’Or ödüllü Paris, Texas (1984) ve Oscar adaylığı bulunan Buena Vista Social Club‘ın (1999) da bulunduğu bir düzine filme imza attılar.

Wenders ve Müller, 50 yılı deviren kariyerleri boyunca birbirlerini yıldızlaştırmaya devam etti. Curaçao’da doğup, 13 yaşına kadar Endonezya’da yaşayan Müller’in yabancılığı ve çocuk yaştan itibaren edindiği deneyimler etrafında şekillenen estetiği, Alman bir yönetmen olarak Wenders’ın ilgisini çeken Amerikan hayatının tasvirine yeni bir soluk ve bakış açısı getirmişti. Müller’in bakış açısı ve yeniliğe olan açıklığı zaman içerisinde hem Peter Bogdanovich gibi Amerikalı yönetmenlerin hem de Alex Cox, William Friedkin gibi diğer yabancı isimlerin de ilgisini çekti ve Müller’i endüstrinin en saygıdeğer simalarından biri haline getirecek diğer işlerine de vesile oldu.

Arkasında Andrea isimli bir eş, Jim isminde bir oğul bırakan Müller’i tüm bu isimler için çalışmaya değer hatta vazgeçilmez kılan, şüphesiz ki Jarmusch’un da gözlemlediği gibi sıradan gibi gözüken şeylerde yakaladığı tazelik ve güzellik, görsel bir şiir gibi işlediği detaylara verdiği önem ve anlattığı hikâyelere hayat verebilme becerisinin niteliğiydi.

Belki de yüz binlerce insanın sinema arşivinin demirbaşlarında imzası bulunan Müller’in ve içgörüleriyle öne çıkan işlerinin asla unutulmaması dileğiyle.