En çok neyi özlediler?: Beril Ateş ve Caner Eler’in çilingir sofrası muhabbeti

İllüstratör ve grafik tasarımcı Beril Ateş, fiziksel mesafelenmenin yaşamın bir zorunluluğu hâline geldiği bu dönemde mesafe tanımayan duygulara, özlem duyulanlara yoğunlaştı ve yeni bir şişe tasarladı. Konduğu masayı güzelleştiren bu şişe, dostlarla kurulan, müzikli, muhabbetli, zamansız ve mekânsız rakı sofralarının değerinin ve bu sofralara duyulan özlemin renkli bir ifadesi.

Beril Ateş’in şişeyi tasarlama sürecinde çevresine yönelttiği “En çok neyi özledin?” sorusundan yola çıktık ve onu Caner Eler’le meyhaneler kapıları kapatmadan hemen önce bir çilingir sofrasında bir araya getirdik. Acaba en çok neleri özlemişlerdi?

2006’dan beri spor medyasında farklı platformlarda yer alan Caner Eler, Socrates’in genel yayın yönetmenliğinin yanı sıra çeşitli branşlarda yorumculuk yapıyor. Nefis bir müzik zevkine sahip olduğunu da geçtiğimiz yıl konuk olduğu Beni Bu Şarkılar Mahvetti sohbetimizde öğrenmiştik. Beril Ateş ve Caner Eler’in farklı zamanlara ve farklı özlemlere sıçrayan sohbetine buyurun.

Caner Eler: Sonunda başardık.
Beril Ateş: Evet, sonunda buluştuk. Uzun bir aradan sonra.

Caner Eler: Senin defterlerini merak ediyorum. Hep Instagram’da da görüyordum. Hep çift sayfalar. Hep bir ânı, bir günü mü yapıyorsun?
Beril Ateş: Aynen. Tuttuğum bir sürü defter var, günlük gibi. Aslında bir nevi arşiv gibi. Her gittiğim sofrayı, seyahati çiziyorum o anda.

Caner Eler: Bakayım mı? Ellerim dezenfekte.
Beril Ateş: Tabii ki. Bugün de bizim soframızı çizeceğim. Çok unutuyoruz ya yaşadığımız günü: Ne muhabbet etmiştik? Ne yapmıştık? Dönüp baktığım zaman hakikaten keyifli geliyor.

Caner Eler: Dergide çalıştığımız illüstrasyon sanatçılarının her birinin farklı bir tarzı var. Sen nasıl oluşturuyorsun o tarzı? “Tarz oluşturmak” diye bir şey var değil mi?
Beril Ateş: Var, evet.

Caner Eler: İsim, imza görmesen de bir işi kimin çizdiğini anlayabilirsin. Bunu merak ediyorum.
Beril Ateş: O işte çize çize oluyor. Şöyle söyleyeyim, ben çocukluğumdan beri çiziyorum zaten. Hakikaten kayıtlı, iki yaşında başlamışım. Duvar çizimlerimle evin duvarlarını mahvederek. O günden beri de her gün neredeyse çiziyorum. Tarz çizdikçe oluşan bir şey. Önce pratik için çok fazla skeç yapıyorsun. Her gördüğün şeyi çiziyorsun. Sonra bir bakmışsın, zamanla kendi tarzın oluşmuş. Ben tamamen zamanla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Caner Eler: Mesela ben görmesen ismini, yine de anlarım. O kadar aşina olduk ki.
Beril Ateş: Olabilir. Bir renk skalası belirliyorsun, kendine bir çizgi tarzı belirliyorsun. Öyle gidiyor. Bence herkesin bir renk skalası da var.

Caner Eler: Mesela biz de dergi olarak sayfaya bir şey basacaksak belirli renklere yöneliyoruz. Örneğin posterler için sevdiğimiz bir renk dokusu var. Ondan çok çıkamıyoruz.
Beril Ateş: Kurumsalınızın çok güzel bir renk skalası var gerçekten. O morlarınız, turuncularınız, yeşilleriniz. Yan yana koyduğunda uyumlu gidiyorlar.

Caner Eler: Süper!
Beril Ateş: Şahane canım. Zaten size büyük saygı duyuyoruz. Derginin kalitesi, sayfa kaliteniz. Gerçekten çok beğeniyorum ben. Zaten içerideki sanatçılara bu kadar destek olma çizginize de hayranım.

Caner Eler: Yani onu en güzellerinden ve zaten öncülerinden biri şu anda bizi buluşturan mecra olan Bant Mag. herhâlde. Ama onu farklı bir janra, farklı bir içeriğe taşımak da güzel oluyor. Çeşitlilik yaratmak da güzel aslında. Bazı çalıştığımız illüstrasyon sanatçıları için benzer şeyleri yapmaktan çıkmak anlamına da geliyor aslında.
Beril Ateş: Farklı mecralar anlamında mı?

Caner Eler: Mecra da değil aslında. Sanat-kültür üzerine iş yapıyorsan spor ya da başka bir alan için üretmek ufuk açar mı?
Beril Ateş: Açar tabii, açmaz olur mu? Ben mesela aldığım projelerde ne kadar çeşitlilik varsa o kadar mutlu oluyorum. Çünkü aslında sanatçı da biraz kendini zorlamış oluyor. Yani hem okuduğun şeyi öğreniyorsun hem de okuyup çıkarttığın sonuçtan bir illüstrasyon çıkarman gerekiyor. Dolayısıyla insanı, sanatçıyı çok geliştiren bir şey.

Caner Eler: Yaratıcılık da zor ya.
Beril Ateş: Zor ya.

Caner Eler: Şundan dolayı zor. Yaratıcılık sonuçta olmayan bir şeyi baştan üretmek, var etmek, demek.
Beril Ateş: Evet.

Caner Eler: Bu birçok alanda var. Bir sporu icra edenlerde, sporcularda da var yaratıcılık dediğimiz şey. Olmayan bir hareketi yapıyor o anda, çok emprovize, doğaçlama üretiyor. Sen mesela düşünmüyorsun diyelim, o anda başka bir kanaldasın zihin olarak. O anda da geliyor mu yaratıcılık? Hani vardır ya…
Beril Ateş: Geliyor. Esas o zaman geliyor. Hiçbir şey düşünmediğim zaman daha fazla çizim yapıyorum. Yani şöyle söyleyeyim, bir konu üzerine çiziyorsam tabii ki onun skeçlerini yapıp, ona göre bir taslak oluşturup, planlı çiziyorum. Ama benim çizim tarzım daha ziyade öylesine başına oturdukça, mesela şu an burada, çizmeye başladıkça farklı bir şeylere evriliyor ve dönüşüyor. Çünkü düşünmezken akan bir şey aslında o yaratıcılık anındaki olay.

Caner Eler: Klişedir ya hani. “Nasıl başladın?” diye sormak. Ben aslında seni biraz biliyorum ama yalnızca okuduklarımdan. Mesela aileden var mıydı? Evdeki ortam çok etkiler ya insanı bir şeye yönelmeye…
Beril Ateş: Benim anne baba doktor ama niye bilmiyorum, genellikle doktorlarda cerrahlarda sanata ilgi kesinlikle oluyor. Çünkü mesela babam çok iyi fotoğraf çeker. Fotoğraf çekmek için safariye falan gider. Alakasız yerlere giderek çocuk fotoğrafları koleksiyonu, serisi yapıyor şimdi. Çok iyi karakalem de çizer. Annem de çok iyi porselen boyar.

Caner Eler: Peki New York’ta ne kadar kaldın?
Beril Ateş: New York’ta bir sene kaldım. Okuduktan sonra ülke göreyim, biraz sanatın içine gireyim, New York bunun için iyi bir nokta, biraz eğitim alayım, çıraklık yapayım, mantığıyla gittim. Orada da Parsons School of Design’da printing dersleri aldım. Çeşitli müzelerden yine printing ve ipek boyama derslerinin yanı sıra; o zamanlar çok ilgili olduğum İran kültürü, Osmanlı kültürü üzerine eğitimler aldım. Bu eğitimleri alıp bir seneye yakın yaşadım ve döndüm.

Caner Eler: Nasıldı? Şehir deneyimi olarak.
Beril Ateş: Şehir deneyimi olarak çok güzeldi. İlk biraz daha önce gitmiştim aslında. Ama uzun süreli gittiğim zaman başta biraz daralsam da yaşamaya alıştıkça, evim, düzenim oturdukça acayip sevdim. Bayılıyorum. Yaşamak farklı.

Caner Eler: Bir ay ya da bir hafta kalacağını bilmek ile çok şey değişiyor. Psikoloji, yalnız hissetmek, bazı şeylerin eksikliğini hissetmek mevzusu çok daha zordu ilk başta sanırım. Gittiğin yerde ne bıraktığına da bağlı.
Beril Ateş: Evet onunla da çok alakalı.

Caner Eler: Şimdi, aileden ilk defa mı ayrılıyorsun, sevdiğin birisi var mı? Nedir?
Beril Ateş: Annemin babamın dediğine göre ben zaten kafana göre takılıyormuşum. Seyahate falan çıktığımız zaman başımı alıp gidiyormuşum. “Seni zor tutuyorduk. Gezmeyi seviyorsun sen.” diyorlar yani. O açıdan çok sıkıntı yoktu. Ama “Orada yaşasam mı, devam etsem mi?” diye bir düşüncem vardı. O noktada dönmeyi tercih ettim mesela. Seviyorum. Maalesef Türkiye’yi hakikaten seviyorum.

Caner Eler: Bu arada genelde bir şekilde çoğu insan bir noktada dönmeye girişiyor galiba. Oluyor yani. Bana da olmuştu da.
Beril Ateş: Sen nerede yaşadın?

Caner Eler: Ben Fransa’da kalmıştım bir süre. Bir süre de İngiltere’de ama daha çok Fransa’da. Bir şeyleri özlemekten ziyade benim için orada hayatı sürdürmek zor olmuştu. Sağlıkla ilgili muhabbetlerden dolayı. Ama bir daha önüme böyle bir şans gelse ne yaparım, bilemiyorum. Şimdi burada bırakamayacağım çok şey var. Aileden bahsetmiyorum. O zaten ayrı, beraber gideriz de… Demek istediğim mesela burada çok sevdiğim bir işi yapıyorum. Onu orada yapabilmek çok mümkün olmayabilir.
Beril Ateş: Doğru. Burada zaten bir düzen oturtuyorsun. Onun verdiği keyif de ayrı bir şey. Çünkü orada tekrar bir düzen oturtmak aslında sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Ama şu anki bulunduğun konumla çok rahat, her yerde işini yapabilirsin, diye düşünüyorum.

Caner Eler: O çok zor. Mesela spikerliği ele alalım. O dilde yapmak orada uzun süre yaşasan da bence çok farklı oluyor. Esprisi farklı, dilin günlük akışı farklı. Bir şeyi anlatırken o tarz çok farklı.
Beril Ateş: Aynen tarz farklı ya. Ben biraz onun insanıyım.

Caner Eler: Mesela sen yapabilirsin.
Beril Ateş: Tabii ki yaparım. Ama ben zaten bizden şeyleri çizmeyi seviyorum. Hani rakı şişelerinin hikâyesi de odur, yaptığım başka işlerin hikâyesi de odur. Muhabbeti severim, o samimiyeti severim. Hep de söylediğim şeydir; buraya dönme sebeplerimden biri, insanlara kolay gelsin, rastgelsin, afiyet olsun, demek. Bizim o dil yapımızı kullanmak. Aslında dille kendimi çok iyi ifade ettiğimi de düşünmemle alakalı. Her resimde zaten bunu ufak ufak katmaya çalışırım tipografik unsurlar, söylemlerle.

Caner Eler: Bu zaten galiba en çok yurtdışında yaşadığında özlediğin bir şey oluyor. Buradayken mesela günlük yaşam içinde seni çok yoran şeyler de oluyor. Kaldırımda yürümek beni en çok yıpratan şeylerden biridir örneğin. Yıpratan derken yanlış anlaşılmasın, dünyada bir sürü sıkıntı var da… Yani gün içinde zihnine bir yorgunluk yüklüyor. Sadece iki kişinin geçebileceği kaldırımda mutlaka o iki kişiden biri arkaya geçmekte zorlanıyor mesela. Neden onun durması lazım, gibi algılanıyor. Bu kadar basit bir şey saçma bir kavga çıkmasına kadar gidebilir.
Beril Ateş: O konuda maalesef biraz sıkıntı var.

Caner Eler: Ben uzun yıllar çift değnekle yaşadım. Yürümek için çift değnek kullanmam gerekti. Çok iyi hatırlıyorum, İskoçya’ya gitmiştim. Annemler garip karşılamıştı “Ne yapacaksın şimdi değneklerle?” diye. Ta İskoçya’ya kadar gittim, o kadar hiçbir sıkıntı çekmedim, o kadar rahattım ki. O kadar rahat yürüdüm ki ellerim nasır tuttu yürümekten. Ama burada onu yapamıyordum. Biraz da empati kurmakta zorlanılan bir yerdeyiz galiba. Ben en çok onu kafamda sorun edebiliyorum. Gerçekten o konuda ciddi sıkıntılarımız var. Neden olduğunu bilmiyorum. Bunu sosyologların ya da psikologların incelemesi lazım. Ama genel olarak kendi deneyimime dayanarak gerçekten empati yoksunluğunun çok yüksek olduğunu söylemem gerekiyor. Günlük yaşamın içinde de zaten büyük bir empati yoksunluğu var da… Bunu sen nasıl deneyimliyorsun?
Beril Ateş: Empati yoksunluğunu tabii ki deneyimliyorum. Bir sanatçı olarak da…

Caner Eler: Kadın olarak da…
Beril Ateş: Kadın olarak da tabii ki deneyimliyorum. Attığım her adımı, giyeceğim kıyafeti, her şeyi düşünmeye başladım. Eskiden kafam daha rahattı. Mesela annem babam hiç bir zaman, “Beril’cim şunu giy, şöyle yap” gibi bir uyarıda bulunmadı. Ama atölyem Perşembe Pazarı’nda. Ona göre giyiniyorum, gidiyorum. Yani muhitine göre giyinme durumu çok var. Yaptığım işlerde sağ olsunlar, çalıştığım markalardan herhangi böyle bir şey görmedim. Çok şükür ki cinsiyetçilik görmedim. Ama yine de sanat alanında çok büyük sıkıntı çekiyoruz hâlâ. Biz de hayatımızı geçindirmeye çalışıyoruz. Bak bütün dünya şu an görsel dünya ile dönüyor ve birçoklarının önemli bir yatırımı görsel dünya. Ben grafik tasarım okudum. İşim bu. Benim işim zaten sizin yaptığınız işi güzelleştirmek. Ama görsel dünya temelli bir iş yapıldığı hâlde bu işe bütçe ayırma konusunda sıkıntı oluyor. Saygı duyulmayabiliyor maalesef.

Caner Eler: Bir yandan çiziyorsun şu anda, Beril Ateş şu anda çiziyor. Ne o?
Beril Ateş: Salatamız, roka domates.

Caner Eler: Rokayı nasıl çiziyorsun? Hep merak etmişimdir berbat bir çizimim olduğu için.
Beril Ateş: Özellikle ben de kötü çiziyorum, çok hızlı çizdiğim için. Sofrada ne var ne yok, ufak ufak yazıyorum.

Caner Eler: Bu süreçte en çok özlediğim şeylerden biriydi böyle bir masaya oturmak, yemek yemek. Ben severim çünkü yemek kültürünü.
Beril Ateş: Ben de, özellikle rakı kültürünü. Uğruna sofra kurulan tek içki. Meze, muhabbet eşlikçisi. Arkadaşlarımı davet edip evde yemek yapmayı da çok severim. Yemek yapmayı zaten seviyorum. Dolayısıyla rakı sofrasına oturup muhabbet etmemiz çok vardır. Ben sanıyorum en çok onu özledim. İnsanlara sarılmayı, kalabalık sofrada oturmayı…

Caner Eler: Sarılmak…
Beril Ateş: Hakikaten kıymetli bir şeymiş insan onu anlıyor. Şimdi mıç mıç dokunamıyoruz. Bir de ben dokunmatik bir insanım. Severim yani sevdiğime gideyim, sarılayım.

Caner Eler: “Fist bump” dediğin şey mesela 80’ler hip hop kültürü ile gelen vücut dili. Şu an onun küresel selamlaşmaya dönüşmesi inanılmaz bir şey. Cosmos belgesinde zaman dilimini anlatır ya, son 2000 yıla öyle bir şey yığılıyor ki insanlık tarihinde bizim son 30 yıl çok acayip.
Beril Ateş: Hangi yığılma tam olarak?

Caner Eler: Değişim. Ben yavaşlamayı özlüyorum mesela.
Beril Ateş: Karantina o açıdan fena olmadı.

Caner Eler: Katılıyorum.
Beril Ateş: Birçok şeyi değiştirdi ama bir durup nefeslenme açısından. Tabii ki hastalığı bir kenara bırakarak söylüyorum.

Caner Eler: Çünkü hayata çok fazla verici ile muhatap oluyoruz. Bombardıman.
Beril Ateş: Bana sorarsan imge bombardımanı dediğim konu duygu ve içerik tüketimi hâline de geldi. İçeriği de çok hızlı tüketiyoruz. Senin mesela günler harcadığın bir konuya, yazıya, benim günler harcadığım bir işe “Ha” deyip, 2 saniyelik bir göz atma olarak yansıyor.

Caner Eler: Başlangıç ve bitiş noktasına bakıyoruz ama sürece hiç bakmıyoruz. Hatta başlangıca da bakmıyoruz sadece bitişe bakıyoruz, genel olarak…
Beril Ateş: Süreç açıkçası benim için daha değerli galiba. Finaldeki işten çok o süreci bilmek, bu her şeyden değerli. Emeği, son üründen daha değerli buluyorum. Çünkü son ürünü gösteren de o emek. Birazcık da okunur bir şey.

Caner Eler: Bu arada senin atölyen Perşembe Pazarı’nda ya, ben de Saint Benoît’da okuduğum için, lise hayatım Karaköy’de ve çevresinde geçti.
Beril Ateş: Nasıldı o dönemler? Merak ediyorum şimdiki hâlinden farkı neydi?

Caner Eler: Karaköy şu anki gibi kafelerin, restoranların olduğu bir yer değildi. Hırdavatçılar, makine endüstrisi dükkânları vardı. Ev ya da dükkân için malzeme aldığın bir yerdi. Amerikan pazarı vardı bir ara nargilecilerin olduğu yerde. Bulunması zor olan ithal ürünler alınabiliyordu. Sonra yavaş yavaş nargileciler açıldı, sonra kentsel dönüşüm muhabbeti, kaçta açıldı o kafeler? 2000’lerin sonuydu galiba.
Beril Ateş: O kadar takip etmedim tabii. Ben İstanbul’a 2014’te geldim.

Caner Eler: Ankara’da mıydın?
Beril Ateş: Evet.

Caner Eler: İstanbul-Ankara muhabbetini açmak lazım.
Beril Ateş: 2011’de mezun oldum, bir seneliğine New York’a gidip geldim. Sonra bir sene daha Ankara. Arada bir proje için İstanbul’a gittim geldim. Hatta İstanbul’a taşınmama sebep olan projelerden biri o Karaköy’e yaptıklarımdan biri. O kafelerin, pizzacıların açıldığı dönemde duvara bir şey uygulamak üzere geldim de kaldım.

Caner Eler: Bir anda kaldın yani.
Beril Ateş: Tabii ki planım İstanbul’a taşınmaktı zaten.

Caner Eler: Ben Ankara’ya hep iş için gittim. Çok kalamadım. Genelde de Ankaralı olmayıp uzun kalanların çok mutlu olmadığı bir yer diye biliyorum. Ankara’dan çıkanların da tam tersine çok özledikleri bir yer, öyle değil mi?
Beril Ateş: Siz burada nasıl yaşadınız diyorlar bize. Ankara’ya dışarıdan gelenler sevmiyor gerçekten. Ama Ankara bizim için elin cebinde sokağa çıkıp beş parasız takılabileceğin bir yer. Çünkü müdavimi olduğun yerlere gittiğinde, barda muhabetini edersin, onun sana bir şey ikram edeceğini bilirsin.

Caner Eler: Müdavimlik konusu çok güzelmiş.
Beril Ateş: Ankara’da çok var. Ben İstanbul’a ilk taşındığım dönemden beri o ihtiyaçtaydım.

Caner Eler: İstanbul’da çok minör, yani bir mahallede çok yaşarsan oluyor.
Beril Ateş: Evet, ben de Nişantaşı’nda yaşadığım için orada ufak ufak buldum ama zor. Bizim mesela Siyah Beyaz Galeri’miz vardır. Galerinin altı çok eski bir bardır. Cafe Bien vardır.

Caner Eler: Başka bir Ankaralıdan da duydum onu.
Beril Ateş: Sayıp bitiremeyeceğim kadar fazla yer var.

Caner Eler: Bir de ODTÜ’de okudun galiba.
Beril Ateş: ODTÜ, sonra Bilkent. Ankara’da çok dost vardır, çok güzel ilişkiler vardır. Ankara o zaten. Yapısal, şehirsel hikâyeden ziyade, ki o da var tabi arkaplanda ama daha ilişki bazlı bir şehirdir. O da orada yaşadıkça anlaşılır. Mesela ailemi geçtim, sokağı özledim. Sokağın nasıl bir sokak olduğunun hiç önemi yok. Zaten sevdiğin insanlar olmadan hiçbir şehrin manası yok ki. İstanbul’da yaşarken dostlarınla sevdiklerinle yaşıyorsun, Ankara’da yaşarken de aynı şekilde.

Caner Eler: Aslında sen Ankara’yı özlüyorsun ama…
Beril Ateş: Ankara’daki insanı, muhabbeti özlüyorum. Yoksa sokakta gezsem boş boş, tatsız, bir manası yok ki. Bir de ben bir Ankaralı olarak İstanbul’u çok seviyorum. Çok hayranıyım. Birçok İstanbullu arkadaşım nefret ediyor şehirden. Yok trafiği, insanı, kaos… Biraz bakış açısıyla da alakalı. Ben denizi çok seven bir insan olarak İstanbul’a çok hayranım. Cafcaflı bir kaotiklik ama kendi içinde de ahenkli bir hâli var. O yüzden incelemeyi, gözlemlemeyi ve yaşamayı aşırı sevdiğim bir şehir. Hâlâ doyamadım ve hâlâ nefret de etmedim. Bakış açısı… Peki sen ne yaptın karantinada, en çok neyi özledin? Anlat.

Caner Eler: Ben en çok galiba sofrada oturmayı özledim. Çok bencilce gelecek de bir de seyahat etmeyi çok özledim. Ben çok severim. Hastalığım boyunca en çok yaptığım şey oydu. Ben ilk kanser olduğumda ne çok boşa vakit geçirdiğimi fark ettim.
Beril Ateş: Çok fazla okudun o dönemde bir de.

Caner Eler: Çok okudum, bir de çok gitmeye çalıştım bir yerlere. Çift değnek, bacağımda alçı… Biniyorum uçağa manyak gibi, cebimde pasaportla geziyorum. Tabii bir yandan para kazanmaya da çalışıyorum…
Beril Ateş: O işin ayrı bir kısmı.

Caner Eler: Ama dolar kuru bu kadar fantastik kötü değildi.
Beril Ateş: Dolar 1 filandı o zaman.

Caner Eler: 1 küsurdu. Bu arada bahsettiğim yıllar 2000’ler. Bir kere Air France bacağımdan dolayı ön koltuğu almam gerektiğini söylemişti. Şu an düşünemezsin öyle ekstra bir koltuk almayı.
Beril Ateş: Sana ön koltuğu mu aldırttılar?

Caner Eler: Parasını ödetti. Eğecekler ayağımı uzatacakmışım. Uçak güvenliği açısından. Velhasıl, o hâlde bile seyahat ederdim, o hâlde bile bir yerleri görmeye, gitmeye çalışırdım. Şu an onu yapamamak tam da yürürken, protezimi takmışken, beni böyle bir ikirciklendiriyor, karıncalandırıyor. Tabii ki hayatta insanların hayatta ne dertleri var. Dert yarışması da değil hayat bir yandan. Bir de oturduk seninle, sofradayız. Kalabalık bir yerde sohbet etmek. Üç saat hayatla ilgili başka bir şey düşünmemek ve o anda ne olacak ne bitecek endişesini yaşamamak…
Beril Ateş: Dert bitmez zaten bu sofraya oturunca. Ama birkaç saatliğine o derdi unuttuğumuz için de buraya oturuyoruz.

Caner Eler: Senin başka özlediklerin neler?
Beril Ateş: Klasik olacak ama dediğim gibi sarılmayı, doya doya sarılmayı çok özledim.

Caner Eler: Temas etmek ne güzelmiş değil mi?
Beril Ateş: Bazı şeyler çok kıymetliymiş. Şimdi düşünüyorum da hiçbir zaman sevdiklerine sarılmayacaksın, hep maske takmak zorundasın gibi bir durumu hayal ettiğin zaman aslında yaşadığın her duygu her hissiyat aşırı değerli hâle geliyor. Aslında gerçek zenginliğin çok insani şeyler olduğunu anlıyorsun. O dünyaya da çok uzak değiliz bu arada da. Onun dışında da insani ve hissi tarafımın dışında da gezmeyi, yurtdışına gitmeyi inanılmaz özledim.

Caner Eler: Sen de seviyorsun değil mi seyahat etmeyi?
Beril Ateş: Çok seviyorum. Çocukluğumdan beri ailem sağ olsun bizi güzel gezdirmiş. Bizimkilerde bir de “Yavrum, Amerika hep aynı Amerika, Avrupa hep aynı Avrupa, yaşlılığınızda gezemeyeceğiniz yerleri gezin.” deyip, bizi Hindistan, Fas, Çin, Mısır gibi yerleri gezdirdi. Kendine özgü yerler. O yüzden her sene hiç olmazsa 1-2 yer görebileyim diye paramı biriktiririm ben. Bir şey almam, bir şey yapmam, oraya saklarım paramı. Orada yediğim yemeğe, içtiğim içkiye, gezdiğim müzeye harcarım ki, benim için en büyük zevk o. Bir gezmeyi özledim bir de üçüncü söyleyeceğim şey dans etmeyi çok özledim. Ben severim.

Caner Eler: Ben sadece sallanırım.
Beril Ateş: Olsun, sallanmak da güzeldir. O benim terapim gibi bir şeydir. Böyle güzel dans etmeyi falan hakikaten özledim doya doya.

Caner Eler: Rokayı da özlemişim bu arada. Sen de hemen çizime dön. Ne güzel bir renk o!
Beril Ateş: Yavruağzı gibi.

Caner Eler: Bir şey soracağım. Sonuçta şu an önünde kâğıda çiziyorsun. Dijital ekipman da kullanıyor musun? Yoksa hâlâ analog mu?
Beril Ateş: Her şeyi elde çizip ondan sonra bilgisayara atıyorum.

Caner Eler: Peki sonra şişeye nasıl geçtin? Şişe enteresan bir şey. Ya da şişe işi nasıl oluştu?
Beril Ateş: Ben zaten rakı içmeyi çok seven bir insandım. Önceki tasarımlarımın da yer aldığı shop’umda hep rakı üzerine hem ürettiğim ürünler hem de çizdiğim sofralarda rakı var. Günlüklerimde, her yerde var bir rakı şişesi. Ayrıca tasarımcı olarak hayalim hep rakı şişesi tasarlamaktı. Ne olursa olsun, bir şişe tasarlamak istiyordum.

Caner Eler: Gerçekten mi?
Beril Ateş: Gerçekten. Çok istediğim bir işti.

Caner Eler: Anason bu arada çok yararlı bir bitki.
Beril Ateş: Hem sindirime yararlı.

Caner Eler: Anason bu topraklarda çıkıyor, asıl güzel olan da o.
Beril Ateş: Çok büyük bir değerimiz aslında. Biz işte markayla bir araya geldiğimizde önce 2017 senesinde ilk şişeyi çıkartıp, sonra 2019’a kadar bir triloji oluşturacak şekilde Yeniden Yaz koleksiyonunu çıkardık. Yaza özel sınırlı sayıda üretilen koleksiyonlar. Çünkü aslında bu şişelerin bir koleksiyon değeri de var. Bir sanatçı iş birliğiyle yapılan, bardak koleksiyonu yapan da var, şişe koleksiyonu yapan da var. İlla içmek için değil, bunlar bir anı, bir koleksiyon değeri de taşıyan şeyler.

Caner Eler: Bitirince şişeyi de saklayabilirsin.
Beril Ateş: Saklıyorsun. Dolayısıyla bunlar sınırlı sayıda üretildiği için daha da büyük bir koleksiyon değerine sahip şişeler. Üç yazdır bunu yapıyorduk. Bu sene de Mesafesiz Duygular teması ile yola çıkıp böyle upuzun bir sofra hayal ettik… Tasarlarken mesafe konusuna yoğunlaştım. Şimdi bir şişe tasarlayacağım ama ne yapmam lazım diye bakarken, yine ilk başta konuştuğumuz günlükler bana çok yardımcı oldu. Çünkü karantina günlükleri tuttum ben ve karantina döneminde de hep kendi çevreme “En çok neyi özledin?” diye sordum. Çok önemli bir soru aslında, hepimizin kapana kısıldığı bir dönemde.

Caner Eler: Birçok şeyi özlediğin bir dönem ya. Birçok şeyden yoksunsun.
Beril Ateş: Kimi dedi ki; “Rüzgârı, güneşi, yüzmeyi, annemi”. Kimi dedi ki; “Sofraları, rakı içmeyi, arkadaşlarımı özledim.” Ama çoğunlukla baktığım zaman insanlar da hep bir upuzun sofraları, kalabalık olmayı özleme duygusu vardı. “Sofraya oturayım, arkadaşlarımla muhabbet edeyim.” hissiyatı vardı ve tasarlarken bu özlem mevzusu benim gözümün önündeydi. Dolayısıyla alt metnime o özlem konusunu yerleştirip, hepimizi birleştiren bir sofra, rakı sofrasını düşündüm… Bana sorarsan sofra dediğin şey bir terapi. Şu kapıda bütün yaşadıkları ve kimliğini bırakıyorsun, buraya oturduğun zaman gerçek sen oluyorsun, bence. Çünkü çilingir sofrasının muhabbeti de ayrıdır. Anahtar kapıyı açıyorsa, rakı da insanı açar. O sokakta bıraktığın, belki de gündelik hayatında öyle göstermek zorunda olduğun üniformaları kapıda bırakıp buraya gelip içten bir şekilde sohbet edebiliyorsun. Hepimizi birleştiren nokta bu. En sade, en insan hâlimiz aslında. Dolayısıyla burada istedim ki, başı sonu belli olmayan upuzun bir sofra kuralım, aramızdaki mesafeleri kıralım. Çünkü bazı duygular mesafe tanımaz. Böyle düşünüp tasarladım şişeyi. Sofra o kadar uzun ki, kim bilir nerelerde dolaştı. Zamansız, mekânsız hepimizin aynı anda oturabildiği, aynı duyguyla oturduğu bir sofra aslında.

Caner Eler: Sanki sen Ankara’dan ben İstanbul’dan bakıyorum ve aynı ayı görüyoruz gibi.
Beril Ateş: Tam olarak bu.

Caner Eler: Mesafemiz uzak ama aynı hissi yaşayabiliyoruz.
Beril Ateş: Çünkü kimsenin çok da farklı olmadığı konular var. Günün sonunda herkesin güldüğü, ağladığı, sinirlendiği duygular aynı. Hepimiz bazı yerlerde aynıyız. Rakı içmek için buluşuyoruz gibi ama aslında birbirini görmek için buluşuyoruz. Bu bize güzel bir vesile oluyor.

Caner Eler: Portal oluyor.
Beril Ateş: Evet, sofrana tat katıyor.

Caner Eler: “Rakıda buluşalım!”
Beril Ateş: Gel buluşalım, sofrada oturalım. Sen bir şeye çok üzüldüğünde, dertlendiğinde bir şeyin kutlamasını yapmak istediğinde, rakı sofrasına oturabiliyorsun. Her türlü duyguda…

Caner Eler: Mesela ben de şu an seninle buluşmamız sayesinde tekmilli fava yiyorum!

Deşifre: Bensu Aslan
Fotoğraf: Deniz Bankal