Eşitliğe karşı savaşan muhafazakâr “Mrs. America”’ya yakından bakmaya ne dersiniz?

Mrs. America, 15 Nisan Çarşamba günü yayımlanan birinci bölümüyle taptaze bir dizi. Yeni Hulu dizisi, 70’lerde cinsiyet eşitliğine karşı savaşan, anti-LGBTİ+ hareketine katılan muhafazakâr Phyllis Schlafly’nin gerçek yaşamını konu alıyor. Eğer yasallaşabilseydi ekonomik yaşamda cinsiyet eşitliği getirebilecek Equal Rights Amendment (ERA), Schlafly’nin ayrımcı propaganda çalışmaları nedeniyle hayata geçirilmemişti. 

Dizide Phyllis Schlafly’yi Cate Blanchett canlandırıyor. Çarşamba günü dizinin yayın saatinden önce Blanchett dizinin böyle bir dönemde yayınlanmasını anlamlı bulduğuna dair bir açıklama yaptı; pandemi sebebiyle Amerika sisteminin zayıflığının ve iş gücü piyasasının ne kadar başarısız olduğunun iyice ortaya çıkmasının manidar olduğunu söyledi. Ünlü oyuncu, dizinin mercek altına aldığı 70’ler dönemi ile bugünü karşılaştırdığında hiçbir şeyin tam anlamıyla değişmediğini, hâlâ derinden bir eşitsizlik sistemi içerisinde olduklarını vurguladı: “Bence şu anda mücadele ettiğimiz şey hâlâ çok eşitsiz bir sistem.” Eşitsiz sistem demişken de ömrü boyunca eşitlik adına yapılanlara savaş açmış, eşitsizlik sevdalısı Phyllis Schlafly kimmiş, yakından bakalım.

Phyllis Schlafly ve onun tuhaf hikâyesi

Aktivist ve yazar Mrs. America, Amerikalı muhafazakârların önde gelen sesiydi.1950’lerde muhafazakâr hareketin içinde güçlü bir ses haline gelen Schlafly, 1960’lı yıllarda kendi yayımladığı A Choice Not Echo adlı kitabıyla büyük ses getirdi. Kitap, Cumhuriyetçi partiyi kontrol eden “Eastern Establishment” olarak nitelendirdiği şeye karşı çıkıyordu. Sağcı Barry Goldwater’a başkanlık adaylığı kazandırma görevinde başarılı oldu. Nihayetinde seçimi Lyndon B. Johnson’a kaybetti, ancak kampanyası ve Schlafly’nin desteği, Ronald Reagan’ın seçilmesiyle sonuçlanacak daha büyük bir muhafazakâr yeniden canlanma için tohum ekti denilebilir. Bir kadının yerinin evi olduğunu, kürtajın tartışma kabul etmeden yasaklanması gerektiğini, eşcinselliğin bir ayrıcalık olduğunu düşünüyordu. Özellikle eşcinsel evlilik hareketinden ve LGBTİ+ hakları için yürütülen mücadeleden korkuyordu. 70’lerde Equal Rights Amendment (Eşit Haklar Değişikliği) karşıtı politikalar yürüttüğü için Amerika’da kötü bir şöhret kazanmıştı. Schlafly, Amerikan anayasasında cinsiyet eşitliğini sağlayacak olan değişikliğin, kadınların nafaka ödemesinden ve silahlı kuvvetlere katılmalarını da içeren yasalardan muaf tutan ayrıcalıklara zarar verdiğini öne sürdü. 

2006 yılında New York Times gazetesine verdiği demeçte Schlafly, “Kadın haklarını korumak için anayasal bir değişikliğe ihtiyacımız olduğuna inanmadım” demişti. Anti-ERA hareketini organize etti ve 1972 yılında Stop Taking Our Privileges (STOP-ERA) adında bir kampanya grubu kurdu. Bu arada ERA’dan da kısaca bahsedelim. Dönemin ünlü feministleri Bella Abzug, Betty Freidan ve Gloria Steinem’in çabalarıyla canlanan ama taa 1923’te Ulusal Kadın Partisi tarafından önerilmiş olan bir değişiklik tasarısıydı. Feministlerin başarılı mücadelesi sayesinde 1972’de tasarı, kongrenin her iki kanadının da desteğini alarak 38 eyaletin görüşüne sunuldu ve 30’u bu değişikliklerin yapılması ve yasalaştırılması konusunda onay verdi. Bu başarı tabii ki Schlafly’yi memnun etmemişti ve kendisine “Aunt Tom” diyen Freidan’ı kendi cinsiyetine ihanet etmekle suçlamıştı. Peşinden “Seni yakarım” diyerek de Freidan’ı tehdit etmişti.

Schlafly’nin sadece görüşleri cinsiyetçi değil, dili de öyleydi. Mesela her konuşmasına 25 yaşında evlendiği avukat eşi John Fred Schlafy’ye teşekkür ederek başlardı. “Buraya gelmeme ve konuşma yapmama izin verdiğin için sana teşekkür ederim” diyerek başladığı konuşmasını “Çünkü liberal bir kadından daha rahatsız edici bir şey yoktur” gibi cümlelerle bitirirdi. 

ERA, 1982’deki oylamayla düştü. Schlafly ve STOP-ERA çabaları başarılı oldu. Ardından Mrs. America, Washington’daki Shoreham Hotel’de bir partiye ev sahipliği yaparak bu zaferi kutladı ve burada gazetecilere ERA’nın “Bu yüzyılda sonsuza dek öldüğünü” söyledi. Bunun yerine ABD’nin “kadınlar ve erkekler arasında yeni bir uyum çağına” girebileceğini ekledi.

Başarısından sonra Schlafly önemli bir muhafazakâr ses olarak kaldı. Hayatı boyunca 25’ten fazla kitap yazdı, bir radyo şovuna ev sahipliği yaptı ve hukuk mezunu oldu. Başarılarına rağmen Phyllis Schlafly bunları hep bir “hobi” olarak görmüş. Kendi odak noktasının hep altı çocuğu olduğunu söylermiş. Oğullarından John, gey olarak açıldığında annesi o sıralar eşcinsel evlilik karşıtı politikalar yürütmekteymiş fakat John’un dediğine göre annesinin aktivizmi LGBTİ+ karşıtı değilmiş. 2010’da “iyi iş çıkarıyor” dediği annesinin politikalarını savunarak “Bizden saygı duymamızı bekliyorlar ama bu inandıklarımıza yapılan bir müdahale” diye yorumlamış. Phyllis Schlafly, 2016’da ölmeden önceki tüm enerjisini zaten seçimler döneminde fazlasıyla desteklediği Trump için The Conservative Case for Trump kitabını yazarken harcamış. 

Mrs. America, Phyllis Schlafly’nin sadece yaşamını öğrenmek için değil de onu “anlamamızı” sağlayacak fırsatlar sunabilir. Bizi heyecanlandıran şey de aslında Cate Blanchett’ın ellerinde Mrs. America’nın nelere dönüşebileceğini bilmek. Bu kadar tuhaf ve kötü şöhretli bir yazar ve aktivistin yaşamlarımızda dokunacağı duygular, temas edeceği yerler acaba nasıl olacaktır? Daha önce oynadığı pek çok karakter ile hafızamızda önemli yerler edinmiş Cate Blanchett’ı aklımıza ilk gelen performanslarıyla hatırlayabiliriz. Mesela Todd Haynes imzalı 2007 yapımı I’m Not There, güzel bir giriş olabilir. Bob Dylan’ın altı farklı oyuncu tarafından canlandırıldığı filmde Blanchett da bu oyuncular arasındaydı. Etkileyici performansıyla Venedik Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kapmıştı. Bu filmle Oscar’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday gösterilmesi ise biraz garipti. Bilmeyenin de bildiği bir klasiği anmadan da geçmek olmaz. Trilogy of The Lord of the Rings ve The Hobbit: An Unexpected Journey’de elf kraliçesi Galadriel ile elf hayranlığımızı iyice perçinlediğini nasıl unuturuz? Carol’da ise Rooney Mara ile harikalar yaratmıştı. Yine bir Todd Haynes filmi olan Carol, queer film arşivlerinde illa ki göreceğiniz bir film. 50’li yılların sonuna bir Noel dönemine bizi ışınlayan film, güzel bir aşk hikâyesi. Peşinden 2016’da vizyona giren ve Blanchett’ın on üç farklı karakteri canlandırdığı Manifesto’ya geçelim. Julian Rosefelt’in adeta bir sanat manifestosu niteliğinde çektiği filmde Blanchett, yine kendine hayran bırakıyor. Filmde dövmeli bir punkçıyı, bir evsizi, bir CEO’yu, bir bilim insanını, muhafazakâr bir anneyi, haber spikerini, koreografı, cenaze konuşmacısını, bir öğretmeni canlandırır. Film süresince devam eden yoğun gerilime hazır olmanız gerekebilir. Avustralyalı kraliçenin Oscar’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü 2013’te Blue Jasmine filmiyle kazandığını da ekleyelim. Sınıf ve statü kaybı sonrasında veda edilen sosyetik, gösterişli yaşam, orta yaş bunalımları ve San Francisco’daki “alışılmamış” yaşam etrafında dönen Jasmine, kendimizi iyi hissettirebilir. 

Mrs. America, geçmişten geleceğe cinsiyet eşitliği, ırk eşitliği, LGBTİ+’ların eşitlik mücadelesi üzerine geniş bir bakış açısı sağlayacak bir proje gibi duruyor. Dönemin ünlü feministleri Gloria Steinem (Rose Byrne), Bella Abzug (Margo Martindale), Shirley Chisholm (Orange is the New Black’ten tanıdığımız Uzo Aduba) ile Phyllis Schlafly ve muhafazakâr kanadın mücadelesinde bizi enteresan şeyler bekliyor.

Yazı: Işıl Saykan