Belki de mutluluk neye değil, kime inandığındır: Fleabag ve unutulmayacak karakterleri

Phoebe Waller-Bridge tek kişilik bir oyun yazar ve olaylar gelişir. Fleabag’in ve yıkılan dördüncü duvarların hikâyesi böyle başlıyor. İlk kez 2013 yılında Edinburgh Fringe Festival’da seyircilerle buluşan oyun, uzun yıllar Londra’daki Soho Theatre’da sahnelendi. Hem yazarı hem de sahne üstündeki tek oyuncusu Phoebe Waller-Bridge, 2016 yılında metni televizyona uyarlayarak dramedi tarihine adını yazdırdı. Fleabag’in geniş kitlelere ulaşması da televizyon uyarlamasıyla gerçekleşti. Tabii ki bunda erişilebilirliğin payı büyük ama metnin sahne performansı, televizyon serüveni sürerken de son sürat devam etti. 2019 yılında Tony Grech-Smith ve Vicky Jones’un yönettiği National Theatre Live kaydıyla oyun da sahneden sinema perdesine ulaştı. Uzun sözün kısası, bu metin seyircilerle bağ kurma konusunda oldukça mahir diyebiliriz.    

Bu girizgâh aslında Fleabag’in bir eser olarak ortaya çıkışıyla ve gelişim süreciyle ilgiliydi. Peki Fleabag’i geniş kitlelerce bu kadar konuşulmaya değer kılan ne? Bu sorunun cevabı her izleyici için farklı şekillenecektir elbette ama kendi izleyici deneyimimi de ortaya koyarak şöyle cevap verebilirim: Çerçeveden kurtulan bir sesten ve bir bakıştan bahsediyoruz Fleabag deyince. Cishet erkek anlatısının sınırlarından azade, erkek bakışın arzu nesnesine dönüştürmeye çalıştığı kadın imgesini kendi bakışını ortaya koyarak alaşağı eden bir mizahın peşinde biçimleniyor Fleabag’in hikâyesi. 

Diziyi konuşurken akla ilk gelen biçimsel özelliklerden biri olan dördüncü duvarı yıkma meselesi de burada devreye giriyor. Bu elbette sinemada, tiyatroda ya da televizyonda daha önce yapılmamış bir şey değil; ancak Fleabag örneğine baktığımızda, tek kişilik bir oyunda karakterin çerçeveden taşan varlığını ve gerçekliğini hissettirebilmek için çok uygun bir biçimsel hamle. Hem o izleyiciyi bir adım geride tutan ve karakterin dünyasına yanaştırmayan duvarı karakterinin isteğiyle yıkıyor hem de “alışılagelmiş” kadın karakter anlayışının yarattığı konfor alanını büyük bir keyifle alt üst ediyor. O duvarın ötesinde konuştuklarını ve bize aktarmak istediklerini dünyasında bir tek kendisi biliyor. Bir de sonradan tanıştığı The Priest (ya da popüler kültürdeki adıyla Hot Priest) bunu fark eder gibi oluyor. 

Fleabag, ismini bile bilmediğimiz bir karakter ama hayatına dair kontrol duygusuyla ilgili çekincelerine, korkularına, kaygılarına ve olan bitene kulaklarını kapayan “normal” insanlara uyum sağlayamayan davranışlarına; birçok cümlesinde ve birçok hareketinde yakın hissedebileceğimiz bir gerçeklikte var oluyor. Hem sahnede hem de ekranda. Fütursuz, ciddiyetsiz, bazen sorumsuz ama iki yüzlü karakterlerin dünyasından soyutlanmış bir açık sözlülükle parlıyor. Ki bu saydığım sıfatlara olumsuz anlam yüklemek de bir bakıma o “normal” dünyanın “normal” insanlarının dayattıkları. Bir sürü bakışın içinde görülmeyen bir yalnızlıkta buluyor kendini Fleabag. O bakışların arasından sıyrılıp, o duvarı kırmak da bu yüzden daha anlamlı oluyor. 

Dalgasını geçerek ve kendine ait çerçevelerde kendi yüzleşmesini yaşayarak, hayatındaki insanlara bir daha temas ediyor. Tek kişilik oyunda onun anlatımıyla dizideki tüm karakterleri tanıyoruz aslında (Oyun, dizinin ilk sezonuna tekabül ediyor). Dizide de hem hayatında hem de hatırasında olan herkesi görüyoruz: Boo’yu, babasını, Godmother’ı, Claire’i, Martin’i, Harry’yi, The Priest’i, Ginepig Hilary’yi… Metnin karakterleri ele alışı, dizi uyarlamasında karşılaştığımız oyuncular ve oyunculuklarla da ete kemiğe bürünüyor. O karakterler, o oyuncular için yazılmış gibi geliyor çoğu zaman bana. Bu yüzden oyunculuklar açısından başka alternatifler düşünemediğim bir yapım Fleabag.  

İki sezon ve 12 bölümün ardından bu kadar çok ses getirmesi de Phoebe Waller-Bridge’in bir kadın hikâyesini hem güne dair kurduğu bağlarla hem kadın bakışını biçimsel olarak da görünür bir hâle getirmesiyle hem de mizahi üslubunu oyun metninin ve de uyarlama senaryonun her zerresine işlemesiyle bağlantılı. Bu hikâye içten, derin, komik ve erkek bakıştan bıkmış her izleyiciye ulaşacak kadar gerçek.

Giriş metni: Sezen Sayınalp

Fleabag’in zengin karakter galerisinde bir gezintiye çıktık.

Melikşah Altuntaş yazdı: Boo

Oynayan: Jenny Rainsford

Hayatının bir dönemi Boo. Bazen kalabalık bir ortamı dev bir sessizliğe boğabilecek kadar güçlü bir utandırma ânında hemen göz göze geleceğin, bazen de yaptığın şeyin nedametiyle gözlerini denk getirmemek için kırk takla atacağın o bir çift gözün sahibi. Artık hayatının sonuna kadar yutkunamayacağın bir yumru Boo. Aynı zamanda o yumru boğazının o yerine saplanıp kalsın diye kendini sabote edip durduğun koca bir ömrün nişanesi. Sen kendine herkeslerden önce ve herkeslerden daha sert vurabil diye varlığını tüm hayatının merkezine düğümlediğin bir acı tazeleme makinesi. 

Bazen tek gecelik bir ilişki yaşadığın partnerinin yatağında uyandığın bir sabah, başucunda gördüğün bir kalemin hatırası götürüyor seni onunla ilgili bir âna, bazen de her gün üzerinde yürüdüğün kaldırımda dönüp baktığın bir noktada dikiliveriyor karşına ansızın. Ve hayatta tutmayı başaramadığın pek çok duygu, anı ve güzel an gibi siliniyor ânında. Hayatta tutmayı başaramadıkların ve her şeye rağmen hayata tutunabiliyor olmanın yarattığı vicdan azabı, kendi arasında savaşıp duruyor zihninde böylece devamlı.

Şimdiye dek yaşadıklarınızın yanına, şimdilerde olanlara ne tepki verirdiler ekleniyor bir de zamanla. Zihninde yaşatabilmenin bir yolu olur mu diye zorluyorsun. Çoğunlukla da işe yarıyor gibi geliyor. Şakaların çok komik çünkü Boo’yu güldürebiliyor, dertlerin çok önemli çünkü Boo dinliyor ve sen çok yeterlisin çünkü Boo’yu seven biri seni de sevebiliyor. Belki Boo’nun sevgilisiyle yatmasan daha iyi olurdu gerçi. Ama kimin hayat boyu kendini suçlayabilmek için geride bıraktığı Boo’ları yok ki. Gerçek ya da hayali.

Burada çekilse kim oynardı: Gülçin Kültür Şahin

Tuvana Adalı yazdı: Harry

Oynayan: Hugh Skinner

Fleabag’imizin bir ayrılıp bir barışma döngüsünde yuvarlandığı eski sevgilisi Harry ile ilk karşılaşmaları, uzunca bir süre flashbackler aracılığıyla yaşıyoruz aslında. Bu anlamda zaten geçmişteki varlığıyla tanıtılan, Fleabag’in hayatındaki yeri de daha çok onunla uyumsuzluğu üzerinden vurgulanan biri. Uyumsuzluğuyla Fleabag’in karakterine dair temel özellikleri keşfetmeye aracı olan biri de denebilir. Harry’nin duygusallığını ve incinebilirliğini yoğun ve görünür şekilde yaşayan hâllerini Fleabag’in ona taban tabana zıt şekilde haylaz, duygularını oldukça maskeleyen ve iddialı tavrı yanında izlemek iki karakteri de bu denge üzerinden algılamayı mümkün kılıyor.

Harry bir yandan, bir güvenli alan işlevi de taşıyor Fleabag için. Sevgi dolu ve yumuşak yaklaşımı; sert, tatmin edici olmayan deneyimleri sıvamak için geri dönüp sığınmak istediği ama döner dönmez durumun komikliği ve acizliğine dayanamadığı bir kısır döngünün giriş kapısı gibi. Harry’nin malum yeşil dinozor oyuncağı da bir anahtar gibi bu denklemde; her ayrılıkta geri döneceğinin sinyalini veren bir tür ilişkiye sadakat / kendine ihanet sembolü. Aslında Harry’nin serinin henüz ikinci bölümünde, bu sefer dinozorunu da alarak kesin bir şekilde gitmesi; Fleabag’in sahte de olsa bir güvenli alan arayışına ve güvende hissetme özlemine de bir kapı aralıyor. 

Seri boyunca karakter gelişimine dair minik ipuçları bırakacak şekilde ara sıra görünmeye devam eden Harry; Fleabag’den sonraki ilişkisinde kendi yapısına ve oluş hâline rahatlıkla yaslanmış, Fleabag’e karşı sınırlarını da daha net şekilde koruyabilen bir hâlde karşımıza çıkıyor. Harry’nin stereotipik olarak kadınlara atfedilen tavırlar sergilediğini söylemek mümkün; seri dâhilinde buna yönelik çeşitli göndermeler de mevcut. Fleabag’e bir iltifat niteliğinde “diğer kızlar gibi” olmadığını söylemesiyle epey ironik bir durumda da kalıyor böylece.

Fleabag’in sürpriz niyetine Harry duştayken elinde bıçakla içeri dalması da karakterlerin dinamiğinde belirleyici bir sahne. Burada aklıma Hitchcock’un Psycho’su geliyor ister istemez. Filmin ve özellikle duş sahnesinin taşıdığı alt metinlerle gelen çağrışımlar ışığında; Fleabag versiyonunda hedef / kurbanın Harry olması, erkek bedeni üzerinden bu anlatının baştan / tersine kurulması ve zaten seri boyunca Fleabag’in izleyiciyle konuşmasının getirdiği gözetleme dinamiğinin iyice vurgulanması, bu paralelliği destekliyor benim için.

İkinci sezonda Harry’nin baba olduğunu öğrendiğimiz sahnede ise bebeği kendisi doğurmuş gibi bir süreçten bahsetmesi, bedensel değişiklerden geçtiğini ve doğum sonrası depresyonla mücadele ettiğini anlatması yine cinsiyet rollerini tersine çevirerek benzer bir kırılma yaratıyor. 

Türkiye’de çekilseydi bu rolü Öner Erkan canlandırabilirdi hissindeyim. 

Zelal Buldan yazdı: Claire

Oynayan: Sian Clifford

Bana Claire’in saç modelini söyle, sana ruh hâlini söyleyeyim… Evet, Claire denince aklıllarda o saç kesimi beliriyor. Yok bende belirmedi diyeniniz varsa belki şu cümle daha hatırlatıcı olur: “I look like a pencil!” Claire, moduna göre saçlarıyla o kadar oynuyor ki karakter takibini saçlarına göre yapmak mümkün oluyor. Ne demişti Fleabag: “Saç, her şeydir! Keşke olmasaydı da başka şeyler de düşünebilseydik ama… Saç, her şeydir.” Peki saçları dışında Claire kimdir? Fleabag’in tanımladığı hâliyle: “Çok saygın, kusursuz, anoreksik, zengin, süper kardeş!” Benim tanımladığım hâliyle: Mutsuz bir evliliğin içinde sıkışıp kalmış, duygu dünyasının önüne duvarlar örmüş, güçlü görünmeyi her şeyin önünde tutan gerçek bir kontrol manyağı! Öylesine kontrol manyağı ki kendi sürpriz doğum günü partisini bile bütün detaylarıyla kendisi organize ediyor. 

İki sezon boyunca en çok değişim geçiren yan karakter kim diye soracak olursak, bunun yanıtı kuşkusuz Claire. Bütün bu değişimin en büyük destekçisi ise Fleabag oluyor. Birbirlerine karşı en soğuk durdukları zamanlarda bile gözleriyle kurdukları iletişim, aralarındaki mesafeyi kapatıyor. Flebag’in; Claire’in gözlerini açışına, onu cesaretlendirişine şahit oluyoruz. Aynı şekilde Claire de Fleabag’i cümleleri ile çokça etki altına alıyor. Farkı ise şöyle oluyor: Fleabag daha üstü mizahla süslenmiş cümleler ile etkiliyor Claire’i. Claire ise doğrudan, saklamadan, zehirli bir ok gibi fırlatıyor cümlelerini Fleabag’in üzerine. Fleabag’in değişime uğraması için önce zehri atması gerekiyor içinden, Claire’in ise şakanın altındaki mesajı yakalaması… Başarabiliyorlar mı? Çoğunlukla evet. Bazen ise başarmak, değişmek zor geliyor. 

Araya küskünlükler, kavgalar, iğneleyici cümleler giriyor ama her fırtınanın sonunda yan yana dinleniyor iki kardeş. Claire’in evliliğini bitirme konuşmasında bile tam merkezde konumlanıyor Fleabag. Martin’e “Lütfen beni bırak.” diye yalvarmak üzere diz çöken Claire’i yerden kaldırmak için hazır bekliyor Fleabag’in eli. Martin’in, Claire’in hayatından çıkması, Claire’i özgürleştirdiği kadar Fleabag’i de ferahlatıyor. İki kardeşin son kez yan yana göründüğü an ise dizinin en unutulmayan sahnelerinden biri olarak hafızalara kazanıyor: Fleabag, Claire’i uzun zaman sonra kalbini çarptıran adam için havaalanına gitmeye ikna etmeye çalışıyor. Claire’in, Fleabag’e yanıtı şöyle oluyor: “Uğruna havaalanına koşacağım tek kişi sensin.” Ah… Bu cümle ile kalplerimizi erittikten sonra Claire kendinden beklenmeyen bir cesaret ile havaalanına, aşkının ve hayallerinin peşinden koşmaya gidiyor. Hiç beğenmediği saçlarını kapatmak için taktığı peruğu bile yanına almadan… Bütün kusurlarıyla… Koş Claire!

Claire bir yandan kafamın içinde koşmaya devam ederken düşünüyorum. Fleabag’in Türkiye uyarlaması yapılsa, hayal bu ya cast direktörü de ben olsam… Claire’i canlandırması için aklımdan önce Sibel Kekilli geçiyor. Yeteneğiyle de benzerliğiyle de tam olur diye düşünüyorum. Kurşun kalem saçını Sibel Kekilli’de hayal ediyorum, o da uyuyor. Saç her şeydir! Sibel Kekilli’yi Türkiye’ye getiremezsem diye bir kenara da Nihal Yalçın’ı not alıyorum. Hayal de olsa yedek isim sunmakta fayda var. Ne de olsa kontrol manyağı olmayı Claire’den öğrendik… 

Umur Çağın Taş yazdı: Martin

Oynayan: Brett Gelman

Manipülasyonun, gaslighting’in, kötülüğün kitabını yazmış, kılığında her daim bir şeylerin kasıtsızca asimetrik durduğu, bakımsız ve haddinden fazla uzun saçlarının bitmek tükenmek bilmez yağıyla bile kim olduğuna dair sinyaller veren, sözde sanat eseri ekspertizi Martin’e olan aşinalığımız biraz ürkütmüyor değil beni. Her sektörde, her ailede bir benzeri olduğu gibi, her arkadaş grubunun adı dahi anılmayan exler defterinden de geçmiş biri çünkü bu haysiyetsizlik abidesi. Düşük mü yaptın? Demek ki bebek, anne olarak seni istemedi. Alkolik miyim? Evet, tıpkı bu ülkedeki herkes gibi. Beni terk mi edeceksin? Saçmalama biz mükemmel bir çiftiz, diz çöküp yalvarsan bile zor giderim. İyi niyetini suistimal mi ettim? Hayır canım, sen iyi niyetinin suistimal edilmesini isteyen birisin zaten, sorun bende değil. Fleabag’in nefretinden ötede, Claire’in bir anlık zayıflığında bastığı nikahtan fersah fersah uzakta bile bulabiliyorum Martin’i ve Martin gibileri. Kendi yetersizliklerini hayatta bir şekilde yakınında durmaya tahammül etmiş insanlardan çıkaran bütün erkeklerin temsili, psikolojik ve fiziksel tacizi oyun bahçesine çevirmiş insan müsveddeleri.

Phoebe Waller-Bridge’in kalemi ve tabii ki Brett Gelman’ın kendisinden nefret etmemize yardımcı olan müthiş performansıyla nüktedan bir taraf edinerek iyice ete kemiğe bürünüyor Martin. Baştan aşağıya toksik ve bir kısmı görünür, bir kısmı kim bilir kaç kat derine gömülmüş zulümle dolu bir evlilik resmedilirken, seyircisine attığı dayak azalmıyor da vurduğu darbelere karşı biraz kolluyor bizi sanki bu ikili. Sinsi zorbalığın yegâne adresi Godmother’dan çok daha açık bir elle oynadığı için Martin’i hırpalarken de daha büyük hamleler seçiyor zaten Fleabag. Kâh yumruklar uçuşuyor, kâh laf dolandırılmadan yaptıkları yüksek sesle dile getiriliyor. Tüm o hengâmede intikamımız alınsın, önceki evliliğinden sahip olduğu evladına bile hunharca davranan bu herifçioğlunun canı sıkılsın diye bekliyor, iki kardeşin dayanışmasından medet umarak tamamlıyoruz zaten diziyi de.

Yüksek bir perdeden asap bozmasının temel sebebi de tanıdıklığı elbette. Fleabag’in asla kendimizi iyi hissetmemizi isteyen bir dizi olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak narsistliğini ilk etapta göremediğimiz ya da sonradan bu korkunç kişiliğe evrilen partnerlerimizi hatırlatan Martin’le oynadığı damar, neredeyse dizinin esas meselesinden bile büyük bir amaca hizmet etmekte. Üstelik derdi çözüm de değil. Martin ve bencil türevlerinin kaybolmayacağının farkında, onları devirmek için gereken koşulların zorluğunun da. Deneyimleri eşleştirerek bir ortaklık, kız kardeşlik yaratıyor zaten daha çok. 

Üzerinde bir şekilde hakimiyet kuracağı koşullar yaratabildiğine inandıktan sonra, bu uğurda her şeyi göze alan ve alkolizmin de kendisine vermediği ama vermiş gibi yaptığı yetkiye dayanarak ahtapotu aratmayan yapışkanlığıyla taciz kültürüne katkıda bulunan bu zavallıyı bizde olsa kim oynardı sorusuna da cevabım çok aslında. Mesela iki kadın oyuncu arkadaşı yaşadıklarından sonra hiç iş bulamazken kendisi tiyatrosu, sineması, her türlü rolü kapan aktörümüz oynayabilir. Ya da içip içip klavye başında filmini izlemeyenlere parmak sallayan ve bir türlü akıllanmayan oyuncumuz da. Hiç olmadı, egoları konuşturacağız diyorsak, sabah ayazında cumhuriyet tarihinin en iyi performansını aramaya girişen birileri de olur. Ama anladınız siz işte. 

Merdan Çaba Geçer yazdı: Baba

Oynayan: Bill Paterson

Belki zengin, beyaz İngiliz arketipi olmasından belki de erkeklik performansıyla ilişkili sebeplerden mütevellit bilinmez, -ismini bilmediğimiz, o yüzden “Baba” olarak andığımız- bu karakteri tartıp biçtiğimde aklıma gelen ilk kelime “mesafe” oluyor. Fleabag’in babası, karakter galerisinin her halkası gibi mükemmel olmaktan fersah fersah uzak. Hele ki mükemmel bir baba? Hiç değil. Annelerinin vefatı sonrası kızlarını aramayı kesmiş, onların hayatları hakkında oldukça az şeye vakıf. Değil sarılmak, gözlerinin içine bakarak konuşmayı bile beceremiyor. Nasihat verme konusunda -bir iki istisna dışında- berbat. Aradaki mesafeyi koruma çabasını bazen öylesine abartıyor ki Godmother’ın en fena eylemlerine, misal kızına antrede atılmış sağlam bir tokata bile gözünü kapatmayı tercih ediyor.

Ebeveynlik dediğimiz mefhum, hayatın performe edilmesi gereken rollerinden biri ise Baba, rolünü iyi oynayamayan veya nasıl oynaması gerektiğini bilmeyen kalabalıktan belli ki. Ne var ki bu gerçeğe rağmen Claire ile Fleabag’e tam anlamıyla değer vermediğini söylemek de güç. Kızları için feminist konferanslara bilet alması, “memelerinin sonu annelerininki gibi olmasın diye” rutin doktor kontrollerini takip etmesi veya Fleabag’e doğum günü hediyesi olarak psikolojik terapi hediye edişi gibi kendine has kimi yollarla sevgisini göstermeyi deniyor.

Babadan muzdarip olanlardan geçilmeyen bu dünyada onu anlama çabası ne kadar gereklidir bilinmez ama kötü ebeveyn etiketini layık görmeden önce karakteristik özelliklerini göz ardı etmemek faydalı olabilir. Phoebe Waller-Bridge’in dediğine göre “hayattaki en büyük korkularından birinin”, babasıyla sağlıklı bir iletişim kuramama endişesinin dışavurumu ile yaratıldığını hesaba kattığımızda, Baba’nın karakter derinliği daha bir görünür hâle geliyor. Yanlış zamanda, yanlış şeyler söylemeye bayılan biricik kızının aksine; çoğu zaman ne söylemesi gerektiği hakkında bir fikri bile yok kendisinin. Herhangi bir sosyal ortamda nasıl konuşacağını bilmeyen, kelimeleri seçerken ıkınıp sıkılan, cümlelerini bitirmeyi beceremeyen biri o. Neyse ki bizimki onunla bir araya gelmeyi “bir çeşit spor” olarak görüyor: Babasının her ağzını açtığında soğuk terler döküşü, en büyük eğlencelerinden.

Üzerinden işlevsiz ebeveyn rolünü alıp Baba’ya yeniden baktığımda, günahları ve sevaplarıyla, dizinin en umutsuz karakterlerinden birini görüyorum ben. Bu etmenler onu haklı çıkarmaya yetmiyor elbet ama umutsuzca eski eşinin travmasını atlatmaya çabaladığı; umutsuzca mutlu olmaya, bu esnada berbat bir insandan medet ummaya çalıştığı bariz. Soru işaretleriyle dolu olduğu bir evlilik yapmadan hemen önce ve -harika bir metafor olarak- fare kapanına sıkıştıktan hemen sonra, kendi düğününden kaçmaya cesaret edemeyecek kadar umutsuz. Neyse ki bu acıklı tabloya rağmen onu çok iyi analiz etmeyi başarmış bir evladı var. Fleabag, babasının kendisine her baktığında, “onun gibi müşfik ve eğlenceli olmadığı için” kıskandığı annesini gördüğünün; bahsi geçen mesafenin de muhtemelen bu nedenle vuku bulduğunun farkında. Kendine hayrı yok belki ama kuramadığı onca cümle, veremediği onca desteğin ardından Fleabag’e belki de en anlamlı tavsiye sürpriz biçimde ondan geliyor: “Canlan. Gülümse. Büyüle. Gidelim, başa çıkacağız.” 

Türkiye’de çekilse kim canlandırırdı dersek; oyunculuğu bırakmasaydı, neden bilmiyorum, Şevket Altuğ’un bu karakteri nasıl yorumladığını görmek isterdim. Uğur Yücel veya Settar Tanrıöğen’i düşünmek daha makul olacak gibi…

İlayda Güler yazdı: Godmother

Oynayan: Olivia Colman

Sinsilik, haset ve pasif agresifin kalesine hoş geldiniz! Değme feministin ayarlarını bozacak, akıllıyı çıldırtacak Godmother, darling darling diye dilinden düşürmediği babayı gerçekten seviyor mu dersiniz? Galiba yanıtı, sorudan daha acıklı zira o, sevmenin ne olduğunu öğrenememişlerden. En büyük gayesi, yıllarca usanmadan kıskandığı arkadaşının -Fleabag’in kaybettiği annesinin- yerine geçmek; onun hayatına, imtiyazlarına sahip olmak. Claire ve bilhassa Fleabag’le her karşılaşmasında, çabasının beyhude olduğu gerçeği bir tokat gibi çarpıyor yüzüne. O sahtelik akan gülüşünün gölgesinde üvey çocuklarını tetikleyecek sözler sarf etmekten, onları örtük bir zorbalığa maruz bırakmaktan asla vazgeçmiyor. Belki de dipten gelen bir suçluluk duygusuyla geliştirdiği bir çeşit savunma mekanizması bu. Ama ne yaparsa yapsın, anne hep orada bir yerde olacak. Dizi boyunca elden ele geçen o güzel heykel bunu simgeliyor; her şeyin sonunda Fleabag, annesini Godmother’dan kurtarıyor. 

Olmayı bir türlü beceremese de iyi bir insanın neye benzediğini az çok biliyor Godmother. Öyle ki aile dışındaki yaşamında, göz boyamakta üstüne yok. İşine yarayacak insanları etrafında topluyor; işine yarayacak bilgilere erişmek için şahsi sınırları delip geçiyor. Arzuladığı, her yönüyle saygıdeğer bir sanatçı portresi çizmek fakat bu, yalnızca bir temsilden ibaret. Buna razı olan baba da eşinin ardında bıraktığı yasla baş başa kalmamak için ona bağlanıyor aslında. Her bir karakter üzerinden farklı biçimlerde, kaçınmacı davranışların ilişkileri ne denli disfonksiyonelleştirdiğini anlatan serinin en büyük maharetlerinden biri de bunu, -benim şu anda yaptığım gibi ahkâm kesmeden:)- komediyi çıkaran kederi, kırılganlıkları incelikle işleyerek yapması zaten. Çünkü yumuşayınca, duvarlarımızı tamamen yıkamasak bile geçirgenleştirebilince birbirimizi daha iyi görüyor, duyuyor, anlıyoruz ancak. Bu dosyadaki tüm karakterlerin en az bir tane çözülme ânına şahit oluyoruz; Godmother hariç. Çünkü onun kendine özgü bir kişiliği yok gibi; mücadelesinin tek taraflı olduğunu fark etmeyen kayıp bir ruh karşımızdaki.

İflah olmaz bir politik doğrucu olduğunun sağlamasını yaptıran düğün sahnelerini hatırlayın. Bir sağır, bir lezbiyen ve bir Suriyeli biseksüel mülteciden oluşan -fıkra gibi- arkadaş grubunu nasıl da heyecanla tanıtmıştı; kapsayıcılığından gözlerimiz yaşardı! Ya ötekinin üzerinde tahakküm kurarak “biri” olabileceğine dair yanılgısının gösterisine dönüşen Sexhibition açılışındaki hâlleri? Alacağın olsun Godmother; senin adına utanmaktan ne kadar yordun bizi. Ama bana kalırsa ona dair en çarpıcı bilgiye, kendisini hiç görmediğimiz bir anda yakalandık. İlk sezonda malum heykeli yerine koymak için Fleabag’e yardım eden Claire, Godmother’ın atölyesine girdiklerinde “Tanrım, onun gerçekten yetenekli olduğunu hep unutuyorum.” demişti. Söylemesi kolay ama keşke sakinleşmeye gittiği; tuvaller, fırçalar, boyalarla dolu o odanın, azimle sakladığı gerçek benliğine sığındığı tek yer olduğu için ona iyi geldiğini idrak edebilse. Keşke gözünü başka hayatlardansa, kendi özündeki güzelliklere dikse. Aksi takdirde direnişi boşa gidecek; sahici bir sevgi uyandıramayacak, “sinir bozucu” olmaktan ileri gidemeyecek biri olacak daima.

Godmother bir zehir; bence dizideki en karanlık kişi. Debelendiği değersizlik kuyusunun yankılarını duymak, izleyici için ağır bir karşılaşma aslında. Neyse ki hem içindeki güldürü malzemelerini ustalıkla ortaya koyan yazımı hem Fleabag aracılığıyla “Kabul et ama boyun eğme” mesajı veren finali hem de Olivia Colman’ın eşsiz performansıyla bir nebze çekilir hâle geliyor. Burada Godmother’ı kim oynardı? Karakterin daha erken yaşları olsaydı Defne Kayalar’dan izlemek eğlenceli olabilirdi. Peki şimdi, hmmm? Zerrin Tekindor? Orijinal anneye daha çok yakışırdı belki ama kötü kopyasının da hakkını verirdi sanki.

Deniz Özturhan yazdı: Hot Priest

Oynayan: Andrew Scott

Şeytan seni bulamayınca, çekici ama ulaşılmaz bi’ adam gönderir.

Peki bu adamı ulaşılmaz yapan nedir? Başı bağlıdır misal, seni tanıştıramayacağı bi’ ailesi vardır. Yahut partnerinden yeni ayrılmıştır, sadece takılmak, hem de mümkünse herkesle takılmak istemektedir. Daha da acısı bu adam hafif egoist ve bencil eğilimleri olan, ilişki istemeyen ama ilgi uzatılırsa yan cebine koyan bir bağlanma karşıtıdır. Düz derttir.

Dünyanın en bekar, en sıcak kalpli ve gülüşlü, bağlılık ile hiçbir derdi olmayan, üstelik yardımsever adamı nasıl ulaşılmaz hâle getirilir? “Hot Priest” karakteri ile Phoebe, bizim üstümüzde işte bu sınavın testini çözüyor. 

Dizi olarak yayımlanmadan önce tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak uzun süre seyirciyle hemhâl olan Fleabag, bizi gerçek aşka davet ettiği ikinci sezonunda bir şeytanlık ediyor. İlk sezon doyasıya yargıladığımız ana karakteri, ilk görüşte tutulacağımız o ulaşılmaz adama kavuşturuyor. Ama sadece bir iki öpücükle süren bir ilişki ile, sonsuza dek hatırlanacak şekilde. 

Hot Priest bana sorarsanız en başından beri, kimi seçeceğini biliyordu. O yüzden kendi adıma beyefendiye düzülen methiyelerin destekçisi değilim ve Allah’ından bulsun o zaman diyerek sözlerimi bağlıyorum.