Flee üzerine (İKSV galası, 2021)
Cannes seçkisinde yer alıp Sundance’den ödülle dönen, yapımcıları arasında Riz Ahmed ve Nikolaj Coster-Waldau gibi tanıdık simalar bulunan Flugt / Flee; bu seneki ödül sezonunun öne çıkan yarışçılarından. Akademi Ödülleri’nin Uluslararası Film kategorisi için Danimarka’nın temsilcisi olan, belgesel ve animasyon dallarında da eli güçlü yapımın yönetmen koltuğunda Jonas Poher Rasmussen var.
Bu yazı, Flee’yi henüz izlememişler için kimi sürprizleri bozabilir.
Zaman dilimi ve mekan
1976’da, küçük bir çocuğun pembe kulaklığı ve kız kardeşinden aşırdığı elbisesi ile Afganistan sokaklarında koşturmasını başlangıcı seçen öykü; Sovyetler Birliği’ne, soğuk kuzey denizlerine, İsveç’e ulaşmaya çalışan mühürlü kargo konteynerlerine ve oradan Danimarka’ya, konforlu bir eve uzanıyor.
Ne hakkında?
Yaşamının büyük bir bölümünde kaçak veya yasal belirsizlik içinde olan, köksüz kalan Amin’i merkeze alan Flee; Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesinin ardından bir ailenin yeni bir hayata kaçışının, dehşete düşürücü biçimlerini ekrana yansıtıyor. İlk durakları Moskova’dan itibaren insan tacirleri ve yozlaşmış yerel yetkililer arasında yol almak zorunda kalındığından, nasıl parça parça dağıldıklarına tanıklık ediyoruz.
Bu zaman atlamalı anlatıyı ısıtan Amin’in erkek arkadaşı Kasper, perdesiz, göz alabildiğine uzayıp giden bahçeli bir evde birlikte yaşamanın hayalini kuruyor. Amin ise bu birlikteliğe rağmen aidiyet ihtiyacı içinde yanıp tutuşuyor, geçmişin yükünü azaltmanın ve hikâyesini anlatmanın gerekliliğini hissediyor. Gerisi ise yerinden edilmenin kalıcı etkileri ile yoğrulmuş, oldukça travmatik bir geçmişe itiraz edebilme ve meydan okuyabilme cesareti.
İlk intiba?
-Ev kelimesi sana ne ifade ediyor?
-Güvenli…Gitmek…
-En eski hatıran hangisi?
Bu sorularla açılan belgesel boyunca nerede başladığı belirsiz, geçmişimizi oluşturup geleceğimizi şekillendiren, kimliğimizin en arkaik biçimi olan hatıraların; kendini yeniden inşa etme ve iyileştirme sürecindeki ezici etkisini izliyoruz.
LGBTİ+’ların “Onlar için bir kelime bile yoktu.” denecek kadar görünmez olduğu bir ülkede, âşık olmak için dövüş sanatları yıldızı Jean-Claude Van Damme’ı bulduğunu hatırlıyor Amin. Şimdilerde, hep “biraz farklı” olduğunu sezdiği o çocuk, hayallerine ortak olan partneriyle evlenmek üzere. Öncesinde, içine sığmayan geçmişini birilerine duyurmak, belki de duyulmak istiyor. Hikâye boğucu, can yıkıcı biçimde insanlık onurunun en dibine, sarmallar hâlinde ilerliyor. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, yıllar sonra bölgeyi terk edişinin ardından mücahit gerillalar ve köktendinci Taliban’ın yönetimi devralışı, Moskova’ya kaçış, berbat konut kompleksleri, insan kaçakçıları, yolsuz güvenlik güçleri…
Belgesel hangi yöntemler/malzemeleri kullanıyor?
El çizimi canlandırma sekanslar ile arşiv görüntülerinin bir araya getirildiği sunum boyunca; ayak sesleri kalem vuruşlarına karışıyor, kesik kesik soluk alış verişler ensede bitiyor. Görseller, günümüzü yansıtan canlı animasyondan, yakıcı bölümleri iletmek için seçilen kaba, tek renkli görüntülere kadar çeşitlilik gösteriyor. Yönetmen koltuğundaki Rasmussen, bu tekniklerin kombinasyonuyla, uzun süredir hayatında olan dostunun kimliğini ve mahremiyetini korumak niyetinde olduğunu söylüyor.
Röportaj bölümlerinin çoğunda, sanki bir terapi seansı belgeleniyormuş gibi; kamera üstünde asılı şekilde, sırt üstü yatıyor Amin. Bütünüyle rotoskop kullanılan akışta, karakterin kendini ifşa etme konusundaki şüpheleri ve acı hikâyesi ön plana çıkarılırken, bakışlarından güç alınıyor.
En çok neyi sevdin?
Flee kuir sinemanın yapıtaşlarına kapsayıcılık ve incelikle yer veriyor. Öte yandan karakterinin bireysel mücadeleler, -mültecilerin yaşadıkları başta olmak üzere- küresel açmazlar, insanlık dışı devlet politikaları ve radikal dincilikten sebep sertleşmiş kabuğunu kırmanın; kolektif hafızadan ve yüzleşmekten geçtiğini vurguluyor. Ve soruyor: Bu düşmanca dünyada hayatta kalabiliyorsan, biraz da ayrıcalıkların sayesinde değil mi?
En az neyi sevdin?
Anlatım sırasında araya giren blok zamanlar, bazı bilgilerin kafa karıştırıcı olma ihtimalini doğuruyor. Ayrıca Moskova’da kaldığı sürede, kadınların bedenleri üzerinden kurulan tahakküm karşısında sessiz ve aciz kalmanın Amin’in en büyük vicdan muhasebesine dönüştüğünü duysak da kız kardeşlerinin İsveç’e kaçışları hakkında pek ayrıntı verilmemesi, -her şeye rağmen- içte garip bir eksiklik hissi bırakıyor.
Modunu nasıl etkiledi?
Burun çekişler ve yer yer ağlama ritüelleri; Kasper’in varlığı ile hafif gülümsemelere, coming out’la ferahlamaya dönerek dindi neyse ki.
Kimler sever?
Belgesel türünün gerçekçiliği ile animasyonun gerçek dışılığını ikilik olarak görmeden, bu organik bağdan her daim haz alanlar ile teknik maharetleri bir yanda dursun; hikâye anlatımı sarkmasın diye düşünen, duru gerçeklikler peşinde koşanlar el ele versin.
Bunu seven şunları da sever
Akla gelen ilk örnek İran İslam Devrimi sonrası değişimi küçük bir kız çocuğunun gözünden aktaran Persepolis elbette. Bunun yanında Lübnan’da yaşanan iç savaşın ve katliamların nasıl kişisel ve toplumsal belleklerden silinebildiğini gösteren Waltz with Bashir, türe en yakın tercih olacaktır.
Soru işaretleri, varsa açtığı tartışmalar
Mülteci krizinin yeri, zamanı değişse de yaşananlar neden biraz olsun değişmiyor? Politik aktörler zehir saçan cümlelerini duyarsızca havaya savururken, bunun vahim sonuçları ile ne zaman yüzleşecekler? Başka bir kişiyi anlamada sınıfta kaldığımız olduğumuz veya reddettiğimiz anlarda sınırları nasıl aşacağız? Bu durum nasıl şiddete, insanlıktan çıkmaya, ihmale, savaşa dönüşüyor?
Formu dolduran: Esin Çalışkan