Birliktelik; her şeyiyle, büsbütün: Gevende ile sohbet

Röportaj: İlayda Güler - Fotoğraf: Pelin Kılıç

Bundan seneler evvel, etrafımda hep gördüğüm, duyduğum, maruz kaldığımdan başka türlü şeyleri aramaya, amansız bir açlıkla müzik dinlemeye kafayı takmış bir lise öğrencisi olarak Bant Mag.’ı okur, -henüz Spotify yokken- YouTube’da uzuuun keşif yolculuklarına atılırdım. Gevende ile tanışmam o zamanlara denk düşüyor; aklım çıkmıştı tabii. Gün gelip de o derginin bir parçası olacağımı hayal bile etmezdim ama o şarkıların yıllar boyu kulağımda duracağını bilir gibiydim sanki. Şimdi ikisi de 20. yaşını kutlarken, bu sayfada hep birlikteyiz; ne mutlu.

Ahmet Kenan Bilgiç ve Gökçe Gürçay namıdiğer ÇeÇe ile seslerin sınırsızca titreştiği, herkesin birbirinin dilinden anlayabildiği Gevende akvaryumunun derinlerine daldık; en dibinden suyun yüzüne doğru baktık. Akvaryum 23 Mayıs’ta Cappadox’a taşınıyor. Biletler burada


“Bizim açıklığımız, hayatı ve sanatı ayrıştırmadan üretebilenlere yönelik oldu. Tat aldık; alınca hem hayatımıza hem de müziğimize kattık.”  – ÇeÇe

Eskişehir’de üniversiteye giden arkadaşlar tarafından kurulmuş, ilk kaydını okul radyosunda almış, öğrencilerin takıldığı Carpe Diem’de çala çala pişmiş bir grup Gevende. Dönemin ruhunun, oradaki olanaklar ve olanaksızlıkların üzerinizdeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? O hevesli çocuklar bugünkü Gevende’yi görse ne hissederdi sizce?

Ahmet: Biz de böyle yaşlanırız umarım derdik herhâlde.:)

ÇeÇe: O dönemki arkadaşlıkların derinliği, müziğe yaklaşım, paylaşım tabii ki birçok ilk heyecan barındırıyordu. O dönemde, bu kadar geniş coğrafyaya yayılmış turneleri, festivalleri hayal etmiş miydik? Hatırlamıyorum ama akışın güzel olacağından şüphemiz yoktu; bunda inatçıydık, hâlâ da öyle. O zamanlarımıza bakınca bizi tebrik edesim geliyor. Onlar da belki, bu çalmadığımız zaman aralığı için bizi baya haşlarlardı herhâlde, kim bilir.:)

İstanbul’a göçten askerliğe kadar hayat akışındaki kimi zamanlamalarınız birbirine çok yakın olmuş. Bunları birlikte deneyimlemenin duygusunu ve grubun yolculuğundaki yerini nasıl tarif edersiniz?

Ahmet: Evet, askere hep beraber gittik; yani aynı dönemde gittik. Hepimiz farklı şehirlerdeydik. Prodüktörümüz Sinan Sakızlı, o zamanki menejerimiz Serhan Lokman filan, sanırım 10 kişi filandık askere giden ekip. Her birimiz ayrı vakitte gitse neler olurdu bilemiyorum. Daha yolun başlarında uzun aralar verirdik herhâlde. Bir tek ÇeÇe bizden ayrı gitti; bir konseri de onun izin gününe denk getirdik, davulu bir piyade olarak çaldı.:) Sahnede trampetle marş ritmi çalıp şakalar yapmasından korktuk ama yapmadı sağ olsun.

ÇeÇe: Bu biraz beraber kurulacak bir geleceğe dair bir inanç ile ilgili. Hayatı yalnız başınıza değil, bir grup insanla aynı değerleri yaşatmaya dair bir görü geliştiriyorsunuz. Eş zamanlılık nasıl müzikte önemliyse, hayatta da aynı. Üzerinden uzun zaman geçti, duygusu artık o kadar net değil belki ama bunları birine anlatırken bile “Nasıl yapmışız, hayret valla.” dediğimiz oluyor. 

Ahmet: Beraberlik, birlikte ilerlemek… Bunlar hep olumlu tınlayan şeyler. Yolda onca olumsuz şeyle de karşılaşıyoruz, bazen birbirimize kötü de geliyoruz. Yani birliktelik sadece güzellikleri getirmez, beraberinde getirdiği birçok tecrübe var ve hepsi beraber tam olarak “beraberlik” oluyor benim için. Beraberlikten kastım bu; her şeyiyle, büsbütün. İyi veya kötü tecrübe diye bir şey yok. “Tecrübe”nin bir sıfat ile yan yana geleceğini sanmıyorum. 

Gevende her albümde kabuk değiştiren, dinleyicisini daima taze seslerle besleyen bir grup oldu. Dinlediğiniz müziklerin, yaşadığınız yerlerin, zamanın koşullarının değişmesi bunu kaçınılmaz kılmış olsa gerek. Peki doğaçlama yaklaşımınız üzerinden nasıl okuyorsunuz bunu?

ÇeÇe: Her albüm yeni bir istasyon gibi oldu. Albümlerin kendi arasında da yapım, üretim tarzlarında değişiklikler oldu. Bazıları finalize edilmiş parçaların bir araya gelişi, kimisi ara toplam, kimisi de kayıttayken içini keşfettiğimiz parçalardan oluşuyor. Belki de değişikliğe uğramayan ya da en az uğrayan şey doğaçlama hâlimiz olabilir. Zaman içinde belki bazı şeyler daha oturmuştur, beslendiğimiz tarzlar çeşitlenmiş olabilir. Ama yine de tanımlamaya kalksak, “canlı aranjman” denebilecek “şarkı doğaçlamaları”nda çok köklü bir değişiklik yok gibi. Kulaklar açık; Gevende denen sessel bütüne akıştayız.

Belki de o üniversite ruhunu korumanın bir getirisi olarak hiçbir zaman içine kapalı bir grup olmadınız. Farklı coğrafyalardan, farklı üsluplardan pek çok müzisyenle temaslar kurdunuz; ikinci albümünüz Sen Balık Değilsin Ki’ye stüdyonuzun komşusu Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın gösterisinin adını verdiniz; giderek genişleyen kolektifiniz seyircinizi de kapsadı hep. Bu ahalicilik siz ve müziğiniz için ne anlama geliyor? 

ÇeÇe: Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın manifestosunda “bir ‘düş ülke’dir ya da bu ‘düş ülke’yi arar.” diyor. O düş ülkeyi başka düşleyenler de varsa, yolda mutlaka birbirini tanıyor, buluyor ve bırakmıyor. Ve bu sadece sanat topluluklarından ibaret bir hâl değil. Dinleyicisi, seyircisi, beraberce hayal etme becerisi olanlarla kümülatif bir bakış açısı. Bizim açıklığımız, hayatı ve sanatı ayrıştırmadan üretebilenlere yönelik oldu. Tat aldık; alınca hem hayatımıza hem de müziğimize kattık. 

Ahmet: Özellikle doğaçlama partisyonlarda o an orada seyirci ile bir şey cereyan ediyor ve ne öncesi ne sonrası var; sadece o an var. Böyle anları biriktirdiğin insanları tanımasan bile, onlar da  birbirlerini tanımasalar bile akış seni onlarla yan yana getiriyor; manen. Konserler de bu buluşmanın seremonisi gibi. Ocaktaki 20. yıl konseri bunun en büyük yaşandığı andı. 167 dakika çalmışız. 3 saniye gibiydi.

İran, Pakistan, Nepal, Norveç ve daha nice ülkeden geçti yolunuz. Hem dinleyici hem de müzisyen olarak müthiş hatıralar biriktirdiğinizi tahmin etmek güç değil. Yaptığınız seyahatler, sahne ve seyirciyle kurduğunuz ilişkiyi nasıl dönüştürdü? Sizin için unutulmaz tecrübelerden birini paylaşmanızı istesek?

ÇeÇe: O zamana kadar farklı kültürlerin seslerine, müziklerine açıktık aslında. Nusrat Fateh Ali Khan dinlerdik mesela Eskişehir’de. Fakat İran’dan başlayarak; aşina olmadığımız, batılı modern dünyadan farklı, bambaşka sosyal iklimlerden geçtik. İsfahan’dayken bize “Burası batının son kenti, buradan sonra doğu başlıyor.” dediler. Sonra Pakistan’a girdik ve çöl başladı zaten. Lahor’da bir sufi gecesine katıldık ki anlatması çok güç, sabahlarız.:) 

Ahmet: Evet, seyahatin en üst noktasıydı Lahor’daki sufi seremonisi ve müzik. Ekipçe hava kararmasına yakın şehrin ortasında çaresiz kaldık; kalacak yerlerin hepsi dolu, elimizde Lonely Planet var, hepsine baktık. O sırada nur gibi bir adam şehrin kalabalığını sakince aralayarak geldi ve “Yer arayan müzisyenler siz misiniz?” dedi. Malik, Nusrat Fateh Ali Khan’ın en yakın arkadaşı; Pakistan Ulusal TV’nin müzik yapımcısı. Bizi üç gün evinde misafir etti. Akşamları terasta Nusrat Fateh ile hatıralarını dinledik yıldızlar altında. 


“Yaşadığı coğrafyanın dokusunu, iklimini taşıyan mekânlarda müzik yapmak mekâna, zamana ve âna büyüleyici bir şekilde bağlıyor sizi.” – Ahmet 

Sizden gayrı bir Gevende Bey daha var. Orhan Cem Çetin’in portrelerinizi üst üste pozladığı bu görsel, grubun sembollerinden biri olup çıktı. Bu ortaklık nasıl filizlenmişti?

Ahmet: Orhan Cem bizim bir konserimize geldi; orada tanıştık. Sonrasında biz ona, o bize hayran sohbetimiz devam etti. Beraber nasıl bir şeyler yaparız derken, Orhan Cem Çetin’in aklına tüm ekip üyelerinin (Ahmet Kenan Bilgiç, Gökçe Gürçay, Okan Kaya, Ömer Öztüyen, Serkan Emre Çiftçi) fotoğraflarını üst üste koyup başka bir karakter ortaya çıkarma fikri geldi. Maslak’taki stüdyomuzda beraber bir gün geçirdik, çekimler yaptık ve Gevende Bey hoş geldi. 

13 Ocak 2024 gecesi dinleyicileriniz için büyü etkisindeydi. Birlikteliği, sevgiyi, müziğin şifasını hissettik; yanımızdaki yabancıyla beraber tatile çıksak iyi anlaşacağımıza, kafaların öyle denk olduğuna inandırdınız bizi. Sahnede nasıl yaşandı peki 20. yıl konseri? Altı sene aradan sonra böyle bir buluşmada çalmak size ne yaptı?

ÇeÇe: Kişisel olarak kendimi büyüleyen tarafta değil, büyülenen tarafta buluyorum. Grup arkadaşlarımla kan ter içinde çalmaya zaten hasrettim. Seyirci de işin içine katılıp bu şekilde bizi bağrına basınca sarhoş gibi, sermest gibi oldum. Fakat sahnede kendimi kaybetmek gibi bir lüksüm yok tabii ki. Hatta 20. yıl konseri en temkinli çalışlarımdan biriydi. Müziğin hakkını vermek için headbang yapmadan, en ince detayları atlamadan bir konser geçirme çabasındaydım. Yine coştuk tabii ama belki coşkusu bu dikkatli çalımdan doğmuş da olabilir. 

Bir de parçalar, provalardan başlayarak binbir türlü anıyı beraberinde getirdi. “Norveç’te şurasını öyle çaldıydık, Mezzo’da böyle…” gibi konular açıldı. Konser gününe gelene kadar biz de geçmiş 20 yılımızı bir gözden geçirdik. Konser sonrası ilk ve tek prodüktörümüz Sinan Sakızlı geldi, dedi ki: “E güzel, suya yazı yazmamışız.”.:)

Kilise, medrese, karanlık oda, alışılageldik venüler gibi akustiği birbirinden bambaşka mekânlarda çaldınız bugüne dek. Hem hissî hem de teknik olarak müziğe dair neler öğrendiniz bu deneyimlerden? 

ÇeÇe: Müzik çok eski bir varlık. Günümüz koşullarındaki formları hem toplumca hem endüstrice alışılagelmiş paketler hâlinde görülme eğiliminde. Kayıtlı müziğin ilkelerinde çok değişiklik yapma şansımız pek yok. En azından canlı performansta farklı akustikleri deneyimlemek, o odanın müziğe katkısını duymak gibi şansları hep kullanmaya çalıştık. Norveç’teki Vigeland Museum’da 20 – 25 saniye süren reverb / bir ses dolaşımı söz konusuydu. Buna göre çalmaya başladığımızda da müziğe verdiğimiz şekilde artık yalnız değildik. Oda da bunun bir parçası oldu. Tabii ki doğaçlama eğilimimiz farklı odalara ve durumlara adaptasyonumuzu kolaylaştırıyor. Sadece, odayı da performansçı olarak ekipten saymak gerekiyor.

Bu kez Cappadox kapsamında Çiftlik Ev +1 sahnesinde çalacaksınız. Tam sizlik bir yer gibi. Mekâna özel hazırlıklarınız var mı, dinleyiciyi neler bekliyor bu konserde?

Ahmet: Mekânların, konserlerin en büyük parçalarından biri olduğunu düşünüyoruz. St. Antuan kilise konseri, Zinciriye Medresesi kaydı, Norveç müze konseri, Kuzey Kutbu’ndaki şapel performansı gibi daha nice yerlere gitmemimizin ana motivasyonu, mekân ve o mekânın akustiği idi. Yaşadığı coğrafyanın dokusunu, iklimini taşıyan mekânlar, diğerlerinden kolaylıkla ayrışıyor; yani gösterişin yanı sıra var olduğu mekân ile konuşabilen yapılar. Böyle olunca, o mekânlarda müzik yapmak mekâna, zamana ve âna büyüleyici bir şekilde bağlıyor sizi. 

Son konserlerinizde yeni şarkılarla tanıştırmaya başladınız dinleyiciyi; çok da iyi tepkiler aldı. Neler var yolda? 

Ahmet: Şu an nadas sonrası neler olmuş, şöyle bir dolanıyoruz. Çok ara vermeden yeni kayıtlarla devam ama bir tarih vermek için henüz erken.