Gökhan Akçura ile son kazı çalışması üzerine: “İstanbul Şarkıları”

Araştırmacı yazar Gökhan Akçura’nın son kitabı İstanbul Şarkıları: Şehrin Müzik Tarihinde Kazı Çalışmaları geçtiğimiz kasım ayında Oğlak Yayınları etiketiyle yayımlandı. İncesazdan gazinoya, müzikhollerden bahçelere, saz vapurundan caz vapuruna, revü olgusundan Türkiye’nin ilk radyosuna, Ayvansaray’a, Sulukule’ye, “tarihte en çok adı değişen şehir olan” İstanbul’un müzikli tarihini keşfe çıkan bu çalışmayı Akçura’dan dinledik.

Röportaj: Yiğit Atılgan

Taksim bahçesinde bir dans matinesi
Darüttalim-i Musiki Topluluğu plak dolduruyor

İstanbul’un müzikli tarihine hangi perspektiften yaklaşmak istediniz, araştırma sürecinde hangi tür kaynaklara başvurdunuz?

Benim kitaplarımda genel olarak ilgilendiğim alan “gündelik yaşam”. Gündelik yaşam dediğimiz zaman, genellikle pek ellenmemiş, ilişilmemiş bir tarla çıkar karşınıza. Neresinden tutacağınız, ne kadar malzeme bulacağınız meçhuldür. Pek sizden önce yapılmış çalışma yoktur, ya da azdır. Olanlar da birbirini tekrarlayan yazılardır. Kaynaklarınız çok sınırlıdır. O alanda yazılmış bir kitap, bir akademik çalışma yoksa, neredeyse sıfırdan başlarsınız. İlk başvurularınız gazete ve dergilerdir. Yani önce kütüphanelere, varsa e-arşivlere dalarsınız. Mutlaka ön çalışma yapmış, oradan buradan topladığınız bilgileri bir dosyaya koymuşsunuzdur elbette. Efemeralar da yardımcı olur, ama öyle şıp diye bulunan şeyler değildir. Çok uzun zamandır müzayedeleri takip etmiş, ilgilendiğiniz, ya da ilerde ilgileneceğinizi düşündüğünüz konularda malzeme toplamış olmanız gerekir. Velhasıl, kazı çalışması gereken zorlu bir süreç yaşarsınız. İstanbul Şarkıları da diğer kitaplarım gibi böyle bir sürecin mahsulü…

Bu “kazı çalışması”nı piyasaya çıkan Osmanlı-Türk musikisinin ilk biçimi olan incesaz ile başlatıyorsunuz. Kapalı mekânlarda daha sanatsal bir biçimde icra edilen ancak eğlence müziği olarak şenliklerde de çalınan bir müzik olan incesaz, bu iki kimliğiyle zaman içerisinde nasıl eviriliyor?

Kitabın ilk ve en uzun yazısı olan “İncesazdan gazinoya”, benim “sahnelerde icra edilen bu müziğin kökenleri nedir acaba” diye merak etmemden kaynaklandı. Ses kayıtları ve hatıralara kaydedilmiş bilgiler 19. yüzyıldan başlıyordu. Bu kaynaklar, incesaz olarak nitelenen, kimilerinin “İstanbul musikisi” olarak adlandırdığı müziğin önce İstanbul’un konaklarında, yalılarında, saraylarında icra edildiğini belirtiyordu. Yani daha kapalı bir yapısı vardı bu müziğin. Meraklı ve az sayıda kişiye, özel olarak icra edilen, zaman zaman katılınan, ama neredeyse kutsal bir biçimde icra edilen bir müzik… Öte yandan mesirelerde, bayramlarda genellikle de Roman müzisyenler tarafından yaşama geçirilen daha az önem verilen akraba müzikler de var. Zaman içinde bunlar birbirini etkiliyorlar…

İncesazın içerisinde solist ve sahne kavramlarının öne çıkmasıyla gazinolara geçiş süreci gerçekleşiyor. Bu süreçten ve o dönem Türkiye’sinde öne çıkan olgulardan bahsedebilir misiniz?

19. yüzyıl sonunda, dünyadaki gelişmelere de paralel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda da kapitalistleşmenin ilk etkileri gözükmeye başlıyor. Bunlardan biri de gazino ve bahçeler. Bu ilk gazinolar, daha sonra tanışacağımız gazino kültürünün ilk biçimleri. Ama ihtiyaç aynı. Mekân varsa, sahne varsa, müşteri varsa; onlara sunulacak bazı gösteriler de olacaktır. Diğer tür gösterileri bir kenara bırakıp, sadece müzik olarak ele alırsak, incesazın sahneye çıkma zamanının gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. Aslında incesazın, belki de biraz daha da evvel kıraathanelerde icra edilmeye başlandığını görüyoruz. Ama buralarda da hâlâ oldukça “kutsal” bir atmosfer var. Sınırlı izleyici, ilgi dorukta, pür dikkat izleme süreci… Gazino ve bahçelerde ise, artık daha çok seyirci olarak ve özellikle de eğlenmeye gelmiş insanlar olduğu için incesazın ulvi yanı geride kalmaya başlıyor. Seyircinin arzuları, beğenileri gözetilmek zorunda. Yoksa patron bir süre sonra sizi kapı önüne koyabilir.

Hamiyet Yüceses bir yaz konserinde, 1950

Kadınların Cumhuriyet ile birlikte hayata daha çok karışması İstanbul müziğini ne açılardan etkiliyor?

Evet bu konu da çok önemli. İncesazın eski dönemlerinde de kadın şarkıcılar var. Ama bunlar gayrimüslim kadınlar, daha çok da Romanlar… Nasib Hanım, Gülistan Hanım vb… Cumhuriyet yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi, sahne yaşamında da kadınlara özgürlükler sağladı. Radyoda, gramofonda ve sahnelerde Müslüman Türk kadınlar görülmeye başladı. Hatta biraz fazla bile oldu bu görülme olayı. Kadın sesine, kadın yüzüne hasret toplum, fazla ince eleyip sık dokumadan sahneye çıkan her kadın şarkıcıya prim verdi. O kadar ki, dönemin erkek müzisyenleri bundan şikâyet etmeye başladılar. Kadınlar sahneleri işgal etti, bize ekmek kalmadı, diyerek. Ama elbette bunlar arasından nitelikli olanlar da çıktı, bugün bile adını bildiğimiz birçok sanatçı 1930’ların başlarında sahneye çıktılar: Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses… Kadınların gazinolarda öne çıkması müziğin kalitesine önemli bir etki etmedi, ama sesini, manzarasını değiştirdi elbette.

Gazinolar döneminde müzik coğrafi olarak şehrin çok farklı yerlerine yayılıyor, dört mevsim icra ediliyor ve halkın farklı kesimlerine uygun versiyonları mevcut. O dönemki kültürel çeşitliliği bugünle nasıl karşılaştırırsınız?

Yazımda gazinoların ilk dönemini ele alıyorum. Cumhuriyet’in ilanından 1950’li yıllara uzanan bir süreç. Bu dönemde İstanbul Musikisi diye nitelenebilecek müzik, henüz asal özelliklerini kaybetmemiş. Tamam, bir gösteri müziği haline dönüşmeye başlamış, ama geçmişle bağlarını da koruyor. O yılların sahnelerini görme imkânımız yok ama, aynı dönemin plak kayıtları bize ipuçlarını veriyor. Fasıl var, nitelikli müzisyenlerin icraları var, geleneği sürdürmeye çalışan şarkıcılar var. Bu nedenle o zamanın gazinoları çekici… Ayrıca sinemanın yeni yeni yaygınlaştığı, radyonun ilk adımları attığı yıllardayız. Gazinolar bu nedenle büyük ilgi görüyor. İstanbul’un her köşesinde gazino veya bahçe var. Özellikle yazları, açık havanın nimetlerinden yararlanıyor gazino patronları. Küçükçiftlik, Belvü, Çiftesaraylar, Sarayburnu, Bomonti yazları dopdolu. Sarıyer’in ünlü sularında da müzik dinleme imkânı var. Kışın ise biraz daha pahalı ve daha az sayıda insan alabilen barlar, gazinolar özellikle Beyoğlu’nda arzı endam ediyorlar. Londra, Mulenruj, Maksim o günlerin güzide mekânları. Ama sıradan bir insanın gidebileceği yerler de var her zaman. Direklerarası’nın sinema ve tiyatroları hemen gündeme uymuşlar, tiyatro ve müziği en ucuza alabileceğiniz olanakları yaratmışlar. Yani özetle, paranıza uygun bir müzik dinleme yeri bulmak ve buralara gitmek şansına sahip olanların şehri o zamanlar İstanbul…

Pogany Kadın Orkestrası

Kitapta sıkça açtığınız parantezlerden biri revülere ait. Alabanda, Adalar Revüsü ve Macar revülerine ayrı ayrı yer ayırmışsınız. Eskiden beri alafranga haliyle var olan revü 1939’de Mualla Gökçay’ın başı çekmesiyle alaturka bir hal de alıyor ancak itirazlar da eksik olmuyor. Revü olgusu İstanbul’un müzik tarihinde nereye oturuyor?

Alaturka müzik sahneye çıkarken, alafranga müzikler de boş durmuyordu elbette. Başka bir kitabımda anlattığım gibi, Cumhuriyet’in ilk yılları operetin de yükseliş dönemi. Süreyya Opereti, ardından Şehir Tiyatrosu’nun operet sahnesi… Yani batı tarzı müzik ve dans. Alafranga barlar ve gazinolarda ise, çoğunlukla yurtdışından gelen revü artistleri. Şarkı, dans, gösteri dünyalarının şehri adeta istilası. Bu alafranga revü dünyasının baş artistleri ise çoğunlukla Macar. Bunu fark edince merak ettim ve inceledim. Niçin Macarlar diye? Cevabı kitapta elbette… Ardından gazete ilanlarında ve tanıtım yazılarında “alaturka revü” kavramına rastladım. Bu da ilginçti. Revü bildiğiniz gibi batılı bir tür. Kısaca özetlersek, alaturka müzik yapan sanatçılar, bu batı tarzı revü modasından herhalde olumsuz etkilenmişler ve biz de o zaman kendi müziğimizle revü yapalım demişler. Elimizde ne canlı görüntüleri var, ne metinleri, ne de müzikleri… Ama çok merak ediyorum doğrusu: Safiye Ayla’nın 20 kişilik saz heyetiyle “Havai Adalarında Bir Gece” ya da “Bakireler Ayini” revülerinde, Mualla Gökçay’ın “Abbase / Bağdat Gecelerinde Bir Aşk Macerası” revüsünde neler yapıp, neler söylediklerini… Ama bu moda da bir süre sonra ilk etkisini kaybediyor, ardından alaturka ve alafrangayı birleştiren Alabanda Revüsü geliyor. Neyse ki bu revünün metnine ve müziklerine sahibiz…

Pop müziği, o sıralar moda olan müziklerin popüler olarak izleyicilere sunulması olarak tanımlıyor ve Türkiye’de pop müziğin 1960’larda başladığını iddia edenlerin aksine pop müziğin çok eskilerde farklı türlerde karşılığını bulduğunu söylüyorsunuz. Erken dönem Türkçe pop müziğin önemli figürleri kimler ve şarkı sözlerine ne tür olgular yansımış?

Pop müzik ne anlama gelir? Popüler müzik sözünün kısaltılmışı değil mi? Ama “pop”un çağrıştırdığı batı tarzı bir müzik elbette. Yani hem batılı, hem güncel, hem de geniş kitlelere hitap eden… Bunun bizdeki ilk örneği sanırım kantolar. Sonra da Cumhuriyet’in ilk yıllarında piyasayı saran plaklarda karşımıza çıkan şarkılar. Tango, fokstrot, rumba, ya da o yıllarda çokça kullanılan “fantazi” müzikler. Tabii Türkçe sözlerle. Bir bölümü beste, bir bölümü ise yabancı müziklere Türkçe söz yazılarak icra edilmiş şarkılar. Yani daha sonraki bir deyimle “aranjmanlar”. Öyleyse niye pop müziğimizin tarihini 1960 yıllarından başlatalım ki? İlk dönemlerde kimler dolduruyordu bu plakları? Örneğin 1929 yılında Avrupa’da tahsil görmüş bir Afife Hanım var. Tiyatrocu Afife değil bu… Yabancı parçalara Türkçe sözler yazılmış şarkılarıyla meşhur, çok da güzel sesi var. Fikriye Hanım var, sonradan Şakrakses soyadını alıyor, Muhlis Sabahattin’in gözdesi. Operetten fantaziye uzanan bir repertuarı var. Sonra, Gülriz Sururi’nin çok genç yaşta ölen annesi Suzan Lütfullah var. Kocasıyla Almanya’ya gidip onlarca plak doldurmuşlar, Almanca parçalara Türkçe sözler yazarak. Konular da serbestiyet kazanmış; aşk, öpücük, çapkınlık, gece gezmesi, daktilo, tayyare… Yani moda olan konular rağbette. Buyrun size halis pop müzik!

Gemi güvertesinde caz

“Şirketi Hayriye, yani Boğaziçi’nin vapur seferlerini üstelenen şirket, 1930’lu yıllarda Boğaz’a rağbeti artırmak için bir seri girişimde bulunmuştu. Bunlardan biri de çalgılı vapurlardı…”

Radyo programcısı kimliğine de sahip biri olarak 1927-1937 yıllarında faaliyet gösteren İstanbul Radyosu dönemine, bu radyonun musikiye ve ulus inşasına katkısına ve tıkandığı noktalara ayrı bir bölüm ayırmışsınız. Bu maceraya dair ilginizi özellikle ne çekti?

Türkiye’nin ilk radyosu. 1927’de kurulmuş. İstanbul’da sadece 7-8 alıcı var. Onlar da kulaklıkla dinlenebilen modeller. Üstelik özel teşebbüs. Tamam devlet desteği de var ama, sonuç olarak bireysel bir girişim. Elimizde hiçbir kayıt yok. Çünkü kayıt yok, yayınlar canlı yapılıyor, anında dinlersen dinledin. Peki bilgilerimiz nereden? Dönemin basınından ve radyonun yayını olan Telsiz adlı dergiden. Bakıyoruz, her gün akşam beşten, gece ona kadar yapılan yayınlara… Alaturka müzik ağırlıkta, İzak Algazi, Mühnir Nurettin, Fikriye Hanım, Neyzen Tevfik, Sadettin Kaynak, Hafız Burhan, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar en çok karşımıza çıkan isimler. Arada sohbet programları da var, borsa bilgeleri de, Anadolu Ajansı haberleri de. Radyo orkestrası kurulduktan sonra klasik batı müziği programları çoğalıyor. Hafif Batı Müziği de çalıyor aynı orkestra. Ayasofya o zaman camii. Buradan Kadir gecesi yayını yapılıyor, canlı olarak. Tabii Türkçe ezan ve Kuran var o yıllarda. 1937 yılına kadar sürüyor bu radyonun yayını, sonra pazar ekonomisine yenilip yerini devlet radyosuna bırakıyor. Bu öykü nasıl ilgimi çekmesin ki? Bence gerçekten bir “kahramanlık öyküsü”, yazımın başlığında olduğu gibi.

Gregor

Caz, kitapta özellikle iki yerde karşımıza çıkıyor. Biri Şirket-i Hayriye’nin 30’ların başlarında Boğaziçi tanıtım hamlesi kapsamında işlettiği caz vapurları, diğeri de Fransalı cazcı Gregor’un yine 30’ların sonundan itibaren dans müziğinin içindeki varlığı. Cazın odaklandığınız dönemdeki seyrine dair ne söylemek istersiniz?

O dönemin cazı, bugün anladığımız manadaki caz değil. Önce bunun altını çizelim. Caza gidelim dendiği zaman “dans müziğine gidelim” denmek isteniyor. Cazband denildi mi, hafif müzik, dans müziği çalan orkestradan söz ediliyor. Şirketi Hayriye, yani Boğaziçi’nin vapur seferlerini üstelenen şirket, 1930’lu yıllarda Boğaz’a rağbeti artırmak için bir seri girişimde bulunmuştu. Bunlardan biri de çalgılı vapurlardı. Hafta sonları Galata Köprüsü’nden vapura biniyorsun, Sarıyer’in ilerisine, Altınkum plajına kadar gidiyorsun. Vapurda büfe var, ünlü lokantacı Pandeli idaresinde. Ayrıca canlı müzik var. Seçtiğin vapura göre. Alaturka müzik dinlemek istiyorsan “saz vapuru”na, alafranga dinlemek istiyorsan “caz vapuru”na bineceksin. Ama caz vapurunun ömrü kısa sürüyor. Saza rağbet daha fazla, bu nedenle bir süre sonra sadece saz vapuru kalkıyor köprüden… Gregor’a gelirsek, öncelikle bir düzeltme yapalım. Gregor hasbehas İstanbullu. Okumak için Fransa’ya gitmiş, orada dans ve müziğin cazibesine tutulmuş. Orkestralar kurmuş, konserler vermiş. Fransa cazının kurucuları arasında sayılıyor. Güney Amerika’ya yaptığı turneden sonra 1937’de ana vatanına, İstanbul’a dönmüş. Tamam kökeni cazcı ama bakmış ki bu şehirde caz yok, caz denilen müzikler dans müziği. O da, para kazanacak elbette, moda müzikler ne ise onları çalmaya başlamış. Ama beni Gregor’un müzisyenliğinden çok “konseptçi” yanı etkiledi. Müthiş konseptli geceler düzenleme uzmanı kendisi. Sevil Gecesi, Budapeşte Gecesi, Ekvator Gecesi, Sirk Gecesi, Piramit Geceleri, Transatlantik Gecesi… Hatta bir seferinde “Gregor bir boğa ile güreşiyor gecesi” bile var. Artık tahayyül etmenin bile pek kolay olmadığı bir gece bu. Söz konusu geceler, adlarına uygun dekorlarıyla, müziğiyle büyük otellerin, şık gazinoların sahnelerinde icra ediliyor. Gregor’u önemsememin en büyük nedeni bu.

“Ermeniler müzik ve el sanatlarında, Rumlar ise özellikle eğlence yaşamında İstanbul’un nabzını tutan halklardı.”

Gregor aslında Ermeni bir müzisyen, kitabın çeşitli yerlerinde de sıkça gayrimüslim müzisyenlerin İstanbul’un müzik tarihine katkılarını gözlemliyoruz. Kırım ve mübadelelerle söz konusu nüfusun azalmasının bu tarih üzerindeki etkisi sizce neler oldu?

Bu cevabı kısaca verilemeyecek kadar uzun bir konu. Yalnız müzik yaşamı değil, tüm şehrin yaşamını etkileyen bir olgu. Ermeniler müzik ve el sanatlarında, Rumlar ise özellikle eğlence yaşamında İstanbul’un nabzını tutan halklardı. Bunlar Ermeni tehcirinden başlayıp, Kıbrıs olayları sonrası Yunan uyrukluların şehirden kovulmasına kadar uzanan bir süreçte defalarca dışlanarak, şehrin yaşamından silindiler. Bugün sayıları pek az azınlıklar halindeler. Onların gitmesiyle şehrin karakteristik özelliklerinin birçoğu kayboldu. Müzik de bu olumsuz gelişmelerden nasibini aldı elbette.

Eduardo Bianco, Opera Sineması, 1930

Cazın dışında özellikle yer verdiğiniz bir müzik türü de tango. 19. yüzyılın sonlarında Arjantin’de doğan bu müzik nasıl oldu da İstanbul’un kültür yaşamına uzun yıllar boyunca damga vurdu?

Tangoyu Türkiye’ye getiren ve geniş kitlelere tanıtan, sevdiren kişi aslında Avrupa’da yaşayan bir Arjantinli: Eduardo Bianco. 1929’dan 1950’li yıllara kadar dört beş kez gelip konserler vermiş, Park Otel gibi mekânlarda program yapmış, plaklar doldurmuş bir müzisyen. İstanbul’a ilk geldiğinde filmlerden önce de çalıyormuş orkestrasıyla. Kısa sürede şehri bir tango merakı sarmış. Dans dershanelerinde tango dersleri verilmeye, giderek tango orkestraları kurulmaya başlamış. Bu elbette müzisyenleri de etkilemiş. Kitabımda, Türkçe tangonun en etkili isimlerinden birine de yer verdim: Necip Celal Andel. Mazi, Özleyiş gibi çok bilinen tango parçalarının yazarı. Ama Türkçe tango elbette onunla sınırlı değil. Birçok söz yazarı ve besteci var. En tanınanları Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk’tür. Türk tangosunun da ayrı bir tadı vardır, daha yumuşak, danstan çok dinlenmeye yatkın.

“İstanbul’un müzik tarihi açısından Ayvansaray ve Sulukule vazgeçilmeyecek önemdedir.”

Sulukule

Kitapta Sulukule’ye özel bir yer ayırmışsınız. 18. yüzyıldaki ilk yerleşmelerden başlamış, 50’lerde Vatan Caddesi’nin inşaatıyla başlayıp bölgeyi turistik bir bölge haline getirecek tanzim projeleriyle devam eden, 90’lardaki ev baskınlarından 2000’lerdeki TOKİ yıkımına uzanan süreci takip etmişsiniz. Bu mahalleyi dair özellikle ilginizi çeken ne?

On yılı geçti herhalde, Sulukule’de “dönüştürme” faaliyetleri başlamıştı. Yüzyıllardır burada yaşayan Roman nüfus yerlerinden ediliyordu. Ben de bu çerçevede yapılan etkinliklere katılıp bir söyleşi yapmıştım. O zamandan başlayan bir merakla, Roman müziği, özellikle Sulukule’deki “eğlence evleri”nin tarihi gibi konularda araştırmalar yaptım. Hatta bir ara Yıldız Üniversitesi’nde verdiğim müzik ve sosyal yaşam derslerine Hüsnü Şenlendirici’yi konuk edip, eski plaklarda çingene müzikleri söyleşisi bile yapmıştık. Bunu da aldım kitaba. İstanbul’un müzik tarihi açısından Ayvansaray ve Sulukule vazgeçilmeyecek önemdedir. Bunu anlatmaya çalışıyorum yazımda.

Kronolojik olarak değindiğiniz son türlerden biri rock’n’roll. 50’lerin ikinci yarısında İstanbul’a uğrayan rock’n’roll gençler arasında uğradığı teveccüh kadar yasaklamalarla da karşılaşmış. Bu tepkinin kökenlerinde neler var?

1950’lerden itibaren biliyorsunuz dünya çalkalanmaya başlar. Genel ahlak, statü, gelenekler sarsılır, yeni anlayışlar devreye girer. Bu tepkilerle karşılanır, yasaklar çıkar, ama yenilikler yine galip gelir. Hayat değişerek sürer. Türkiye’ye gelen rock’n’roll dalgası da aynı evreleri geçirdi. İlginçtir paralelinde striptiz de geldi ve aynı tepkilerle karşılaştı. Gençlik ve kadın dernekleri bildiriler yayınladılar, toplantılar yaptılar, cezalar konmasını istediler. Önlemler alındı, yönetmelikler çıkarıldı. Ama hiçbiri etkili olmadı. 1960’lı yıllara gelindiğinde rock’n’roll yarışması olmayan balo kalmamıştı. Bütün gece kulüplerinde de striptiz gösterileri baş köşeye oturmuştu. İşte bu yazı o dönemi anlatıyor. Hatta yerli isim bile bulunmuştu rock’n’roll’a: Sallan yuvarlan…

Turhan Selçuk 1957