Hande Ortaç mükemmelliğe değil, kusurların çekiciliğine inanıyor

Bant Mag. No:77’deki 8 yazarın zihnini kurcaladık dosyasında, yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı. 

Üçüncü kitabı Daha İyi Misin’de (İletişim Yayınları) bir savaştan kaçanların, gidenlerin ardından çaresizce bakanların, mücadeleye omuz verenlerin, derdine ortak olanların öykülerine yer veren Hande Ortaç sorularımızı yanıtladı.

“İstediğim sesi bulana, söylemek istediğim hikâyeyi duyana kadar resmen kıvranırım.”

Okumak ve kendini yazarak ifade etmek benim için erken yaşlarda başladı. Sanırım okumaya meraklı bir çocuğun kurmacadan gayrı bir düşünce sistemi geliştirmesi pek mümkün olmuyor. Oyun çağında, hele de bunun keyfini sürme lüksüne sahip bir çocuksanız. Hayal dünyasıyla gerçek, kurmacanın sağladığı araçlarla yazıda birbirine harmanlanıp tuhaf bir düşünce sistemi oluşturuveriyor. Lafı edilmeyecek ama yazıyla ilişkimi biraz ortaya koyduğunu düşündüğüm, ilkokulda hem il hem de okul çapındaki kompozisyon yarışmalarında aldığım dereceler mesela, benim için tatlı anılar. Çocukluk dönemi için belirleyici olmuş bu kendini ifade yöntemi ortaokul döneminde sekteye uğradı ve uzun yıllar uydurup yazmayı, o yaşımda bu tabiri çoçuksuluğu yüzünden dışlamakla birlikte çokça, yazının kendimden büyüklüğünü idrak etmeye başladığım için, geçmişe gömüp iyi bir okur olmayı seçtim. Bu günden o yıllara baktığımda ergenliğin o çetin yıllarını günlükler adı altında renkli defterlere büyük bir adanmışlıkla kaydederken bile kendime yazar olma hayalini yakıştıramamış olduğumu fark ediyorum. Hep hikâye anlatan, hep kendi ritmiyle farklı okuma deneyimlerini kovalayan (içinde pek de gurur duymadığım romanslar, ucuz polisiyeler ve mürekkebi eline çıkan çizgiromanlar da var), her duygu durumunda metinlerden medet uman, üniversitede siyaset bilimiyle ve tiyatroyla haşır neşir olup metinlerin çok farklı anlam boyutlarına kafa yoran birinin, yazmayı sandıkların en dibine gömmesi yazma eylemini sadece gözden uzak tuttuğu ama derinlerde bir yerlerde yaşatmaya devam ettiği anlamına geliyor diye düşünüyorum. Zamanını bekleyen bir çeyiz vermişim kendime de pek fark etmemişim sanki, şimdi bakınca bunu fark ediyorum.

Çünkü ne zaman sıkıştım, o acil durumda camı kırıp tekrar yazıya yaslandım. Üniversiteden mezun olmuş, iş hayatına atılmış mücadele içinde “yahu ne dedik ne oluyoruz?” telaşında yazmak, uyumlanmaya çalıştığım dünyada bodoslama çarptığım durumları daha iyi anlamaya çalıştığım bir egzersiz hâlini aldı. Evet ‘bu anlama çabası’ çok sıkıcı ve klişe biliyorum. Ama yetişkin hayatta her cephede mücadele verirken, (bu savaşı biraz somutlayalım, kimse için yeni şeyler değil tabii, yine de şahsımın önemsiz tarihindeki bu birkaç meseleyi buraya da not düşmüş olalım: İş hayatının korkunç hiyerarşisinde ve uydurulmuş sistematiğinde genç bir kadın olarak var olmak, kafanın tepesinde hayallerle yaratıcı işler yapmayı arzularken ay başında kirayı ödemek için her Allah’ın günü için çıkana kadar çalışmak, toplumsal beklentilerle bireysel amaçların amansız savaşı, ülkendeki adaletsizliklere boğazını yırtsan, kendini parçalasan da çözüm bulamamak/olamamak, Kafkaesk bir dünyanın ortasında gelecek kaygısıyla kurtarılmışların gemilerinde bir yer mi edinmek yoksa kendi gemini mi inşaa etmek arasında salınmak vs vs vs) şikayetlerim sızlanmalarım ya da kendimce derin olan tespitlerimin pek bir yere varmadığını, konuşmanın beni bir yere götürmediğini fark ettiğimde içime dönüp derdimi anlamaya ve anlatmaya yazı aracılığıyla giriştim. Benim için yazmak önce idrak etmeye sonra da ifade etmeye yarıyor. Bunu doğrudan düşünce yazısıyla değil de hikâyenin o duygulara hitap ederek içe işleyen ve böylece okuyana farkına bile varmadan sorgulatma potansiyeline güvenerek yapmayı seviyorum. Hikâyeler, öyküler; formlarının bahşettiği gücün yanında, yani roman, öykü, oyun vs, olmalarından öte insanlar üstünde büyülü bir etkiye sahip. Bunun sınırlarını kendi sorularımla keşfetmeye çalışmak inanılmaz bir haz veriyor bana. 

Üstüne düşündüğüm konulara gelince, ülke ve dünya konjonktürü sağ olsunlar bizi bir an bile boş bırakmadıkları için ne yazık ki oldukça zengin bir portföyüm var. Ama tüm bu seçenekler içinde benim yazımın merkezinde; değişen dünyanın kucaklaması gereken tüm bireysel var olma biçimleri, küresel iklim krizi ve olası korkunç sonuçları, aklımın yettiğince konu edindiğim toplumsal adaletsizlikler var. Aile de benim önemli sorunsallarımdan biri. Bu küçük toplumsal birimden umduğumuz medet ve sonu gelmez başarısızlıkları üstüne düşünmeyi seviyorum. LGBTİ+ bireylerin hikâyelerde dolaysız yer alabilmeleri, kurumsal hayattaki emek sömürüsünün ama bunların ardında harekete geçirilebilecek savunma mekanizmalarının varlığı, sadece kaçarak değil var olarak da olumsuzlukları bertaraf edebileceğimiz bir dünya kurgulamak, tüm hak mücadelelerine göz kırpmak, bir omuz verebilmek benim için önemli olan konuların bir özeti. 

Bu çok uzun lafın kısası, yazma eylemini anlama çabamla yer değiştirdiğim için yazmaktan vazgeçmem artık mümkün değil. Okunmasından bağımsız, tabii asla okunma arzusunu yitirmeden, ben hikâye ederek düşünmeye devam edeceğim. Okurla buluşur hatta okurunu bulursa ne âlâ. Aslında 2021 yılının Haziran ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan ve benim üçüncü öykü kitabım olan Daha İyi Misin? bu alışkanlığımın bir göstergesi. Kitap geçtiğimiz altı yıl içinde daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış ama yazılıp kenara konmuş, öfke ve merak ürünü on bir öykü barındırıyor. Ne yalan söyleyeyim, tekrar bir öykü kitabı dosyası hazırlamayı düşünmemiştim, ta ki 2020 Mart ayıyla birlikte pandemi hepimizi evlere kapatana ve kendimizle baş başa kalmaya zorlayana kadar. Üstüne çalıştığım daha uzun bir metin vardı, o metin hâlâ var. Fakat o dönem, o zorlu zamanlarda, etrafımda olan biteni anlayabilmek için kendimi tekrar öykünün o sınırsız olanaklar dünyasına bıraktım, yeni öyküler yazdım. Bu öykülerden biri “Pembe ve Eflatun”, KaosGL 2020 Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda birincilikle ödüllendirildi. O tuhaf yıl için bol keseden bir sevinç vesilesi oldu. Aynı dönem eski öyküleri elden geçirdim, o öykülerdeki duygu ve kavramların benim için hâlen kıymetli olduğuna ve okurla buluşursa bir karşılık bulacağına ikna oldum ve İletişim Yayınları’yla dosyamı paylaştım. Bu dosyanın benim için şöyle bir avantajı vardı, birçok öyküyle araya o kadar çok mesafe girmişti ki rahatlıkla kesip biçerek editörüm Emre Bayın’ın tavsiyelerini yerine getirmeye çalıştım. İçimize sinmeyen öyküleri acımasızca dosyadan atıp yerlerine yenilerini yazdım. Çokça çabaladığım, endişe seviyesi tavan ama her şeye rağmen eğlenceli bir süreç oldu. Dünya durmuş olsa da ben bir şeyler üretiyordum ve inanılmaz mutluydum. O sebeple bu kitaba ve sürece çok şey borçluyum. Tüm belirsizliklerde dahi hayatta kalma çabamın somut bir göstergesi oldu. Kitabın ismi de okurunun farkında olan bir metin olduğunu, süreçten ve bağlamdan kopuk bir kitap olmadığını vurgulamak için “Daha İyi Misin?”. Kitaptaki öykü isimlerinden bağımsız bu başlık, iyileşme sürecinin belki de hiç bitmediğini ve bitmeyebileceğini işaret ediyor. Öte yandan iyi olmak sadece bir hastalıktan iyileşmek de değil. Bir önceki hâlinden daha iyi bir insan mısın? Bu çabanda neredesin? diyerek okura daha iyi bir birey olmanın imkânlılığını da hatırlatıyor sanki.

Bir kurmaca metni yazma süreci, akışkan, elle tutulmaz bir dolu düşüncenin yazıya geçerek somutlaştığı an. Bu benim için sancılı bir süreç. İstediğim sesi bulana, söylemek istediğim hikâyeyi duyana kadar resmen kıvranırım. Bilgisayar başına hep bir soru ya da meseleyle otururum. Eğer aklımda kurmaca bir metin varsa detaylı bir şekilde plan yaparım. Boş beyaz bir ekrana yazmadan önce mutlaka defterde bir plan çıkarırım. Gideceğim yol, anlatacağı şey aklımda öncesinde şekillenmiştir ya da metni gözümde canlandırabilmek amacıyla buna zaman ayırırım. Bu evre, uçsuz bucaksız bir çayırda dişine uygun bir tarla çevirmeye benziyor ve bunca olanak arasında kısıtlanmak genellikle sancılı oluyor. Ancak anlatacağım alanı gönlüme göre sınırladıktan sonra yazmaya başlayabiliyorum. Mesela ilk müsvedde üstünde çalışırken tüm ön çalışma çöpe gider, yerine daha tazecik fikirler gelip yerleşir ve bu da elindekini kaybetmenin yarattığı panikten öte bana inanılmaz bir mutluluk verir. Sanırım ön çalışmayı klişelerimi ilk elden dökmek için yapıyorum. Böylece yeni fikirlerle ve mütevazı buluşlarla bezeli de olsa oldukça kırık dökük, diğer yandan üstüne çalışmaya değer bir metin ortaya çıkıyor. İşin keyifli kısmı işte bundan sonra başlıyor. Aklımdaki her şeyi sakınmadan kağıda döküp sonra altın makasla temizlemeyi daha çok severim. Kesip biçme aşaması gerçek anlamda bir oyun oynama hâlidir ve kendime yetişkin dünyamda böyle şahane bir alan açtığım için minnet duyuyorum. Bir öyküyü kapatmaksa çok zor. Bir noktada artık, bütüne dair değil, detayda değişiklik yapıyorsam metinle vedalaşmaya çalışırım. En nihayetinde mükemmel diye bir şey yok ve bizi çekici kılan aslında kusurlarımız.

Benim için yazabilmenin ve hatta konuşabilmenin öncülü her zaman okumak. Hep okuyan ve daha çok okumak isteyen biri oldum. Eğer günlük olarak belli kurmaca dozumu alamazsam, içine düştüğüm mutsuzluktan çıkmam mümkün olmadığı için kendime okumak için mutlaka bir alan ve zaman açarım. Okumak için hiçbir ritüele ihtiyaç duymam, kitaptan ya da ekrandan okurum, hiçbirini yapamazsam sesli kitap dinlerim, saati yoktur, benim için aktivitelerin hasıdır. Özetle, kurmacanın büyüsüne kapıldıktan ve beyin kaslarım kurgu evrenine uygun geliştirdikten sonra her gün aklıma takılan konuları hayalimde yarattığım mizansenlerde çözmeye çabalıyorum ve metinler böylece ortaya çıkıyor. 

Kendi pratiğimi bunca yücelttikten sonra şimdi de alaşağı etme zamanı. Bu kadar okuma, yazma, düşünme, -insanız- karşılaştırma, özenme, imrenme vs bunca çaba hepsi iyi bir hikâye anlatabilmek için. Aslen, insanın geçirgen olmayan teninden içeri sızabilmeyi başaran hikâyenin amacına ulaştığına inanıyorum. Bazen yüzlerce sayfayı ya da kısacık bir anlatıyı, saatler süren bir filmi ya da bir an baktığımız fotoğrafı o sızıntıyı bulmanın hatrına okuruz, izleriz, görürüz. O kendine çatlak bulup içimize geçen şey öyle bir yere dokunur ki gerçekte ne olduğunu anlamdıramadığımız gibi hem insanlığa hem de kendimize dair yeni bir durumu fark etmemizi sağlar. Büyüklük ya da küçüklükten bahsetmiyorum, farklı bir şey olması yeter. Ben yazarın dürüstlükle, yapmacıksız, ânın ya da olayın hatrına anlattığında bu duyguyu yakalabileceğine inanıyorum. Fakat bu aklımızdan kâğıda dökülen samimiyet hâli öyle kalın kabuklarla kaplanmış ve saklanmış ki altındaki yemişi bulmak için yıllar o kabukları ayıklayarak geçiyor; bazı yazarlar bulamadan pes ediyor, bazıları kabuk kalabalığının arasında gerçek yemişi göremiyor. Umarım bu uzun koşuda bir kerecik bile olsa o kendine has samimiyete kavuşur ve insana dair minicik de olsa bir bam telini ben de tıngırdatabilirim.

Kolajdaki fotoğraf: Poyraz Tütüncü

“8 yazarın zihnini kurcaladık” dosyasının tamamı Bant Mag. No:77’den okunabilir.