İnternetin geleceği ve Web 3.0: Umut mu, hayal mi, zırvalık mı?

2021, internetin geleceğiyle ilgili hit terimlerin havada uçuştuğu bir yıl oldu. Son çeyrekte Facebook (ve Instagram ve Whatsapp) yeni çatı isim Meta altında yerini aldı ve Meta ilk metaverse uygulamasını kullanıma açtı. Bizler dehşet içinde market ürünlerine gelen zamlara kilitlenmişken metaverse ortamındaki mağaza ve alışveriş ortamlarına dair (çok da “yeni” olmayan) videolar timeline’a düştü. Herkeslerin token ekonomisiyle işleyecek bir düzen altında kendi metaverse kanallarını açmasıyla multiverse’e dönüşecek bir evrenden bahsedilmeye başlandı. Decentraland’deki (Decentraland, Second Life’a benzeyen ve o ortamın kripto parasıyla arazi alınabilen bir evren) sanal emlak piyasası ve metaverse arazisi satışlarıyla tanışıldı. İstanbul arsaları metaverse platformu OVR’de kapış kapış gitti, dendi. Ve tabii ki bunlardan çok daha fazlası oldu.

Teknolojiyle sıcak temasta olanlar, uzun zamandır konuya kafa yoran dijital haklar aktivistleri, bilim insanları, gamerlar, kriptopara borsalarında takılanlar, NFT pazaryerlerine aşina olanlar gibileri dışındakilerin kafalarının karışması için ortam çok elverişli. Bir süredir sürekli işittiğimiz bir kelime var: deneyim. İnternet araçlarında bugüne kadar hep “kullanıcı” olarak tanımlandık. Şimdi de hayatlarımızı dönüştürecek “deneyim” kurguları hayal ediliyor. Yaşantılarımızın dijital dünyayla iç içe seyrini düşününce internetin geleceğine dair senaryoların hepimizi fazlaca ilgilendirmesi gerektiği bir yana, bu bilgi eksikliği ve kafa karışıklığı hissini de hiç hafife almamak iyi fikir. Çünkü teknoloji konusunda hissedilebilen yeterince bilgi sahibi olamama hâli (öyleymiş gibi gelse de) bizim anlama kapasitemizle değil de Google ve Facebook gibi gözetim kapitalistlerinin senelerdir bize yaşattığı sürgünle ilişkili. Web 3.0 kavramı ve blokzincir teknolojisi internetin geleceği bağlamında bu sürgünden çıkış için bir yol olarak gösteriliyor. Tabii şiddetle buna karşı çıkanlar da var. Şu gerçek ki, çok fazla şey değişiyor ve bu değişimlerle aradaki mesafeyi kısaltmak lazım. Gözetim kapitalistleri metaverse’de yer kaparken ne düşünebiliriz? Hangi soruları sorabiliriz? 

Okuduklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımızdan derlediğimiz beraber bir düşünme pratiği bu. Son 20 yıllık dijital dünya ve internet maceramızı biraz irdeleyerek başlayabiliriz. Girizgahta birçoğumuz için çok bilindik konulardan bahsedeceğiz belki de ama genişten almak iyidir. Hem biraz başa sararak geldiğimizde bütüne daha rahat bakabilir, daha çok soru sorabiliriz.

The Social Dilemma
Gözetim kapitalizmi amacına nasıl ulaşmıştı?

Gözetim kapitalistleri hakkımızda her bir şeyi bilirken, yürüttükleri operasyonlar bizim ne olduğunu anlamamamız ve bilemeyecek olmamız üzerine kurulu, diyor Shoshana Zuboff. Kendisi gözetim kapitalizmi kavramını tanımlayan ve derinlemesine çözümleyen kafa açıcı kitabı The Age of Surveillance Capitalism’de (2019), arama motorları ve sosyal medya uygulamaları gibi teknolojileri kullanarak başımıza gelenlerin arkasındaki düzenin aslında neye benzediğini ve nasıl işlediğini tane tane açıklıyor. Felsefe okuduktan sonra Harvard’da sosyal psikoloji alanında doktorasını tamamlayan Zuboff, The Social Dilemma belgeselinde de alışılagelmiş teknoloji prensleri arasında bir oh dedirtiyordu.

Gözetim kapitalizmi, kişisel verilerin metalaştırılması üzerine yoğunlaşmış ekonomik sistemin adı. Yıkıcı uygulamalarını üstün birer teknolojiymiş gibi lanse ediyorsa da aslında yalnızca birtakım teknolojileri (arama motorları, sosyal medya uygulamaları ya da her ne ise) araçsallaştırıyor. Zuboff şunun altını çiziyor: Söz konusu olan bir teknoloji değil; kapitalizmin son derece tehlikeli bir varyantı. Bir nevi kapitalizmin Delta’sı. Bu sistemdeki yapılar elbette tek bir amaçla hareket ediyor: bir çeyrekten diğerine haneye kâr yazmak. Zuboff, gözetim kapitalizmine öncülük etmiş Google ve Facebook gibi şirketlerin 100 yıl öncesinin Ford ve General Motors’u olduğunu söylüyor ama buradaki mantık endüstriyel kapitalizmdeki seri üretim mantığından tamamen zıt işlemekte. Çünkü gözetim kapitalizmi yalnızca müşteriler ve çalışanlar arasında bir ilişki tanımlamıyor; esas amacı, ondan bihaber olan bağımlı kitleleri ağına düşürmek. 

Bu şirketler gözetim kapitalizmi sayesinde dünya devlerine dönüştüler. Örneğin 2021’de Facebook, trilyonerlik şirketler kulübüne girişini yaptı. Yani 9 yıl içerisinde değerini 10’a katladı. Çünkü “ücretsizmiş” diyerek kullanmaya başladığımız hizmetlerin hiçbiri aslında ücretsiz değildi. Asıl biz onlara verilerimizi bedavadan sattık.

Shoshana Zuboff
Bilinen anlamda reklamcılığın tarih olması

Gözetim kapitalizminin nasıl ortaya çıktığını anlamak için 2001 yılına geri sarabiliriz. Henüz yolun başında ve yatırımcılarının asla yeterince kâr edilmediğini düşündüğü Google’da bu tarihte büyük bir keşif yapıldı: İnternet gezintilerimiz esnasında ortalığa bıraktığımız veriler öylece salınıp durmak için fazlaca değerlilerdi. Arama motorunu iyileştirmek ya da yeni servisler kurmak anlamında değil; paraya çevrilebilme potansiyelleri muazzamdı. Bıraktığımız bu davranışsal izleri kullanarak ileride ne yapacağımızı tahmin edecek modeller yaratmak mümkündü aslında ve bunları reklamcılara satıp “Siz bunlara hiç kafa yormayın, bu işleri bize bırakın, biz size ne yapacağınızı söyleyeceğiz” diyerek iki taraf için de dev paralar yapılabilirdi. Böylece kimin hangi reklama tıklayacağını önceden bilmeye dayalı davranışsal mikro hedefleme stratejisiyle yürüyen reklamcılık devrine start verdiler ve bir nevi bilinen anlamda reklamcılık tarih oldu. Ve aslında bunu büyük veri setlerinin analizi sayesinde, insanların ve sistemlerin gelecek davranışlarındaki ihtimalleri keşfederek yaptılar. Yani sadece mevcutun bir analizi değildi bu; davranışlarımızı manipüle etmeye, kontrol etmeye ve gelecekteki belirsizlikleri elemeye dönük bir süreç işletilmeye başlandı. Oysa ki belirsizlikler candır.

Bu son derece antidemokratik uygulamaların yanlarına kalmasının arkasındaki sinsi kurguysa, Google’la, Facebook’la karşılaşma ânımızda hiçbirimizin ilerleyen günlerde başımıza neler gelebileceğine dair bir bilgisi ya da fikri olmamasına dayanıyor. Neyle uğraşmakta olduğumuzu tanımlamak için ihtiyaç duyabileceğimiz araçlardan bütünüyle mahrumduk. Çünkü teknolojik ve teknik anlamda karmaşıkmış gibi gösterilen yapılarla dikkatle kamufle edilmişlerdi. Tespit edilmeleri imkânsızdı.

Bizi “özgür” kıldıkları için hayatın çok yerden içine işlemiş, vazgeçilmez hâle getirilmiş, hatta onlardan eksik kalmanın yarattığı dışarıda hissetme psikolojisi azımsanamayacak bir etkiye sahip olan bu servisler hizmetlerini iyileştirmek için değil, yatırımcıların ceplerini doldurmak için çalışıyor. Yoksa zaten Google aramalarında istediğimize ulaşmak git gide zorlaşmazdı. Fakat cepler dolarken, bu servislerin yaratıcıları geleceği görmekte üstün yeteneklere sahip rol modelleri olarak dünyaya tanıtıldı, onlarsız bir yaşamın düşünülemeyeceği mesajları verildi. Oysa tüm tasarı bizi arka planda, misal Google’ın kara kutusunda, tam olarak neler döndüğüne dair herhangi bir bilgiye erişimsiz bırakmak üzerine kurulmaktaydı. Diğer tarafta da yaptığımız her bir şeyin erişilebilir olması sağlanacaktı ki kontrol kurma operasyonları rahatça yürütülebilsin ve paraya dönüştürülebilsin. Tarihsel anlamda işleyiş bakımından eşi benzeri görülmemiş bir model olarak tanımlanıyor bu. Servislere baştan verdiğimiz rıza ya da onayların da hiçbir anlamı yok bu noktada. Çünkü sistemler farkındalığımızı devre dışı bırakmak üzerine tasarlanmışlar; veri toplamayı meşrulaştırmışlar. Bu verileri satarak da ekonomik bir sistem yaratmışlar. Asıl soru şuna geliyor galiba: Teknolojiyle kol kola yaşadığımız bu sürgün hayatından biz nasıl çıkacağız?

Bu sürgün nasıl biter? İnternetin geleceğinden biz neler istiyoruz?

Gözetim kapitalizminin üzerimizde kurduğu bu manipülatif baskı o kadar bunaltıcı oluyor ki bazen konuyu salmak istiyoruz. Ya da “Tamam, bunların hepsi berbat ama beni doğrudan etkiler mi ki?” gibi kaçışa dönük sorular üretiyoruz. Oysa davranışları manipüle edilen bizleriz. Bunu bize biri yapsa onu sileriz.

Bu egemen sistemden çıkışa dönük farklı kurgular tabii ki uzundur gündemde var. Dijital dünyanın blokzincir teknolojisi önermesiyle içinden geçmekte olduğu söylenen büyük değişim ve dönüşüm de bu soruna karşı bir çözüm arayışıyla doğrudan bağlantılı. Tabii ki bir gün yatacağız kalkacağız ve yepyeni bir kurguya uyanmayacağız. Ama ne düşünmeli? Ne yapmalıyız? Kimin söylediklerine inanmalıyız? Dijital haklar aktivisti Aral Balkan tam da herhangi birilerine inanmak zorunda olmayacağımız, “İyiliksever krallara bel bağlamadığımız çözümler” bulmamız gerektiğini söylüyor örneğin.

Gözetim kapitalistleri internetin geleceğini metaverse diye tarif ederse

Nisan 2020’de 12 milyondan fazla kullanıcı Fortnite oyunu içerisinde avatarlarıyla Travis Scott konserine katılmıştı. Zaten Roblox ve Epic Games gibi şirketler de metaverse-vari deneyimlere uzundur yatırım yapıyor. İnternetin geleceğine dair yaygın kurguların gaming dünyasından çıktığına pek şaşırmamalı herhalde. Dünya çapında en büyük fiziksel kısıtların yaşandığı pandemi döneminin sanal evrenlere olan yatırımların ve sanal gerçeklik gözlüklerinin yeniden yaygınlaşmasının ivmesine katkısı da… 

Metaverse terminolojisi Facebook’un Meta branding’inin etkisiyle hakkında yüzlerce yazı yazdırırken, yapay zekâ, sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik teknolojileriyle yakından ilişkilenmesiyle aslında bir bakıma yeni olmaktan oldukça uzak da bir kavram. Artırılmış gerçeklik dijital teknolojilerle yaşadığımız dünyaya yeni çehreler kazandırırken, sanal gerçeklik ise yeni dünyalar yaratmanın peşinden gidiyor. İnterneti ikiden üç boyutluya taşıyacak (sarmal deneyimler) devasa bir alan olarak tarif edilen metaverse de dijital ve dijital olmayan dünyaların, tüm evrenlerin birbirinin içine geçtiği bir deneyimler bütünü. Metaverse her ne kadar Facebook’un tekelinde olmasa da Mark Zuckerberg, yalnızca Facebook’unun geleceğini değil, genel anlamda internetin geleceğini tanımlamak için metaverse’e işaret ediyor. Bu yüzden internetin geleceğini düşünürken gözetim kapitalistlerinin hamlelerini de irdeleyebiliriz. Nitekim metaverse kelimesini duyduğumuz anda birçoğumuzun gözünün önüne Zuckerberg’in kan donduran avatarı ve kötü grafikler geliyor olabilir.

Evet, metaverse ne Facebook’un tekelinde ne de Facebook’un hayal ettiği bir evrenden ibaret. Ama 2014’te sanal gerçeklik firması Oculus’u satın alan şirket, akıllı gözlüklerin yeni dijital dünya ekosisteminin önemli bir parçası olacağının öne sürüldüğü metaverse kurgusunda sanal gerçeklik başlıklarını gamerların kullanımından sosyal medya alanına taşımayı hedefledi. Tabii metaverse’de hayat illa gözlük, başlık gibi sanal gerçeklik donanımlarını gerektirmiyor; genel anlamda tüm farklı evrenlerin birbirine bağlanacağı bir deneyim olarak tanımlanıyor. Başlıklı ya da başlıksız. Bu birbirine bağlılık vaatini irdelerken Facebook’un kötücül ve sığ hayalleri bağlamında kendi metaverse uygulamalarını Oculus dışında başlıklarla deneyimlemenin mümkün olup olmayacağı sorusu aklınıza gelebilir. Cevap yok. Yani tabii ki hayır. Zaten Oculus başlıkları kullanmak için Facebook hesabı bağlamak gibi bir zorunluluk da var. “Yakında” (yani kimsenin bilmediği bir gelecekte) bu zorunluluğun kalkacağı söyleniyordu. Herhalde Facebook hesabı değil de Meta hesabı zorunlu kılınacaktır. Bir isim değişikliğinden ibaret olabilir.

İnsanları yürüme biçimleri ve adımlarından tanıyabilen yapay zekâ tabanlı sistemlerin varlığını ilk kez bundan yaklaşık altı yıl önce, gözetim teknolojileri alanında hayli yetkin olan bir arkadaştan duymuştum. Sanal gerçeklik araştırmacısı Jeremy Bailenson’ın sağladığı verilere bakınca, sanal gerçeklik simülasyonlarında 20 dakika geçirilmesiyle kişinin vücut dilinin 2 milyona yakın özgün kaydının tutulabildiğini anlıyoruz. E peki madem… Kişiyi çevreleyen ortama dair tutulabilecek kayıtlara hiç girmiyoruz bile. Zuckerberg, istediği kadar “şu an için” verilerin kaydını tutmuyoruz, paylaşmıyoruz desin. Bu hakkını gelecek için saklı tutuyor olabilir. Bu yüzden birey olarak değerini önemseyenlerin bir gecede bu durumun değişebileceğini bilmesi lazım.

Merkeziyetsiz dijital dünyaya doğru

İnternetin altyapısını oluşturan WorldWideWeb, kâr amacı gütmeden, bilginin demokratik işlenmesini ve erişilmesini sağlama umuduyla yola çıkmıştı. Sistemlerin ve ağların merkezi olup olmamaları onları kimin kontrol ettiğiyle ilgili bir konu. İnternetin erken dönemlerinde ağa erişmek için bilgisayarın bağlı olduğu bir telefon numarasına ihtiyaç duyuluyordu. Bilgisayarlar birbirinden bağımsız ve dağıtık, ağ da merkeziyetsizdi. Yani kontrol bir merkezde toplanmıyor, bir sürü farklı noktaya dağılıyordu.

Bu bağlamda Web 1.0 kavramı, WorldWideWeb devriminin ilk aşamasına tekabül ediyor. Yani 90’ların çoğu statik olan web sitelerine. Bu siteler HTML kodlama kullanıyordu. Kişisel web siteleri yaygındı. İçerikler dışarıya sadece “sunuluyordu”. Kullanıcı onları görüp okuyor, sonra kapatıyordu. Zaten sık güncelleme olanağı yoktu. Çünkü her değişikliği her sayfa için ayrı yapmak gerekiyordu. Birbirinden farklı konumlanmış serverlar kullanılıyordu. İçerikler bu serverların dosya sisteminden gelmekteydi. Kullanıcılar da bu sunuculara bağlanarak web sayfalarındaki verilere ulaşır, tek etkileşimleri de bu olurdu. O yıllarda web üzerinden alışveriş yapılamadığını, web siteleri üzerinden başka kullanıcılarla iletişim kurulamadığını hatırlayalım.

Web 1.0’in merkezi olmayan düzeninin altını çizmek mantıklı. 1999 yılında web’in geçirmekte olduğu büyük değişimle Web 2.0 terimi ortaya atılmadan önce Web 1.0 diye bir terim de yoktu. Web 2.0 de bir süredir ve şu an içerisinde olduğumuz döneme işaret ediyor. Yani kullanıcı tarafından geliştirilmiş içeriklerin, kullanıcılar arasındaki etkileşimlerin, çevrimiçi hareketlerin büyük dominant şirketlerin uygulamaları ve platformları üzerinde gerçekleştiği döneme. Amazon, Facebook, YouTube vs. dönemine. Web 2.0 dönemine geçişteki gelişmelerin arkasındaki temel ihtiyaç, bilginin insanlar arasında etkileşimli paylaşımını sağlamaktı. Bu “ihtiyaç” doğrultusunda kontrolün bir avuç insan tarafından ele geçirildiği; Google, Microsoft, Amazon ve Facebook gibi şirketlerin verilerimizi merkezi olarak işleyip kontrol ederek devleştiği bir ortam yaratıldı. Kullanıcının verileri üzerinde herhangi bir kontrolünün kalmaması, zaten kimsenin kendini güvende hissetmediği ortamda büyük bir travma ve sistemlerin acilen demokratikleşmesi talebi çok yüksek seviyede.

Aslında internet merkeziyetsiz yapısını hâlâ koruyor. Ama merkeziyetsiz yapısını koruyan internette çoğu günlük aktivite global teknoloji devlerinin kontrolünde. İnternetin (yeniden) demokratikleşmesi ve (yeniden) merkeziyetsizleşmesi çok uzundur acil bir konu. Web 3.0 de tam bu noktada bir kurtarıcı olarak öne sürülüyor.

Web 3.0 terimi ilk kez Gavin Wood tarafından 2014’te ortaya atıldı. Son dönemde yaygınlaşan diğer birçok terim gibi Web 3.0 kelimesinin altına yazabileceğimiz tek bir doğru sözlük anlamı belki yok. Ama temel işleyiş prensiplerini biraz açabiliriz: Kullanıcıların kendi verilerini, kimliklerini ve kaderlerini kendilerinin tayin ettiği, merkezi olmayan ve adil bir internete ulaşmak. Web 3.0 bunu nasıl mümkün kılabileceğini iddia ediyor? Tıpkı ismi gibi, işlem kayıtlarının, birbirine zincir halinde bağlı bloklarda saklandığı blokzincir (blockchain) teknolojisiyle. Yani tek merkeze dayalı güven sistemlerinden kurtuluş anlamına geliyor; gücü ve güveni internet ortamında dağıtıyor. Veriler bir merkezde değil, ağdaki tüm düğümlerde kopyalanarak saklanıyor. Bu yüzden veritabanı dağıtık olarak tanımlanıyor. Anahtar, merkezi bir otoriteye teslim edilmiyor. Veritabanında tutulan kayıtlar herkese açık ve kimse tarafından değiştirilemiyor. 

Blokzincir teriminin ilk dillendirilişi 1991 yılına kadar gitse de bugün anladığımız blokzincir modelinin ilk uygulaması 2009’da Bitcoin’in çıkışına tekabül ediyor. Yani neredeyse iphonelar kadar eski bir tarihe sahip. Ama blokzincir teknolojisinin kullanım alanları altyapısını sağladığı kripto paralardan ibaret değil; çok daha geniş. Özetlemek gerekirse Web 3.0 kurgusunun merkeziyetsiz finans (DeFi) olarak adlandırılan finans ekosistemi, merkezi yapı barındırmayan blokzinciri üzerinde çalışan yazılımlarla işletilecek. Sanat bağlamından konuşmak gerekirse sanatçılar ve tüm üreticilerin eser haklarını doğrudan üretimlerinin içine yerleştirmesini sağlayan ve onlara güç veren NFT’lerle de telif hakkı meselesi çözülecek. Web 3.0, bir “marka” olarak pazarlamasını böyle yapıyor.

Web 3.0, internetin geleceği adına bir öngörü çünkü geliştirilmekte olan fakat uygulamaya henüz geçmemiş tonlarca proje üzerinden ilerleyen bir sohbet ve yatırımlar zinciri var. Bu projeler yukarıdaki prensipleri, merkeziyetsizliği, gizliliği benimseyen projeler. Çoğu da ekonomik değerlerini kendi kripto paralarıyla, token’larıyla yarattıkları bir model öngörüyorlar.

Presearch ya da Brave gibi Web 3.0 prensiplerini benimsemiş birtakım projeler halihazırda kullanımdalar ve konuyla ilgili bazı net fikirler verebilirler. Presearch, Google’a alternatif olarak geliştirilmiş ve her aramada kullanıcısını kripto paralarla ödüllendirilen bir arama motoru. Brave ise Chrome’a, Firefox’a alternatif olarak geliştirilmiş ve yaygınca kullanılan bir tarayıcı. Biraz açmak gerekirse muadillerine göre ileri seviyede güvenli, hızlı ve reklamların doğrudan engellenebildiği bir tarayıcı. Kullanıcının reklamları açmayı istemesi durumundaysa yenilikçi bir sistem işletiyor: Reklam verenler ortamın token’ı üzerinden bu ticari ilişkiyi yürütüyor. Reklam izlemeye karar veren kullanıcılar da bunu yapmaları karşılığında düzenli olarak bu token’la ödüllendiriliyorlar. Zaten Web 3.0 iş modellerinin ilişkilendikleri kripto paralarla yaratmayı umdukları tabloda, bu kripto paralara olan talebin yükselmesi, dolayısıyla değerinin artması ve kullanıcıların da bu motivasyonla bu uygulamaları kullanmayı seçmeleri mutabakatı var. Ayrıca kullanıcılara yalnızca token’larla ödüllendirilecekleri değil, yönetime aktif olarak katılacakları ve karar alımlarında oy hakkına sahip olacakları da vadediliyor.

Peki bu mümkün mü? Yoksa bir hayal mi? Web 3.0’ün bir umut değil de zırvalık olduğunu düşünenlerin ortaya attığı sorulardan biri blokzincir teknolojisi üzerinde çalışan merkeziyetsiz uygulamaların (bu uygulamalara dApp deniyor) gerçekten de ortamı değiştirecek kullanıcı sayılarına ulaşma potansiyelleri olup olmadığı sorusu var: Çok sayıda kullanıcının buna ikna olması mümkün mü? Gündemdeki diğer bazı sorularla devam edelim: Bu düzende karbon salımının ve çevresel tahribatın azaltılması için öne sürülen çözümler yeterli mi? Gözetim kapitalizmi kavramından sadece “gözetim” kelimesi eksildiğinde karşılaştığımız tablo ne kadar ikna edici olabilir? Yine zenginleri daha zengin kılacak yeni bir düzenden ibaret değil mi? Üzerimizden yine paralar yapmak için bu sistemlerde yer kapılmaya çalışılmıyor mu? Bu bağlamda gücün dağılımı anlamında ne kadar merkeziyetsiz bir sistemden bahsediyoruz? Yine aynı şeyler olmayacak mı? Web 3.0, Web 2.0’yi önümüze koyanların yeni kurgusu değil mi? Yine mevzular lobicikle ilerlemiyor mu? Güç, sadece yeni bir yöneticiler grubuna doğru el değiştirmeyecek mi?

Bu arada gözden kaçmaması gereken çok önemli bir konu daha var. Yazılıp çizilenlere bakılınca dijital dünyanın merkeziyetsizleştirilmesinin tek yolu blokzincir teknolojisi gibi görülebilir. Ama böyle bir şey yok. Blokzincir, sadece bir teknoloji. Örneğin Twitter’a alternatif sunan sosyal medya platformu Mastodon, başka bir model öneriyor. İnsanların kendi verilerine kendilerinin sahip olmasını amaçlayan platformda herkesin bir nevi kendi özel Twitter’ı var gibi. Yani “federal” olarak tanımlanan yapısında her kullanıcı “Instances” adı altında kendi Twitter benzeri platformlarını yaratabiliyor. Geçtiğimiz kasım ayında şöyle bir şey oldu: Son dönemde iyice popülerleşen ve bugün özellikle genç kuşaktan milyonlarca kullanıcısı olan iletişim platformu Discord, Ethereum tabanlı cüzdanları entegre etme hazırlığında olabileceğine dönük bir paylaşım yaptı ve kripto dünyasına şüpheyle yaklaşan binlerce kullanıcısı tarafından çok büyük bir ters tepkiyle karşılaşarak geri adım atmak zorunda kaldı. İronik olarak aynı Discord, NFT’lerle ilgili iletişimin büyük kısmının döndüğü ortam. Bu hadisenin üzerine Mastodon hamlesinde gecikmedi; açık ve net olarak platformun hiçbir zaman NFT’leri desteklemeyeceğine, platformda hiçbir zaman NFT üretilmeyeceğine yönelik bir paylaşımda bulundu. Kullanıcılarının büyük kısmı da bu haberi büyük bir mutlulukla karşılamışa benziyor.

Farklı önermeler bunlarla da sınırlı değil. Örneğin Small Web kavramı; blokzincir teknolojisinin interneti merkeziyetsizleştirmeyeceğine inananlar tarafından ortaya atılan bir diğer kurgu. Small web; insanlar için; devletler, startuplar ya da girişimler tarafından değil de yine insanlar ve küçük bağımsız gruplar tarafından geliştirilen bir dijital dünya hayal ediyor. “Kullanıcı” kavramını reddederek yeniden “insan” kavramını dolaşıma sokuyor. Temelinde bir sürü insanın doluştuğu sunuculara duyulan güvensizlik var ve her sunucu tek bir kişiye ev sahipliği yapan tek bir uygulamaya hizmet ediyor. Blokzincir teknolojisinde aynı veritabanının milyonlarca kopyasının bulunmasının merkeziyetsizleştirme olduğuna şiddetle karşı çıkıyor; dijital dünyayı merkeziyetsizleştirmek istiyorsak bir milyar kişiye karşılık en az bir milyar benzersiz veri tabanının olmasını sağlamalıyız, diyor. Dediğimiz gibi, Small Web, Web 3.0 karşısında duran argümanlara yalnızca bir örnek ve dolayısıyla bir diğer düşünme kapısı.

Soru baki: Biz internetin geleceğinden ne istiyoruz?

Belki düşündükçe birçok şey fazlaca uçuşup kaçışıyor ve belki her soruya net cevaplar bulmakta zorlanıyoruz. Aksi mümkün değil zaten. Tam da bu yüzden düşünmek ve soru sormak iyi geliyor olabilir; konular bunaltıcı gelse dahi büyük değişimlerin içinden geçtiğimiz gerçeğinden çok uzakta durmamamız sanki iyidir, diyoruz. Pürüzsüz hayaller kurmanın belli ki âlemi yok ama bu daha iyi bir dijital dünyadan umudu tamamen kesmemiz anlamamıza gelmese mi acaba? Bu noktada da en önemli sorular olarak tekrar şunlara dönerken buluyoruz kendimizi: Bizlerin ev diyebileceği bir dijital dünya nasıl olabilir? Biz onu nasıl şekillendirmek istiyoruz? Bildiklerimizle, geçmiş ve güncel deneyimlerimizle biz internetin geleceğinden ne istiyoruz? Geleceği sorgulama ve kurcalama çabamız farklı alanlardan görüş ve yanıt topladığımız NFT dosyasında devam ediyor. 

Yazı: Ekin Sanaç

Bant Mag. No:77’nin tamamını buradan okuyabilirsiniz.