Arşivden: Ne sokak sanatçısı ne de fotoğrafçı – JR

Hit sanatçı JR geçtiğimiz günlerde bizi Brooklyn, New York’taki yeni interaktif muraliyle tanıştırdı. Brooklyn Museum’daki “JR: Chronicles” sergisinin bir uzantısı olarak James E. Davis Arts Building’in cephesini kaplayan mural, onlarca New Yorklunun portresini bir araya getiriyor. Asıl olayı ise JR Murals uygulamasını telefonuna yükleyenlerin portresi görülen her bir kişinin hikâyesini tek tek dinleyebilmesi.

20 yıla yakın süredir sokak-fotoğraf-film-aktivizm-arşiv ekseninde yarattığı çalışmalarıyla yankı uyandıran JR, henüz Wrinkles of The City projesi kapsamında İstanbul’a gelmemişken, 2010 yılında Bant’a özel bir röportaj vermişti. Arşivden çıkardık.

Bu röportaj Eylül-Ekim 2010 tarihli Bant No: 61’de yayımlanmıştır.
Röportaj: Ekin Sanaç

Her şey Paris metrosunda bırakılmış bir fotoğraf makinesinin bulunmasına bağlanıyor. Fransız sanatçı JR, önce makinesiyle fotoğraf çekmeye, sonra da çektiği fotoğrafları sokaklara yapıştırmaya başlıyor. Sergi alanını Paris sokaklarından, Hindistan’a, Brezilya’ya, Afrika’ya, Ortadoğu’ya kadar genişleten JR, söylemleri ve teknikleriyle bugünün en “hip” sokak sanatçılarından biri. Ama o kendini ne bir sokak sanatçısı, ne de bir fotoğrafçı olarak görmediğini bastıra bastıra söylüyor. Bir kentsel aktivist olarak onun asıl derdi meselelerini sıradan insanlarla paylaşmak ve onlarla iletişim kurmak.

Face2Face (Yüz Yüze) adı altında Filistin ve İsrail şehirlerindeki kaçınılmaz mekânlara devasa boyutlarda portreler yapıştırarak bir yüzleşmenin peşinden giden JR, Women Are Heroes (Kadınlar Kahramandır) isimli sergisi kapsamında da Kenya’nın en büyük slum’larından biri olan Kibera’daki evlerin üzerini, orada çektiği kadın portrelerini bastırdığı dev muşambalarla kapladı. JR fotoğraflarını yapıştırdığı bu kritik mekânlarla yalnızca ortak ve güçlü bir ses yaratmanın peşinden gitmiyor, aynı zamanda o evlere yağışa karşı bir koruma da sağlıyor. JR’ın içindeki sanatçı ile motivasyonları, amaçları ve yöntemleri üzerine konuştuk.

Paris’te mi doğup büyüdün, kısaca geçmişinden bahsedebilir misin? Sokakta sanat senin için ne zamanlar başladı?

27 yaşındayım ve 10 sene önce sokaklarda çalışmaya başladım. Her şey Paris’teki bir metro durağında bir turistin unuttuğu fotoğraf makinesini bulmamla başladı. 1999 senesiydi. Flaşı çok kuvvetli olan, otomatik bir makineydi. O makineyi hâlâ saklarım. Graffitiye büyük ilgi duyuyordum ve bu fotoğraf makinesi sayesinde ilk kez graffiti fotoğrafları çekmeye başladım. Paris’in bodrum katlarına iner, çatı katlarına çıkardık. Arkadaşlarım graffiti yapardı, ben ise o mekânları, durumları fotoğraflamaya, onları belgelemeye ilgi duyardım. O zamanlar graffiti sanatçılarına fotoğrafladıklarımın gerçek baskılarını veremezdim. Kendim için de yaptırmazdım. Onlara vermek için fotokopi çektirirdim. Bazen o kadar çok kopyam olurdu ki onları küçük boyuttaki ilan panolarına yapıştırmaya başlardım. Yavaş yavaş fotoğraflarımın A4, A3, hattâ A0 boyutundaki fotokopilerini kendimi ifade edebilmek adına sokaklara yapıştırmaya karar verdim. Böylece faaliyetlerim sanatsal bir boyuta geçebilirdi. Fotoğraflarıma duvarlara çizdiğim kalın çizgilerle çerçeveler yaptım. Bu fotoğrafları “EXPO 2 RUE” diye imzaladım. Fotoğraflar duvardan çıkartıldığında ya da yapışkanları geçtiğinde sadece çerçeve çizgisi kalıyordu.

İlk yaptığın işler nasıl işlerdi?

İlk “EXPO 2 RUE” serimi 2001 yılında Paris duvarlarında hazırladım. Konsept çok basit bir uyanışın neticesinde doğdu; evrensel bir sanat olan fotoğraf, müze ve galerilere tıkılı kalmıştı. Her ne kadar çok sayıda insan fotoğrafla bir şekilde ilgilense de, çok azı kalkıp da bir galeriye gidiyordu.

İlham aldığın isimler listesinin başını kimler çekiyor?

Sokak ortamına yeni olduğum zamanlarda Shepard Fairey, Blu, Os Gemeos ve ZEVS ile tanışmıştım. Bu saydığım isimler bugün bile yaptıklarımı etkiliyorlar.

Birçok sokak sanatçısı içeriye, galerilere girmeyi reddederken sen her ikisini de yapıyorsun. İşlerini içeri de sokmaya seni neler motive ediyor ve dışardan içeri girince yaklaşımın nasıl bir yol izliyor?

Benim için içerisi dışarıyı tamamlayan bir unsur. Asla dışarıda yaptığım bir işin aynısını içeride de yapmayı denemedim, asla olmazdı. İçerideyken video yerleştirmeleri, heykeller gibi farklı şeyler yapıyorum ve böylece dışarıda yaptığım işin farklı evrelerini daha iyi anlıyorum. Benim için her projede içeri ve dışarıdaki dengeyi kurmak çok önemli.

Kenya slum’larından Filistin’e, Rio’ya dünyanın dört bir yanında işlerinle yer aldın. Rotanı nasıl çiziyorsun?

28 Milimetres projesi için, ki bu proje ismini portreleri çekerken kullandığım lensten alıyor, gazete başlıklarında gördüğüm yerlere seyahat ettim çünkü haberlerin arkasındaki bu mekânların gerçekliğiyle yüzleşmek istedim. Bu gibi yerlerin gerçekliği, daima beklentilerinizden farklı oluyor. Ve bu projelerdeki en zor adım oraya bizzat gitmenize karar vermeniz bence. Orada yaşayan yerlileri desteklediğim için zaten hiçbir zaman yasal bir izin almıyorum. O toplulukta yaşayanlarla konuşuyorum ve proje bu şekilde başlamış oluyor.

Çalışmak için böyle özenli adımlar izliyorsun, ama buna rağmen kendi politik bir sanatçı olmadığını söylüyorsun. Nasıl oluyor da politik olmuyorsun, açıklayabilir misin?

Ben ne bir sokak sanatçısıyım ne de bir fotoğrafçı. Ben imaj yapıştırıyorum. Projelerimi

yürütebilmek için fotoğraf da, video da, kâğıt baskı da, muşamba baskı da, şehir mekânları da, kitaplar da ve özellikle de sosyal kontaklar da kullanıyorum. Kolajlarımla olasılık dışı olan yerlere sanat götürmeye ve insanları soru sormak zorunda bırakacak kadar büyük olan bu projeleri orada yaşayanlarla birlikte oluşturmaya çalışıyorum. Gerilimli coğrafyalara dair küreselleşmiş medyada görülenlerden farklı bakış açıları sunmaya çabalıyorum. Politika bizim nesli korkutan bir tabir. Bu kelimeden uzak duruyorum. Her ne kadar benim sanatım bazen bir vizyondan fazlasını ifade etse (grrrrr!) de, benim fikirlerimi yansıtıyor (grrrrr!).

Projelerini ürettiğin yerlerde yaşayan insanları bu projelere ikna etmek zor oluyor mu?

Bir kentsel aktivist olarak duvarların içine işleyen bir sanat ortaya koymaya çalışıyorum. Kâr gözeten biri değilim. Projelerim insanlarla ilgili ve benim ilgilendiğim de bu: sıradan insanlar. Çok kesin bir fikir önerisiyle yola çıkıyorum ve süreç başlıyor. Onların tepkilerini dinliyor ve ona göre kendimi adapte ediyorum. Bu yüzden kimseyi bir şeye ikna etmeye gerek olmuyor. Sürecin kendisi devam eden, karşılıklı bir diyalog. Fotoğrafları yapıştırmak için döndüğümüzde insanlar doğal olarak bu sürece katılıyorlar. Bu yapıştırma sürecinin bir anlamı olduğuna inanan herkes bu işe katılabiliyor. Örneğin Brezilya’daki çocuklar bir haftalığına sanatçı oldular. Bu sanatsal aktivitelerde aktörleri ve izleyiciler birbirinden ayrılmıyor. Ayrıca benim gizliliğim özne/aktörün, gelen geçen/yorumlayıcının tanışabildiği açık bir alan sağlıyor. İşin ruhu da burada yatıyor. Fotoğraf her zaman sosyal bağlantılar kurmanın ve karşılaşmaların bir vektörü olmuştur.

Hiç İstanbul’da böyle bir proje yapmayı düşündün mü?

Elbette İstanbul benim ilgimi çeken bir yer. Öyle bir şehir dışarıda kalamaz, bu yüzden doğru fırsatı yakalamam gerekiyor!

Şu an ne üzerinde çalışıyorsun?

Tamamen yeni bir proje üzerinde çalışıyorum. İsviçre, Vevey’de eylül ayında sergileniyor ve ardından da başka şehirlere geçtikçe evriliyor. Şu ana kadar yapmış olduklarımdan oldukça farklı bir yerde duruyor…