Her şey konuşursa dinlemeye var mısınız?: Melida Tüzünoğlu ile sohbet
Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu
Melida Tüzünoğlu, yeni romanı Her Şey Konuşacak ile anlatıyı bu sefer kıyafetlere bırakıyor ve moda endüstrisinin parıltılı yüzeyini kazıyarak altındaki ekolojik krizleri, kültürel travmaları ve kişisel adalet arayışlarını görünür kılıyor. Tarihi, güncel, çoğu zaman can sıkan ve okuyucuyu kendisiyle yüzleşmeye iten bir bilgi sağanağına tutuyor. Aral Gölü, Angora Keçisi, Gazze bezi, çöldeki paslı gemi, Avrupa’dan Türkiye’ye taşınan çöpler, lüks modaevleri, Baltalimanı Antlaşması, naylon çoraplar, Prenses Diana… Hepsi ve daha fazlası Melida’nın akıcı dili ve zihin akışıyla önünüze seriliyor.
Tüzünoğlu bizi yalnızca modanın sahte ihtişamıyla değil geçmişle, çocuklukla, unuttuğumuz ya da görmezden geldiğimiz seslerle de yüzleştiriyor. Baş karakter Fatoş’un gözünden, kişisel hafızayla tarihsel çürümüşlük ustaca iç içe geçiyor.
Melida Tüzünoğlu ile Her Şey Konuşacak’ın ortaya çıkış sürecini, kitabın katmanlarını ve modayla, adaletle, yaratıcılıkla kurduğu ilişkiyi konuştuk.
“Üretim ve tüketim olmak zorunda; ancak dünyayı hırslarımızla yiyip bitirme konusunda haddimizi aştık.“

Öncelikle Her Şey Konuşacak’ın tohumları ne zaman ve nasıl atıldı?
Her Şey Konuşacak’ın çalışma başlığı yıllarca “Kıyafetler”di ve kıyafetlerin konuştuğu bir kitap olarak başladı. Aslında “konuşan kıyafetler” fikri yayıncım Egemen İpek’e ait. Yıllar evvel bana bu fikrinden bahsettiğinde, muhtemel bir Hollywood filmine dönüşecek hikâyesi de hazırdı; Toys, Cars gibi bir The Clothes heyecanı vardı. Elimden geleni yaptım ancak son sekiz yıl boyunca yaptığım tüm çalışmalar, o tarzda bir animasyon yerine moda endüstrisinin -her ne kadar yaratıcı, eğlenceli, absürt yanları olsa da- kültürel, ekolojik ve toplumsal yıkımları üzerine yazmaya itti.
Romanın kıyafetlerin dünyasına dair bir sevgi – nefret ilişkisi taşıyor. Modayı iyi bilen biri olarak da kıyafetlerle, tekstille, modayla kurduğumuz ilişkide senin için sevgi nerede başlıyor ve bitiyor; nefret nerede başlıyor ve bitiyor?
Açıkçası Schiaparelli’nin tasarladığı altın elleri, Iris van Herpen’in kumaşı neredeyse hayali bir katman yaratma aracı gibi kullandığı elbiseleri ya da Balenciaga’nın tuhaf ve ironik önermeleri, tüm banalliklerin üzerine çıkıp gündelik hayatımın akışında bir kırılma yaratabiliyor. Burada yaratıcılık öne çıktığı için, sanat, teknik ya da düşünsel olarak moda tasarımını bir üst noktaya taşıyan o parlak şeyi görebiliyorum ve oraya doğru çekiliyorum. Diğer yandan, tüm bunlar olurken, gelişmemiş ülkelerin emeğinin üzerine çörekleniliyorsa, doğal kaynaklar tüketiliyor ya da acımasızca kirletiliyorsa ve bunlara sahip olmak toplumsal adaletin bozulmasına katkı veriyorsa, vicdanen rahatsız hissetmemiz ve bir şeyler yapmamız gerekiyor. Soru şu: Yaratıcılık en özgür şekilde devam ederken daha etik, daha sorumlu ve daha adil olabilir miyiz?
Kitap bizi güncel, tarihi bilgiler arası inanılmaz bir seyahate çıkarıyor. Hem güncel veriler, hem tarihi gerçeklerle örülü biraz tüyleri diken diken eden bir bilgi sağanağı… Tüm bunları da baş kahramanımız Fatoş’un yaşadıkları üzerinden veriyorsun okura. Peki Fatoş kim? Senin küçüklüğünle bir paralelliği var mı? O yaşlarda senin moda ile kurduğun benzer bir ilişki var mıydı mesela?
Küçükken resim yapmayı, bebeklerime eski bezlerden kıyafet dikmeyi ve elbise çizimleri yapmayı çok severdim ancak modayla bilinçli bir ilişkim yoktu. Lise çağlarımda, Beyoğlu’ndaki vintage mekânlardan elbiseler, çantalar almayı ve onların geçmişteki muhtemel sahiplerini ve hikâyelerini düşünmekten keyif alırdım. Fatoş’la benim ilkokul deneyimimdeki ortaklık ise adaletsizlikle tanışma ve mücadele etme hâli daha çok. Bir çocuğun kurumsal çatı altında, bir otorite tarafından korunmaya muhtaç olduğu dönemde, adaletsizliklere maruz kalması üzerinde durulması gereken bir şey; çünkü bu ya adaletsizlikle savaşmaya ya da onu örnek almaya götürüyor.
Romanın okulda geçen ilk bölümü bir eğitim sistemi eleştirisi de taşıyor…
Bazı çok önemli teorik bilgileri, dünya ve Türkiye edebiyat tarihini ya da çevresel olayları, günümüzün büyük bölümünü geçirdiğimiz okullarda neden öğrenmiyoruz? Siyasi tercihler sonucu, bilgisiz bırakılmış jenerasyonlar yetişiyor. Buna duyarsız kalamayız. Bu sistemin içinden çıkan kişiler de öğretmen oluyor ve kısır döngüye dönüşüyor. Bir toplumun kimliği, o toplumu yaratan değerlerin ortaklaşması sonucu oluşuyor. Elbette ki atalarımızdan kalan mirası öğrenip koruyacağız, dünyadaki bilimsel gelişmelerden haberdar olacağız ve zihnimizin sınırlarını belirleyen şey olan dilimizi en iyi şekilde kullanacağız. Ama bunun arkaik bir müfredatla gerçekleşmeyeceği açık.
Kitapta verdiğin birçok sarsıcı bilgi var. Tekstil endüstrisinin çığrından çıkmışlığı, yarattığı çöp yığınları… Aslında dünyada ciddi bir tekstil krizi var ancak insanlar yeteri kadar bunun farkında değil gibi. Ya da görüyorlar ama üstüne konuşmak istemedikleri konulardan biri, çünkü insanlarda ciddi bir bağımlılık da var diyebilir miyiz?
Bir gün Google’a Atacama Çölü yazıp aratın. Şili’nin eyaleti olan Atacama, Büyük Okyanus’a kıyısı olan dünyanın en kurak çölü. Ancak dünyanın tekstil çöpü, yani en az yüzde 70’i satın alıp giymediğimiz veya bir kez giydiğimiz giysilerden oluşan çöp, şu an uzaydan çekilen uydu fotoğraflarıyla görülebilir boyutlara erişti. Bunun gibi çok örnek var; Hindistan, Afrika gibi yerlere gönderiliyor atık kıyafetler. Geri dönüşüm de problemli bir süreç, çünkü hem her şeyi geri dönüştürmek mümkün değil hem de dönüşüm de kendi içinde kimyasalların vs kullanılması gerek bir süreç. Tüm tekstil endüstrisi aşırı üretim ve aşırı tüketim üzerine kurulu olduğu için asla kullanmaya zamanımızın hatta fırsatımızın olmadığı şeyleri satın alıyoruz. Bir gün şöyle bir deney yapabilirsiniz: Dolabınızda en çok sayıda olan bir parçayı, örneğin çanta, pantolon, gömlek vs bir araya getirin, mümkünse bir iple birbirine bağlayın, bir ucundan tutun ve yürümeye çalışın. Çok acıklı. Çünkü örneğin bir denim pantolon için ortalama dört ton su kullanıyor.
Tekstil krizine kendi adına nasıl bir çözüm öngörüyorsun?
Estetik değeri olan tasarımlar veya fonksiyonel ürünler üretmenin bir sakıncası yok. Üretim ve tüketim olmak zorunda; ancak dünyayı hırslarımızla yiyip bitirme konusunda haddimizi aştık. Çözüm konusunda epey düşündüm, takdir edersiniz ki kolay ve kısa bir yöntem öneremiyorum. Çin’in de artık bir süredir oyuna dâhil olmasıyla hızlı moda yarışının büyüdüğünü görüyoruz. Her gün koleksiyon çıkaran markalar var. Zihnimiz, ruhumuz, bedenimiz, dünyamız her gün çıkan koleksiyonlara adapte olamaz ve olmamalı. O yüzden ekonomi politikasını belirleyenlerin bir sınır koyması gerekiyor. Plastik, polyester kullanımından üretilecek ürün sayısına değin kontrol mekanizması. İçeriği değil, niteliği değil; sayıyı yani hacmi. Diğer bir yöntem daha bireysel bazda olabilir; o da döngüsel ekonomi yöntemi olarak ikinci el / vintage kullanmak, ileri-dönüşüm yapmak ve bu tip şeylerin “trend” olmasını sağlamak. Ve tabii ki en etkili yöntem, dünyada ne olup bittiğini objektif şekilde öğrenmeye çalışmak. Ayrıca kendi yaşadığımız ülkedeki tekstil kültürünü, yerel dokular, kumaşlar, el işlerini de.
Öncesinde ve kitabı yazma sürecinde senin üstündeki kıyafetlere bakışın, onlarla kurduğun ilişki değişti mi hiç?
Elbette. Az önce bahsettiğim gibi kitabı yazma süreci sekiz yıl kadar sürdü ve bu esnada derinlikli okumalar yapma fırsatı buldum. Yalnızca ekolojik yıkım değil ama kültürel yıkım da bunun bir parçası. Dünyada çok farklı görünen, farklı ten rengine, boya, kiloya, farklı göz renklerine ve saçlara sahip insanlarız ve bir gezegen boyunca aynı markaların ürettiği aynı şeyleri giyiyoruz. Bu nereden bakarsanız bakın gerçekten ucuzluk, hem maddi hem metaforik anlamda. Bu distopik ortamı o kadar normalleştirmişiz ki sormadan, sorgulamadan yaşıyoruz. Oysa, Avrupa’nın elitleri Ankara’da Angora keçisinden üretilen sof kumaşından yapılan giysileri giymek, satın almak için yarışıyordu. Angora keçilerimize ne oldu? Çok meşru ve kolaylıkla çoğalabilecek bir soru. Ben kendi adıma, çok daha az tüketiyorum artık. Sahip olduğum ve kullanmayacağım şeyleri paylaşıyorum.
Bu aralar hangi kelimeyi kendine kendine tekrar edip gülümsüyorsun?
Türkçe harika bir dil. Gerçekten bayılıyorum. Çok esnek, üretken, türetken, etkileşime, oyuna ve deneye açık, melodik… Bu liste uzar gider. Spontan bir şekilde yabancılaştırması da güzel, çünkü neşelendiriyor. Kendi kendini eğleyebilme becerisine sahip başka dil var mıdır? Birkaç kez eğleyebilme deyin.