Zaman ve onun uzlaştırıcı nitelikleri: Avni Doshi ile yazmak ve Yanık Şeker üzerine

Röportaj: Defne Demirer

2020’de Booker finalistlerinden biri olan Avni Doshi romanı Yanık Şeker’de dirençli baş karakter Antara, geçmişin kaosunu bir jonglör gibi dengeleyerek günümüz Pune’sinin zorluklarıyla başa çıkıyor. Bu şehirde anılar keskin bir baharat karışımının kokusu kadar kaçınılmaz. Antara’nın annesi Tara ise geride hayranlık ve yıkım izleri bırakarak, hayat boyu bir Bollywood divası gibi dans ediyor. Demansın çarpıcılığı, hikâyenin ters köşesi. Aşram sahneleri ise öykünün mistik bir sapması gibi. 

April Yayıncılık etiketi ve Deniz Erkaradağ çevirisiyle 2023’te Türkçeye kazandırılan ilk romanında yoğun duygulara, özgürlüğe ve anneliğe dair çeşitli nüansları buluşturan Avni Doshi ile Yanık Şeker ve yazma pratikleri üzerine sohbete koyulduk; ilham dolduk.


“Amacım cevap bulmak değildi. Daha çok kendimi, gerçekliği algılamanın farklı ve kısıtlanmamış şekillerini deneyimlemek için serbest bırakmak üzerine şekillenen bir süreçti.”

Sizinle sonunda tanışabilmek gerçekten de çok güzel. 

Seni görmek çok güzel. Bu röportajı yapmak için bana ulaştığın için teşekkür ederim. 

Başlarken romanınızın arkasındaki süreçten ve fikirlerinizi oluşturma döneminden bahsedebileceğimizi düşündüm. İlerledikçe de daha fazla romanı incelememize izin verecek sorular hazırladım. Tüm bu yazı süreci sizin için nasıldı? Yanık Şeker’i yazmanızın yedi yılınızı aldığını ve bu süreçte sekiz taslak yazdığınızı biliyorum ama sizin için akılda kalan, duygusal olarak hafızanızda yer etmiş önemli anlarından da bahsedebilir misiniz?

İlk olarak romana başladığım dönemde hayatımda nerede olduğumla ilgili bilgi versem iyi olur. Hindistan’da yaşıyordum, okuduğum sanat tarihi yüksek lisans (master) programını bitirdikten sonra oraya taşınmıştım. Üniversitede sanat tarihi okudum, yani sanat tarihi disiplininden geliyorum. O dönemler sanat dünyası hakkında gerçekten çok tutkuluydum ve romanda da görebileceğiniz kadarıyla hâlâ öyle olduğum söylenebilir. Bir yandan da bu dünyada bana ait bir yer bulabiliyormuş gibi hissetmiyordum. İçimde beni kemiren bir sezgi, bir içgüdü vardı ve kendi işlerimi, kendi dünyamı yaratmak istediğimi hissediyordum. Bu düşünce beni hiç yalnız bırakmıyordu, yazmak istiyordum. 

Günün birinde, Puna şehrinde (aynı zamanda romanın büyük çoğunluğunun geçtiği şehir), büyükannemin evindeki balkonda otururken pencerede kendi yansımamı yakaladığımı hatırlıyorum. Camda leke gibi bir şey vardı ve bakış açımı ortadan ikiye bölüyordu; kendi yüzümün yansımasını görebiliyordum ama bu yansıma çok da net değildi. Romanı yazmaya başlamamda bana ilham veren ilk imge buydu sanırım. Yüzü ortadan ikiye bölünmüş bir kadın hayal etmeye başladım ve daha sonra bu kadın iki ayrı insana bölündü. Bu iki kadının birbirleriyle ilişkisinin ne olduğundan henüz emin değildim o sıralar. Fakat daha sonraları bu iki kadın aklımda gerçekten de kalıcı bir yer edinmeye ve hayal gücümde farklı sahnelerde yer almaya başladı. Bu kendi kendine, doğal bir şekilde gelişen bir süreçti. İlk hayal ettiğim sahneyi çok net hatırlıyorum; bu iki kadın karakter babaannemin balkonuna benzeyen bir balkonda karşılıklı ayakta duruyorlardı ve bir tartışma hâli içindeydi. Biri anneydi biri de kızdı sanki bu iki karakterin, o zamanlar hâlâ emin değildim ama yakın bir ilişkileri olduğunu düşünüyordum. Belki de kız kardeşlerdi… Bir çeşit keşifti sanki benim için bütün bu süreç. Kendimi ya da iç dünyamdaki düşünceleri henüz çok yakından tanımıyordum belki de ve yazdıkça ve sürecin içine yavaş yavaş girdikçe bütün bu düğümler çözülmeye başladı. Mesela şu an ikinci kitabımın üzerinde çalışıyorum ve öncekinden çok daha zorlandığım bir sürecin içindeyim ama yazdıkça keşfettiğim çok şey oluyor. 

Belki modası geçmiş ya da popülerliğini yitirmiş bir düşünce olabilir ama şimdilerde yazmayı ruhani bir süreç olarak görüyorum. Sanki ruh diyebileceğimiz bir varlık ile iletişime geçiyoruz yazarken, yani en azından bu süreç bana böyle hissettiriyor. Başka bir taraftan da sanki kitap ya da hakkında yazmak istediğim, oluşturmak istediğim evren çoktan varmış gibi hissediyorum. Karakterler çoktan varlar ve benim işim onları ortaya çıkarmak, keşfetmek, ya da onların kendilerini gösterebilmeleri için gerekli olanakları, şartları yaratmak. Yanık Şeker’i yazarken tam olarak böyle hissediyordum. Her taslak uzun soluklu arkeolojik bir kazıya çıkmışım gibi hissettiriyordu. Zorlu bir kazı çalışması; kazmaya devam ettikçe bir şeyler bulabiliyordum ama bazen de çıkmazlara sokuyordum kendimi. Ne kadar kazsam da devamı gelmeyecek bir zemine ulaştığımı hissediyordum, neredeyse bir duvar gibi. Sonra yeni baştan başlamam gerekiyordu.

Açıkçası, bütün bu yazma süreci yaratmaktan çok izin vermek ve kontrolü bırakmak üzerine şekillendi. Karakterlerin, kurgunun, yaratmaya çalıştığım evrenin önünden çekilip karakterlerin kendilerini göstermelerine izin vermekte uzmanlaştım diyebilirim. Çoğu noktada karakterleri çok bilinçli bir yerden yaratmaya çalıştığımda, bir sahne hakkında düşündüğümde, kendimi daha fazla olayların içinde hayal edip empati kurmaya ya da olayların akışını kontrol etmeye çalıştığımda çok zoraki bir durum içinde buluyordum kendimi. Böyle anlarda her şey sahte ve zorlanıyormuş gibi hissettiriyor doğaldan ziyade ve sonunda da çok fazla dirençle karşılaşıyorum. Tam olarak da bu anlarda tıkanma (writer’s block) dediğimiz şeyi çok bariz bir şekilde hissedebiliyorum. Bir duvara toslamışım gibi hissediyorum ve de. Bu durumdan çıkabilmek de kendimi geri çekip kontrol etmeye çalışmayı bıraktığım zamanlar mümkün oluyor.

Sanırım sürecim hakkında bunlar hakkında konuşmayı kayda değer buluyorum. Edebiyat okumadım, üniversitede edebiyat ile bağlantılı bir bölümde eğitim görmedim, herhangi bir roman yazma eğitimim yok. Kurgu zanaati hakkında Yanık Şeker’i yazdığım dönemde kazandığım bir burs ile bir üniversitenin edebiyat bölümünde kurgu dersleri almıştım. Yani bu konu hakkında biraz fikrim var ama bu derslerde öğrendiklerim kendi yazılarıma yaklaşımım ile çok da bağlantılı olmadı günün sonunda. Çünkü benim için formüllerle düşünmek, belli başlı kurallar çerçevesinde kendimi kısıtlayarak hareket etmeye çalışmak oldukça zor. Bir sürü yazar süreçleri hakkında çok matematiksel tavsiyeler verebiliyor, çok özenle hesaplanmış ve kulağa güzel gelen kuralları oluyor ama ben böyle yapamıyorum hiçbir zaman. Yazı yazma sürecimin nasıl işlediği hakkında analitik bir bakış açısına sahip değilim, tam olarak nasıl gerçekleştiğinden çok emin olamıyorum. 

Roman yazmanın sizin için ruhani bir süreç olduğunu söylediğinizden beri bunu düşünüyorum. Yanık Şeker’i okurken sizin için böyle bir tarafı olduğunu sezmiştim romanın. Sanki düşünmek istediğiniz, çözümlemek istediğiniz, kendinize dert edindiğiniz ve cevabına ulaşmanın çok karmaşık olduğu bir konu vardı… Yanık Şeker‘in büyük bir kısmını oluşturan anne-kız ilişkisinin üzerinde durmak istediğinizi fark ettiğiniz belli bir zaman oldu mu? Bunu fark ettiğiniz belli bir an var mıydı? Daha kişisel bir taraftan, romanı yazma süreciniz hayatınızda bu tarz önem verdiğiniz ve çözümlemek istediğiniz konuların düğümlerini çözmenize birazcık da olsa yardımcı oldu mu? Romanın okurlarınızda böyle bir etki yaratacağını düşünüyor musunuz?

Bu soruyu gerçekten çok sevdiğimi belirtmek istiyorum çünkü bahsettiğin bu dairesellik şu an odaklandığım ve üzerine sıkça düşündüğüm bir konu. Gerçekten de tavaf etme konsepti, kutsal bir nesnenin ya da bir olgunun etrafında dönme durumu, şu an içinde olduğum süreçte çokça karşıma çıkıyor. Metaforik olacaksak eğer bir seyyah ya da bir hacının yolu bile diyebiliriz aslında bu duruma; bir imgenin, tanrısal bir imgenin etrafında tavaf etmek, dönmek… Bahsettiğin tarzda etkileşimleri tasvir ederken kullandığımız dilin bir parçası aslında bunlar bir yandan da, yani en azından kullanılabilir imgeler. 

Kendim için konuşacak olursam, yazı yazma sürecimin tam olarak böyle olduğuna inanıyorum. Aynı temanın etrafında sürekli, durmadan, tekrar tekrar dönmek, bu temayı farklı yönlerden, farklı ışıklarda, farklı havalarda ve durumlarda görmeye çalışmak sürecimin en büyük parçası diyebilirim. Hatta bunu bir sanat eseri ile etkileşmekle de bağdaştırabilirim. Bir galeriye ya da bir alana girdiğimizde de sergilenen sanat eserlerinin etrafında dolanırız, merakla inceleriz ve eserlerin zihnimizde yarattığı dalgalanmalara odaklanmaya çalışırız. Bu konuyu açman gerçekten çok ilginç çünkü yazı yazma sürecimle ilgili tam olarak bunu düşünüyorum şu an ve bu tavaf hâlinin, dairesel bir dönüş hâlinin kesinlikle gerçekliği görme ve yorumlama biçimlerinden biri olduğuna inanıyorum. 

Beni bu anne-kız ilişkisine ne çekti, tam olarak bilmiyorum açıkçası. Çok spesifik bir sebepten dolayı bu konuyu seçtiğimi söyleyemem. Aileleri ve aile içi dinamikleri gerçekten ilginç buluyorum. Ailelerin bireyleri ne açılardan temsil ettiğini, bireylerin hangi açılardan ailelerinin birer yansımaları olduğunu anlamaya çalışmayı çok seviyorum. Ailelerimiz en erken yaşlarımızdan, en önemli dönemlerimizden beri bizimle. Özellikle de anne ve babanın imgesinin insanlar ile hayatları boyunca var olduğuna inanıyorum ve hayatımızın ilerleyen noktalarında da kendimizi içinde bulduğumuz dinamiklerin evrilme şekli üzerinde bu imgelerin büyük bir etkisi olduğuna… Yani benim için anneler ya da babalar hakkında yazmıyorken bile benim için imgesel bir yere sahip oluyor genelde bu konu, hayal gücümde bir hayalet gibi var olmaya devam ediyor. Bu ortaya çıkarmaya çalıştığım herhangi bir karakter için geçerli bence. Aynı zamanda ailelerin ve aile içi dinamiklerin, daha sistematik sosyal ya da politik sorunları daha küçük bir mercek üzerinden ortaya çıkardığına ve kültürlerdeki değerlerin, dünyayı algılama şekillerimizin en yakın ilişkilerimizde kendilerini nasıl gösterdiğine karşı yoğun bir hassasiyetim olduğuna inanıyorum. Benim için çeşitli fikirler hakkında düşünmek ve bunları keşfetmek için çok güzel bir lens bu. Birbirleriyle yakın ve kırılgan bir ilişki içinde olan iki insanın ilişkisi hakkında yazılan bir roman kritik açıdan politik olabilir mi? Olursa hangi açılardan olabilir? Bu sorular benim için gerçekten çok önemli. 

Bu süreçte, daha önce de söylediğim gibi serbestçe yazı yazabilmeyi anladığımı ve yazdıklarımı kontrol etmeyi bırakmayı öğrendim. Amacım cevap bulmak değildi. Daha çok kendimi, gerçekliği algılamanın farklı ve kısıtlanmamış şekillerini deneyimlemek için serbest bırakmak üzerine şekillenen bir süreçti. Anne-kız ilişkileri konusunda da bu şekildeydi yaklaşımım. Annelerin otoritesini ya da dokunulmazlığını sorgulamak bile öyleydi. Ya da idealleştirdiğimiz anne imgesini sorgulamaya başlamak… Bu sorgulama sürecine başladığınız anda, özellikle de Hindistan’da yaşayan biri olarak çok fazla dirençle karşılaşabiliyorsunuz. Aslında bunun bir dereceye kadar da evrensel olduğunu düşünüyorum, Bu gerilim noktalarının derinine inmenin ve özellikle Yanık Şeker çerçevesinde annelik kavramını bütün sosyal ve politik kısıtlamalardan ayrılmış bir şekilde sorgulayabilmenin aslında anneliğin anlamını da genişlettiğini, anneliğe yeni anlamlar katabileceğini düşünüyorum. Bu konu hakkında çok iyi yazdıklarına inandığım birkaç yazar var; Rachel Cusk mesela annelik hakkında çok önemli romanlar yazıyor. Sheila Heti’nin Annelik (Motherhood) isimli romanı da anneliğin ne demek olduğunu, annelik deneyimine çok da girmeden inceleyebiliyor ve aslında annelik durumunun çok daha evrensel bir varoluşsal trajediyi yansıttığını gösteriyor bize. 

Fakat tüm bunların yanında annelik hakkında okuduğum en ilginç şeylerden biri ölüm anneliği üzerineydi. Psikanalitik teoride ölüm anneliği (death mother) denilen arketip var; Daniela Sieff diye çok beğendiğim bir psikoterapistin bu kavram hakkında yazdığı çok beğendiğim kitapları var. Sieff annelik kavramına evrimsel bir perspektiften bakmayı seçiyor ve bu da bize modern kültürümüzde (eğer böyle bir terim tanımlayabilirsek ve kültür gibi geniş bir anlam taşıyan büyük bir kelime gerçekten de varsa) anneliği ne kadar idealize etmiş olduğumuzu gösteriyor. Buradan yola çıkarak da bu ideal ve içi doldurulması neredeyse imkânsız olan figürden sapan, bu figürün gerekliliklerini yerine getiremeyen herkesi deforme olmuş, yetersiz bir imge ile özdeşleştiriyoruz. Sieff bununla beraber evrimsel bir perspektiften bakıldığında anneliğin yalnızca doğumla değil ölümle de yakından ilişkisini ortaya çıkarıyor. İnsan türü çok fazla açlık, kıtlık, doğal felaketi atlatmış bir tür, ve geçmişte böyle acil durumlar ve acil hayatta kalma ihtiyaçları söz konusu olduğunda kimin hayatta kalıp kimin geride bırakılacağına karar vermek de annenin sorumluluğundaymış. Çocukları söz konusu olduğunda kimin yaşamaya devam edeceğine, kimin yemeği alacağına, kimin aç kalacağına da anne karar veriyormuş. Yani aslında annelik dediğimiz bu kavramın altında çok derin bir belirsizlik var, o kadar ki biz bile annelik dediğimizde bir noktada neden bahsettiğimizi bilmiyoruz bence. 

Bu aklıma başka bir anekdot daha getirdi. Norveçli bir arkadaşımın avlanmaya ilgisi olan bir kocası var ve ben avlanmakla yakından uzaktan ilgilenmiyorum. Ama yine de bu adamı avlanmaya çeken şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken ona sorduğum soruların arasında benim de ilgimi çeken bir şey anlatmıştı bir keresinde. Norveç’teki belli bir tür dağ keçisinin dişilerinin kışın şartlar zorlayıcı olduğunda kendi kendilerine kürtaj yaptıklarını anlattı. Çünkü kürtaj ettikleri fetüslerin, eğer bebek olarak doğarlarsa kışın zorluğunda hayatta kalamayacaklarını ve annenin kendisinin de zayıf düşeceğini bildiğini söyledi. Yani aslında medeniyetten biraz uzaklaşırsak da görebiliyoruz ki anne-çocuk ilişkileri sadece aklımızda olan hafif, sevgi dolu, naif, besleyici bir taraftan ibaret değil. Bizim yıllar içinde oluşturmuş olduğumuz bu tek taraflı, basit imgeden ötede, daha karanlık tarafları da olan, daha geniş bir hâl anne olma hâli. Bence bu bahsettiğimiz belirsizlik hâli hepimiz için çok derin, çok belirleyici ve hepimizin içinde olan bir hâl. Benim ilgimi çeken de bu. Aydınlığın ve karanlığın arasındaki salınımlar… Aslında bu konuştuklarımıza sadece bilimsel ya da evrimsel bir taraftan değil, daha duygusal bir taraftan da bakabiliriz. Bence kendisiyle dürüst olan herhangi biri herhangi bir ilişkisi hakkında karmaşık duyguları olduğunu kabul etmekte zorlanmayacaktır. Ve özellikle birilerinin çocukları olan bizler de çocuklarımız olsa da olmasa da, en azından kendi ebeveynlerimizle böyle belirsiz ve karmaşık, aydınlık ve karanlık tarafları olan ilişkilerimiz olduğunu kabul edebiliriz bence. Bence bütün yakınlıklarda ve kurduğumuz yakın kırılgan ilişkilerde bir belirsizlik, bir sonsuzluğun içinde iyi ve kötü, ve bu iki kutuptan da öte çok karmaşık dinamikler oluşmak zorunda. 


“Anneliği bir kara delik olarak düşündüğümde, anneliği bir arketip, bir enerji, bilmeye yaklaşamadığımız bir kavram veya soyutlama olarak görüyorum; belki de bu soyutlamanın etrafında toplanmış gibi görünen çeşitli imgeler ve deneyimler bütünü olarak.”

Kitabınızı okurken kendi deneyimimi de göz önünde bulunduruyordum ve içinde büyüdüğüm kültürel dokudan edindiğim algılar hep benimleydi. En basitinden annelik söz konusu olduğunda içinde oldukları sosyo-ekonomik durumdan bağımsız olarak hem kadınların üzerine yüklenen hem de kadınların kendilerini algılamalarında büyük bir etkisi olan fedakârlık ve kendinden vazgeçme beklentisini düşünüyordum. Tara ya da Antara’nın hikâyelerine tanık olurken de bu iki kadının seçimlerini bu baskı ve beklenti dolu arka plan üzerinden yorumladım. Sanki, psikanalitik bir lens ile bakacak olursak, bir ekstreme gösterdikleri reaksiyon olarak görüyordum seçimlerini. İkisinin de üzerinde o kadar çok beklenti ve sorumluluk yüklenmişti ki bir şekilde bireyselliklerini kazanabilecekleri ve kendilerine farklı bir açıdan bakabilecekleri tek seçenek, içinde oldukları toplumu ve bu toplumun normlarını tamamen reddetmek ile sağlanabilecekti. Kutbun bir ucuna karşın diğer ucunu oluşturmak gibi… Özellikle de Tara için sanki tek seçenek buydu. Size karakterlerin yaptıkları bu seçimlerde, içinde bulundukları toplumu da göz önünde bulundurursak üzerine düşünmekte olduğumuz anne-kız ilişkisi nasıl bulanıyor ya da nasıl daha da karmaşıklaşıyor diye sormak istedim. 

Öncelikle kutbun diğer ucuna gitmek hakkında söylediğin şey gerçekten de geçerli bir olgu; enantiodramia kavramı direkt olarak bu durumu tanımlıyor, tam olarak çevirecek olursak da bir uçtan geçip diğerine varmak anlamına geliyor bu terim. Psikolojide psişik bir fenomeni tanımlamak için kullanılan bir terim ve insanlık deneyiminin görmezden gelinemez bir parçası olan bir durumu tanımlıyoruz burada. Eğer ekstrem bir şekilde bir uca gidersek doğal olarak diğer uca bir itiş gücü oluşuyor. Bunun arkasındaki hipotez de bütün bu dinamiklerin bir denge, bir homeostasis çerçevesinde oluşması. Psikanalitik bir perspektiften de psişenin doğal hâlinin bir denge hâli olduğu varsayımından yola çıkarak bir ekstreme maruz kalmanın doğal olarak o ekstremin zıddını oluşturacağı, bilinç dışımızda farkında olmadan zıt uca yöneleceğimiz gerçekliği… Bence Yanık Şeker’deki karakterlerin hikâyelerinin bir parçası bu, kesinlikle. Romanı yazarken düşündüğüm şeylerden biri de bu durumun birey ve içinde bulunduğu kültür arasında da gerçekleşebileceği idi. Sadece kendimizle ya da yakınlarımızla olan ilişkimizde değil; kültürümüzle kurduğumuz etkileşimde de içinde var olduğumuz bir alan oluşturuyor ve sadece birbirimizle değil daha geniş kapsamı olan bir değerler çerçevesiyle de etkileşiyoruz. Ve bu alanın içinde kültürün, insanın hayatını bir ekstrem uca itmesi bazı insanların üzerlerine diretilen kuralların tam tersi yönde seçimler yapmasına yol açabilen bir durum. Bu bence gerçekten de gözlemlenebilir bir durum ve bunun üzerinde düşünmek, bu dinamikleri masaya yatırmak çok önemli. 

Tara ve Antara’ya gelecek olursak, bence bu anne-kız ikilisinin birbirinin zıt kutupları olması ilk düşüneceğimiz şey onları tanımaya başladığımız anda. Tara’nın seçimlerinin kızıyla ve içinde bulunduğu toplumla olan ilişkisinde Tara’yı zor bir duruma soktuğunu da düşünebiliriz. Bunlar yüzeyde, ilk bakışta düşünebileceğimiz şeyler bence. Ama benim daha çok ilgimi çeken Tara ve Antara’nın birbirine benzedikleri tarafları keşfetmekti ve fark ettim ki ikisinin de çok naif ve çocuksu bir tarafı var. Bu kesinlikle ortak bir nokta. Tara’nın sosyal normlara karşı gelme isteği bile en temelinde idealist bir çocuksuluk barındırıyor. Güzel, mükemmel ve belki de elde etmesi imkansız bir aşk hikâyesi yaşama hayalleri var bu seçimlerinin arkasında. Aşram’daki Baba ile ya da daha sonraları Reza ile… Tara kendini bir isyankâr olarak resmetmeye çalışıyor ama aslında fark etmeden de çok geleneksel ya da hikâyelerini duymaya alıştığımız stereotipik bir karakter gibi de okunabiliyor, seçimlerini düşündüğümüz zaman. Antara için de benzer bir durum söz konusu; bir tarafta annesinin bütün seçimleri ve sorunları karşısında geleneksel ve toplumsal kurallar çerçevesinde bir imaj çizme çabası içinde. Aile imajını toplumsal beklentiler çerçevesinde korumak istiyor içten içe. Bir yandan da toplumsal kuralların dışında sayılabilecek, ayıplanabilecek, bazı insanların aklına bile gelmeyecek şeyler de yapıyor. Bu noktada hikâye hakkında çok fazla bilgi verip okurların tadını kaçırmak istemem o yüzden duruyorum. 

Bu arada, bütün bu seçimleri yaparken ne kadar güçsüz ya da ne kadar kontrollü ya da bilinçli olduğu başka bir tartışmanın konusu. Bunlar bilinçsizce ya da kendini bilmezce alınan kararlar demiyorum ama tüm bu seçimleri yaparken Antara’yı sanki bir güç yönetiyor, yaptığı seçimlere doğru yönlendiriyor gibi çoğu durumda. Bu iki karakterde de aslında kendi iç dünyalarında bir tarafa doğru gitme çabasını görebiliyoruz, ama daha derinlerde bir yerlerde onları başka bir tarafa çeken bir akış var. Benim için işte bu kısım gerçekten ilgi çekici. Yazdığım anlarda da karakterlerin içinde olduğu ve kendilerine ördükleri etik dünyanın dışına çıktıkları anlarda ya da kendilerini sabote etmeye başladıklarını fark ettiğim anlarda en inandırıcı oldukları versiyonlarına ulaşmış olduklarına inanıyorum. Gerçek ve otonom bireyler olduklarını hissetmeye başlıyorum âdeta ve işte o anlardan itibaren romanın sunduğu evren içinde kendi seçimlerini yapmalarına, hareket etmelerine, yolculuk etmelerine izin vermem ve kendimi serbest bırakmam yeterli oluyor. Karakterler benim kontrolümde olmadan beni bile şaşırtan şeyler yaptıklarında anlatımımın yönleneceği yollar da belli oluyor. 

Yanık Şeker’de Antara’nın bir projesi var. Aynı resmi tekrar tekrar, her gün çizmeye adıyor kendini ve bu resmin günbegün nasıl değiştiğini, nasıl dönüşümlere uğradığını fark etmemizi sağlayan bir harita çıkıyor sonunda ortaya. Ben de lisans tezimi yazarken Cumartesi Anneleri’nin aktivizm çalışmaları kapsamında aynı hikâyeleri tekrar tekrar anlatmaları üzerinde durmuştum ve buradaki tekrarlama teması üzerinden bir bağlantı kurdum sanırım. Üzerine düşündüğüm konu Cumartesi Anneleri’nin ağır ve hâlâ sebebi açıklanmamış kayıpların hikâyelerini tekrar üzerine oluşturmaları ve hayatta tutmaları ile ilgiliydi. Bu onlar için bana kalırsa bir ölüm- yaşam konusuydu; hem gerçekliklerini ayakta tutmak hem de yaşadıkları travmaları sindirmek ve benimseyebilmek için. Peki sizce Antara için tekrarlamak ne işe yarıyor? Antara’nın kendi gerçekliğini anlamlandırabilmesi için bir çaba mı bu?

Dışa vurmak ve dışarı atmaya çalışmak durumları ağır ve travmatik olaylar yaşamış her insanın deneyimlediği ortak ve çok da önemli olan ihtiyaçlar bence kesinlikle. Bu tekrarın ve bu dışarı atım çabalarının kolaylaştırabileceği katarsis ya da yıkımlar, yeniden doğuşlar gerçekleşebilir. Buna dair bir inanç kesinlikle var, olmalı. Ama bir yandan da çok fazla tekrara düşmenin sağlıksız bir tarafı da olabilir, sürekli tekrarlayıp durduğumuz, içinden çıkamadığımız bir döngüye girebiliriz. Bazı psikoterapistler tekrarın bu tarz bir travmatik döngüye yol açabileceği hakkında da düşünüp yazıyor. Bence Cumartesi Anneleri’nin hikâyelerini paylaşmalarında güçlü bir taraf var, senin de anlattığından anladığım kadarıyla. Hikâyelerine tanık oluyor olmamızda, ortak bir hafıza ve toplumsal bir bilinç oluşturulması konusunda çok önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum tekrarlanarak anlatılan hikâyelerin. 

Antara’ya bakacak olursak bence yaşadığı travmatik olayların etkisini dışavurum yoluyla dışarı atabilmek için gösterdiği çabayı, aynı zamanda içinde olduğu travmatik döngüyü görüyoruz. Kendini durduramıyor ve sürekli bir tekrar içinde olma ihtiyacı hissediyor. Bir yandan sanatsal bir sürece tanık oluyoruz, günbegün üzerine düşünülen, ziyaret edilen bir iş var ortada. Ama bir yandan da gerçeklik ve kendisiyle arasındaki boşluğu kapama çabalarını görüyoruz Antara’nın. Hafızası mükemmel değil ve her geçen gün de hafızasını yeniden oluşturma çabaları içinde; ve kendisi böyle bir çırpınma içindeyken annesi hafızasını kaybediyor. Bu da herhangi bir gerçekliği olduğu gibi hapsetme ve koruma çabalarını artırıyor Antara’nın, ve sanki bir çeşit deliliğe yol açıyor. Fark ettin mi bilmem, ama Antara’nın karakterinde sanki totaliter bir taraf var. Annesini ve annesiyle paylaştığı anıları isimlendirip basit ve kategorize edilebilecek anlara indirgemek istiyor. Daha sonra bu bakış açısını kendine de uygulamaya başlıyor. Gerçekten de her şeyin kategorize edilmesi gerektiği, iyi ya da kötü diye isimlendirilmesi gerektiği totaliter bir bakış açısına dönüşüyor Antara’nın düşünce biçimi. Bu da ona daha fazla acı veriyor günün sonunda. Bıçağın iki yüzü var bu noktada; bir tarafta bu düşünce biçimi Antara’yı yaşadığı zorluklara ve bu zorlukların daha da zorlayıcı anılarına karşı gelmesine yardımcı olurken bir yandan da ona zarar veriyor. İşte tam olarak da bu düşünce şekli romanda ilerleyen noktalarda Antara’nın küstah ve umursamaz olarak yorumlayabileceğimiz hareketlerinin temelinde yatan şeymiş gibi geliyor bana. 


“Geleneksel olarak Hindistan’da ebeveynler, çocuklar evlendikten sonra bile çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Ortak bir ailede, jenerasyonların bir arada yaşadığı evlerde yaşama sistemi karmaşık ve kusurludur ve her şey gibi olumlu ve olumsuz yanları vardır.”

Röportajlarınızdan birinde “Annelik o kadar büyük ve kapsamlı bir kavram ki neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor.” diyorsunuz. Gerçekten de öyle sanırım ve bu kelimeyi düşünmek gözümün önüne bir kara delik getirebiliyor bazen. Yanık Şeker’i okurken 20’li yaşlarının başında olan bir gencin sorguladığı konulara daha da yakından bakabilme fırsatım oldu. Tam da ailemdeki kadınlarla, annemle olan ilişkim üzerine düşünmek istediğim bir dönemde kitabınıza denk geldim ve bu konu hakkında düşünmenin ne kadar zor olabileceğini de fark ettiğim bir dönem oldu. Hayatımdaki annelik imgesini eleştirmemi, hayatımdaki kadın imajlarından farklılaşmamı engelleyen bir tıkanıklık olduğunu seziyordum. Yanık Şeker’in konu ettiği anne-kız ilişkisini derinlemesine inceleyebildiğinizi düşünüyor musunuz yoksa genel olarak bir durumun, bir ilişki dinamiğinin tablosunu çizebilmek mi önceliğiniz oldu? Sizin kara delikleriniz, karanlık olduğu için ya da henüz yüzleşmeye hazır olmadığınızı hissettiğiniz için keşfetmemiş olduğunuz alanlar var mı?

Bunu söylediğimde tam olarak ne hissettiğimi ya da ne düşünüyor olduğumu hatırlamıyorum. Ama şimdi anneliği bir kara delik olarak düşündüğümde, anneliği bir arketip, bir enerji, bilmeye yaklaşamadığımız bir kavram veya soyutlama olarak görüyorum; belki de bu soyutlamanın etrafında toplanmış gibi görünen çeşitli imgeler ve deneyimler bütünü olarak. Bunu bir takım yıldız, yani bir şekilde birbirine ait gibi görünen yıldızlardan oluşan bir grup olarak da görebiliriz. Yanık Şeker’in anne-çocuk ilişkilerini derinlemesine keşfetmeyi başardığından emin değilim; karakterler romanın içinde birbirleriyle karşılaşıyorlar, etkileşiyorlar, kendi kör noktaları, tercihleri ve önyargıları çerçevesiyle sınırlı, çeşitli yakınlıklar üretiyorlar. Her şeyde olduğu gibi zamanın da gerçek keşif için gerekli koşulları oluşturduğuna inanıyorum. Zaman ve onun uzlaştırıcı nitelikleri… 

Antara büyümeye devam ettikçe annesini anlama kapasitesi de gelişiyor ve kendi çocuğu olduğunda annesinin hayatının bazı yönlerini kendisininkiymiş gibi deneyimliyor. Ve son olarak da evet, kesinlikle pek çok kara deliğim var, hayatımın dokusunda bilinçsizliğe düştüğüm pek çok yer var. Bunu yolun üzerinde hissediyorum ve karşılaşmalardan kaçınmak için varmış olduğum -nedenini tam olarak hâlâ anlayabilmiş değilim- geri dönüp bakmam gereken bir yerde buluyorum kendimi. Para bu konulardan biri. Konu paraya gelince etrafımda bir sisin oluşmaya başladığını hissediyorum.

Antara’nın annesine bakmaya devam edebilmesi için ya da bunu yapmamayı bilinçli bir şekilde seçebilmesi için bir tür karşılaşma, hesaplaşma ve uzlaşmaya ihtiyacı var. Her şekilde annesinin yanında kalıp ona bakmaya devam etmenin onu zorlayan bir tarafı var. Bir önceki sorudan devam edecek olursak, ebeveyne bakmak için yapılan fedakârlık konusunda distopik hissettiren bir şeyler var. Bunun üzerinde beraber düşünebilir miyiz? 

Dünyanın pek çok yerinde çoğu insanın daha sonra çocuk sahibi olmaya (ya da hiç çocuk sahibi olmamaya) karar verdiği bu dönemde yaşamanın yapacağımız yorumlarda önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu insanların ebeveynlerinin de çoğu yaşlılığa giriyor. Bu nesil potansiyel olarak iki cephede -kendi ebeveynleri ve çocukları olarak- bakım verme sorumluluğu altına girmiş oluyorlar. Buna bir noktada zorunda kalıyorlar. Bence bu tür bir fedakârlığa distopik demek, çağımızda neredeyse patolojik hâle gelmiş bir bireyciliğe adamış bir tür çağdaş bilinçten kaynaklanıyor olabilir. Geleneksel olarak Hindistan’da ebeveynler, çocuklar evlendikten sonra bile çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Ortak bir ailede, jenerasyonların bir arada yaşadığı evlerde yaşama sistemi karmaşık ve kusurludur ve her şey gibi olumlu ve olumsuz yanları vardır. Çekirdek aile sisteminin benimsenmesi bazı yönlerden muazzam bir özgürlük anlamına gelse de bunun karmaşık olduğunu ve tamamen de olumlu olmadığını düşünüyorum. 

Bir yandan, ortak ailede yaşam sisteminde kadının daha fazla baskı altına alınacağı düşüncesi var ve bunun doğru olduğuna dair pek çok kanıt var. Ancak öte yandan, çekirdek aile evinde, her iki eş de çalışıyor olsa bile, ev işlerinin ve çocuk bakımının çoğunluğunun yine genellikle anneye düştüğünü de biliyoruz. Bu da başka türden bir baskı faktörü oluşturuyor. Bu duruma açıkçası net bir cevabım yok; sadece daha fazla sorum var. Ayrıca çocukların hasta ebeveynlerine bakmalarını ve onlar için fedakârlık yapmalarını zorlaştıran şeyin ölüme yakınlıkla bir ilgisi olup olmadığını da merak ediyorum. Elimizden geldiğince uzak tutmaya çalıştığımız şey aslında kendi ölümlülüğümüzün yakınlığı mı? Bir keresinde Budist ölüm meditasyonları hakkında bir şey okumuştum ve gerçekliğin doğasına yaklaştırdığı için ölüm üzerine meditasyon yapıldığını öğrenmiştim. Sanırım bu pratik daha dolu dolu, daha fazla anda yaşamaya olanak sağlayan bir farkındalık sağlıyor.

Alzheimer’ın bir ebeveyni yavaş yavaş ele geçirmesini izlemek neden bu kadar acı verici sizce? Antara’nın annesiyle ilişkisini düzeltmesi neden bu kadar zor ve hafıza ya da anılar bunun nasıl bir parçası? Kitabınızda Alzheimer’ın özel bir tür kayıp olduğunu yazıyorsunuz; her seferinde küçük parçaların kaybolduğu, dairesel / döngüsel ve uzun soluklu bir kayıp. Bu tür bir kaybın etkileri nelerdir sizce? 

Alzheimer ya da demans türü sorunlar gerçekten de yıkıcıdır. Bunun diğer herhangi bir hastalık veya kayıptan daha fazla veya daha az korkunç olduğunu iddia etmek istemiyorum. Ama evet, bence bu tür kayıpta özel bir durum söz konusu çünkü başlangıcına bağlı olarak Alzheimer kendini farklı ve beklenmedik şekillerde ortaya çıkarabiliyor hastalarda. Bazen yokmuş gibi davranmayı da seven bir hastalık ayrıca. Yani sabitlemesi, tanımlaması, elle tutması bir yere kadar da oldukça zor. Alzheimer mı konuşuyor yoksa Antara’nın annesi mi? Bunlar nerede aynı şey, nerede farklı? Aynı zamanda da ortaya çıkabilecek çok büyük bir berraklık potansiyeli var. Geçmiş anlık olarak, sanki o anda oluyormuşçasına deneyimlenebilir. Antara, annesine anılarını tekrardan hatırlaması için yardım etmek istiyor; ancak Alzheimer söz konusu olduğunda bazen kişinin zihni kontrolsüz bir biçimde geçmişi hatırlar ve tekrar tekrar gündeme getirir. Ve bu anıların ya da söz konusu olan geçmişin arasına halüsinasyonlar serpişebilir ya da Alzheimer hastasının anılarından bizim gerçekliğimize damlayan gerçeklikler olabilir. Alzheimer’ın lanetli bir tarafı var kesinlikle ve bunu birçok insan da hissedebiliyor. Bulaşma hissi hissedilebilir, paranoya hissi yayılabilir ve hastaya bakanlar aklını kaybediyormuş gibi hissetmeye başlayabilirler. 


“Gerçeğin güvenebileceğimiz tek biçimi bilim midir? Sanat bize ne tür bir hakikat sunar? Bilimin yetersiz kaldığı, rasyonelliğin ulaşamadığı yerler var mıdır?”

Romanda hafızanın sürekli ve yeniden yapılanan bir oluşum olduğunu yazıyorsunuz. Hakikat ve hafızanın nasıl iç içe geçtiğini düşünüyorsunuz? Kitabınızda bu iki tema arasında bir ilişki görüyor musunuz? 

Hakikat fikrinin içine ne kadar çok girerseniz, hakikat elinize aldığınız bir kum yumağına o kadar benzer ve sürekli elinizden kaçar. Jain felsefesinde güzel bir kavram var: anekantavada. Bu, her şeyde mutlakiyetsizlik anlamına gelir. Bu dindeki temel fikir şiddetsizliktir (ahimsa). Bu ilkeyi ideoloji alanına taşırsak fikirlerin şiddet içermesinin de mümkün olabileceğini görürüz, özellikle de belirli bir perspektifi veya gerçeği bir başkasına dayatılırken gördüğümüzde. Bu açıdan bakacak olursak Antara’nın annesini kendi bakış açısını benimsemeye zorlayarak yaptığı şey bir tür şiddet eylemi olarak görülebilir. 

Bellek zorunlu olarak yanılan bir olgudur bence. Bir anı yalnızca algıya ve bireysel duyuma bağlı değildir; geçmiş travmalara ve kayıplara, önyargılara ve tercihlere göre kodlanmıştır. İstemediğimiz şeyleri çok net hatırlayamayız. Ve bellek çoğu zaman da uyumlu davranır. Hafızanın kesinlikle doğru olması gerektiği fikrini tamamen bir kenara bırakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Peki ya hafızanın bizi güvende tutması gerektiğini söylesek? Yoksa hafızanın önceden var olan, belki de toplum tarafından belirlenmiş olan, belli başlı bir kişilik yapısını, kişilik modelini mi desteklemesi gerekiyor? Dediğim gibi, sadece daha fazla soru var. 

Peki ya delilik ile sağlıklı düşünen bir zihin arasındaki çizgi? Yanık Şeker karakterleri kendi deliliklerine yaklaşarak sanki gerçek benliklerine daha çok yaklaşıyorlar gibi bir his veriyor okuyuculara bence. Daha önce yazma sürecinizden bahsederken de anlattığınız gibi kitapta derinden politik bir şeyler olduğunu hissediyorum. 

Arketipler üzerindeki konuşmamıza geri dönecek olursak, tekil bir hakikat arayışının, bir tür Apollonian erdeme koşullandığını, mükemmel bir ışık ve netliği gerektirdiğini düşünüyorum. Peki bunun karşıtı ne? Dionisyen bir yaklaşım benimsemek mi? Bence ikisinin dengelenmesine yönelik doğal bir arzu var ve birinin baskın hâle gelmesi diğer yöne doğru bir salınım oluşturuyor.

Antara, annesi hastalanınca Alzheimer’ın bütün farklı nedenlerini araştırıyor. Çok fazla noktada da tıp kurumu tarafından geri çevriliyor. Sizce romanın bu kısmı toplumsal beklentiler, katı çerçeveler ve çoğumuzun çatlaklar arasında cevap bulma ihtiyacı hakkında düşünmemizde bir rol oynuyor mu? Antara’nın bu araştırmaları karakterler hakkında çizdiğiniz resme nasıl bağlanıyor veya katkıda bulunuyor? 

Sanırım bu hakikatle ilgili sorularına sirayet eden bir soru: Gerçeğin güvenebileceğimiz tek biçimi bilim midir? Sanat bize ne tür bir hakikat sunar? Bilimin yetersiz kaldığı, rasyonelliğin ulaşamadığı yerler var mıdır? Kitapta birden fazla şekilde okunan, yazarken planlamadığım veya düşünmediğim bir sürü sahne var. Antara sanat eseriyle doktorun muayenehanesine gittiğinde hemen reddediliyor ve doktor onun sağlığından endişe duyduğunu ifade ediyor. Bana gelip Antara’nın o sahnede rahatsız ya da sorunlu olduğu hissine kapılmaya başladıklarını söyleyen insanlar oldu. Onlar için tek bir doğru vardı: Eğer Antara annesi ve annesinin hastalığı hakkında metafor ve imge yoluyla bir şeyler anlayabileceğini düşünüyorsa çivilerinden biri eksik demekti. Evet, doğru, bir şeylerin ters gittiğini ben de söyleyebilirim. Ama ben dünyayı görmenin ve var olmanın başka yollarının da olduğunu öne sürüyorum. Doktorların insanları iyileştirmek için rüyaları kullandığı bir zaman vardı. Bilmenin başka biçimleri de var; bizim bağlantımızın modern dünyada öğrendiklerimizden dolayı kesildiği sezgisel ve içgüdüsel olanlar. Rasyonalite dogmasını ve daha varoluşsal (belki de daha irrasyonel olarak algılanabilecek) bilme biçimlerini karşılaştırmak istedim. Toplumdaki gerilim noktalarından biri de bu.

Ayrıca özellikle Antara’nın annesinin torununu kucağına aldığı ve onu kendi kızı olduğunu düşündüğü son sahnelerden birinde Alzheimer ya da hafıza kaybı gibi yaşlanma ve ölüme yaklaşma deneyimlerinin söz konusu olduğu gündelik durumlarda bir çeşit güzelliğin ortaya çıkabileceğine değiniyorsunuz. Alzheimer’lı ebeveynleriyle ilgilenen pek çok kişi sıradan sorumluluklarla ilgilenirken ara sıra neredeyse saçma denilebilecek güzellikte anların yaşandığını söylüyor. Normalde yaşlı hastadan beklemeyeceğiniz çok kırılgan bir hareket gördüğünüzde ya da çocuksu bir anlarına tanık olduğunuzda gelen bir farkındalıktan bahsediyorum. Bunun hakkında biraz konuşabilir miyiz? 

Bu konu üzerine düşünmek bana sinir sistemini dengelemek için yaptığım bazı çalışmaları hatırlatıyor. Bazen kalıpların dışına çıkmak, hayatımızı içlerinde yaşadığımız döngülerin dışına çıkmak, alışılmışın dışında hareketlerde bulunmak faydalı olabilir. Bedende bulunmanın bu tuhaf, neredeyse mantığa aykırı yolları yeni görüşlere kapı açıyor bence. Tam da söylediğin gibi, beklenmedik ve dokunaklı. 

Belki de bu sadece muazzam bir kafa karışıklığı ve hatta çılgınlık karşısında mümkündür. Ben bunu bir bakıma dehşetin güzelliğe dönüşüp tekrar eski hâline dönmesi ile ilişkilendiriyorum. Üzerinde çok uzun süre durulması tehlikeli olan ince bir sınır gibi. Bunun hastalık veya her türlü acı için kesinlikle geçerli olduğunu düşünüyorum. Sınırlı deneyimime göre, gördüklerim ve okuduklarımdan yola çıkarak, acının içinden bulutların aralandığı anların olduğu netlik fikrine geri dönüyorum sanırım. Ve bozuklukların, işlemeyen dinamiklerin içinde bile çok yoğun ve derin anlar vardır, sevgi ve sevinç dolu. 

Sanırım burada bitirmek yerinde olur. Tekrar teşekkür ederim, sizinle konuşmak büyük bir zevkti. Hem bana ilham verdiniz hem de sizinle gerçekten bağ kurabildiğimi hissettim. 

Ben de teşekkür ederim, herhangi bir sorun olursa tekrar ulaşmaktan çekinme bana. Seninle konuşmak çok keyifliydi.