Nesrin Uçarlar ve Erdem Şenocak ile Unutma Biçimleri üzerine

Röportaj: Esin Çalışkan, Yağmur Ruken Kahraman

Tuzdan Kaide ve Aidiyet ile tanınan Burak Çevik’in Berlinale’de prömiyer yapan son filmi Unutma Biçimleri, ayrılığının üzerinden 14 yıl geçen bir çifti odağına alıyor. Yıllar sonra yeniden buluşan çift üzerinden, ilişkilerinin neden sonlandığına dair yaşadıkları kararsızlıkla birlikte tarihin nasıl katmanlaştığına ve tekrar tekrar yazılabildiğine dair bir deneyim sunuyor bu kez Burak Çevik. 

Başrollerinde Nesrin Uçarlar ve Erdem Şenocak’ı izlediğimiz film, Türkiye’deki ilk gösterimini geçtiğimiz aylarda İstanbul Modern’de yaptı; 14 yıl boyunca da müzede saklı bekleyecek. Hafızanın nasıl katmanlaştığını kurcalayan Unutma Biçimleri hakkında merak ettiklerimizi, Nesrin Uçarlar ve Erdem Şenocak ile konuştuk.

Esin Çalışkan: Her şey nasıl bir sahneden, fikrin kendisinden bu filme dönüştü? İlk olarak filmin yönetmeni – yaratıcısı Burak Çevik’le kurduğunuz ortaklığın nasıl başladığından, çekim sürecinden bahsedelim mi biraz? 

Nesrin Uçarlar: Burak, Erdem’le yaptıkları bir film çalışmasından sonra, o sırada yaşadığımız Şirince’ye bizi ziyarete gelmişti ve kamerasıyla birtakım çekimler yapıyordu. Orada bulunan başka oyuncularla ya da mekânlarla, video mektuplar adını verdiği çalışmalardı bunlar. Çekimlerin üzerine mektup mahiyetindeki konuşmalarını kaydediyordu. Bize seyrettirmişti, çok da beğenmiştik onları. Sonra bir gün, “Sizinle birlikte bir sahne çekelim mi, doğaçlama yapabilir misiniz?” dedi. Konu da 14 yıl sonra yeniden karşılaşan bir çiftin ayrılıkları üzerine konuşmaları; neden ayrıldıklarını hatırlamıyorlar. Bunun hakkında bir konuşma yapıyorlar. Bize birkaç uğrak tema verdi, bu temaları kullanarak birinden diğerine giden doğaçlama bir sahne çekelim dedi. Biz de tamam dedik, amfitiyatronun basamaklarında bir çekim yaptık. Sonra dağıldık, biz İstanbul’a taşındık, Burak Berlin’e gitti. Döndüğünde “Ben o sahneden bir film yapmak istiyorum, ne dersiniz” diye sordu, yine “Olur” dedik, aynı sahneyi tekrar edelim istedik. Bize çektiğimiz ilk metnin deşifresini gönderdi. Biz de o metni sık sık Zoom’da buluşarak karşılıklı geliştirdik, derinleştirmeye çalıştık ve sonra nihayet Belgrad ormanlarında çektik. Aslında Burak’ın planı bu metni, bir başka mekânda değiştirerek tekrar etmekti. Yani Erdem’in repliklerini ben söylüyorum, benimkileri Erdem söylüyor. Başka bir mekândayız, bu sefer roller farklı gibi ama bir şekilde o iş olmadı. Sonra Burak, “Ben ilk doğaçlamayı çok beğendim, onu kullanabilir miyiz” dedi, devamı çok da bizim yönlendirdiğimiz, kararlarını belirlediğimiz bir süreç olmadı. 

Erdem Şenocak: Öncesi de öyle olmadı hatta. Burak kamerasıyla geziyordu ve birtakım anları çekiyordu; bizim haberimiz bile yoktu. Bazılarını bize gösterdi, bazılarını hiç göstermedi. Biz doğaçladığımız sahneyi çekerken, onun ileride bir filmin parçası olacağını hiç düşünmedik. Dublaj önerisi gelene kadar sadece o 12 dakikalık sahneye kafa yormuştuk. 

N.U.: Burak, dublaj önerisinden önce diğer çekimleri birleştirerek bir kurgu yapmıştı aslında. 12 dakikalık sahnemiz var; onun dışında tersane, film, İstanbul Modern… Bütün bu sahneler vardı. Sahnelerin üzerine bir konuşma doğaçladık ama onu da beğenmedik, sonra Burak kendi metinleriyle geldi. Karşılıklı sahnemiz dışındaki her yerin metni Burak’tan geldi, biz dublaj sırasında biraz daha gündelik dile uyarladık, arada doğaçladık. Yazılı metin daha edebi olabiliyor çünkü. Ama bazı yerlere de “mutlaka okunsun” demişti, onları filmden hatırlarsınız; birtakım alıntılar, mitolojik hikâyelerdi. 

E.Ç.: Yani amfitiyatro bölümü doğaçlama diyaloglardan oluşuyor ama “ilişkilerinin neden bittiğini hatırlamaya çalışan bir çift” fikri baştan belliydi. Bu çiftin dünyasına girince sizi zorlayan bir yer oldu mu?

E.Ş.: Evet, Burak bize 14 yıl önce ayrılmışsınız, neresi olduğunu da bilmediğiniz bu yerde karşılaşmışsınız dedi. Hatırlama, hatırlamama üzerine de birtakım çelişkiler koyduk; ufacık bir detayı hatırla ama çok önemli bir şeyi hatırlama gibi. Bazen “Hatırladığınız şeyler üzerine tartışın” kadar genel direktifler verdi. Süreç çok hızlı ilerledi aslında, normalde bir senaryo geldiğinde ona hazırlanmak için en az bir ayınız vardır. Burada Burak, “Hadi, bir şey çekelim” dedi, bizim kamerayı kurma süresi kadar bir zamanımız oldu. Belki şundan bahsedebilirim, bizim Nesrin’le uzun bir tiyatro geçmişimiz var, birlikte çalışıyoruz. O sırada da başkaca provalar yapıyorduk, doğaçlama sahneleme pratiğine çok hazırdık. Hem bu yüzden hem de çekimlerin aslında öylesine görüntüler olduğunu düşünerek rahattık. 

N.U.: Bir yandan biz de bir çiftiz ya, ama o doğaçlamada bizim hayatımıza denk düşen hiçbir şey yok. Hiçbirinin bizim hayatımızında bir yeri yok. Biz üniversite tiyatrosunda bulunmadık; ne bahsi geçen o elbise, ne o çay bahçesi ne ayrılık hikâyesi… Ama bir yandan da çok evrensel, hepimiz bir tür ayrılık yaşadık, bir elbise kaybettik… Yine de hayatımız ve diyaloglar arası belirgin bir ortaklık yok diyelim.


“Geçmişi hatırlamak onu yeniden kurgulamak boyutu taşıyor elbette ama bence geleceği de belirleyen bir şey; neyi, nasıl hatırladığınız.” -Nesrin Uçarlar

E.Ç.: Peki isimler? Erdem ve Nesrin olarak filme dâhil olmak, Unutma Biçimleri’ni sizin için kişiselleştirdiği gibi hikâyedeki oyun alanınızı da büyütüyor olmalı. Hem yerinde hem de girift bir tercih, özellikle anlatının yapısını düşünürsek. Neden filmde isimlerinizle yer aldınız, bir anlamı var mıydı? 

E.Ş.: Doğaçlama sahnesinde isim zikredilmiyor ama dublajda geçiyor, evet. Ben genel olarak kurgu mu gerçek mi karıştırdığınız, seyircinin algısıyla oynayan işleri izlemeyi de o işlerde yer almayı da seviyorum. Bir parantez olarak bu sıralar sahnelediğimiz Şimdi’de de Erdem Şenocak olarak oynuyorum mesela, keza rol arkadaşlarım da öyle. Nezaket, Levent, Melikşah… Ama bir yerden sonra kendi hayatımızda yapmayacağımız şeyler yapıyoruz, söylemeye başlıyoruz. Seyirci de “N’oluyor?” diyebiliyor. Ben Aidiyet filmini ilk izlediğimde yine bu tarz bir oyun var sanmıştım. Bir mektup geçer ya, bu benim ailemin gerçek hikâyesi diye. Burak bizi bu filmin gerçekliğine, inandırıcılığa dair bir oyun alanına çekiyor herhalde demiştim. Ya da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da yaptığı gibi. Bu kitap aslında bana geldi, Turgut Özben bana verdi, ben de yayımlıyorum demesi gibi bir ön oyun yapıyor zannetmiştim. Meğer öyle değilmiş ama burada galiba o oyunu yapıyor. Bizi biraz bilenler, en azından bir çift olduğumuzu bilenler bazen gerçek bir şeyin dökümü sanıyor ama doğaçlama sırasında bize farklı hissettirmedi. Ben hâlâ dublajda da Erdem isimli bir karakteri oynuyorum diye düşündüm, onu devam ettiriyordum.

N.U.: Bu daha çok seyirciler açısından bir katman yaratıyor sanırım. Ben Nesrin olarak başka bir oyunda oynamadım, bunu deneyimlemedim ama sanki ismim Nesrin değil Ayşe olsaydı da pek bir şey değişmezdi bir oyuncu olarak. John Malkovich olsaydık belki, yine de emin değilim o da bir oyuncuyu oynuyordu sonuçta. Biz de bir çifti oynuyorduk, belki daha boyutlu, üzerine planlanmış bir iş olsaydı başka şeyler çıkardı. Burada oyuncular açısından neler katmalı, katabilir diye ayrıca konuşmadık, daha çok sevdiğimiz bir fikri uyguladık. Siz ne hissettiniz, ben de bu soruyu size sorayım.

E.Ç: Bence de izleyiciyle karşılıklı bir anlaşma oluyor: İsimler aynı ama bu bir iş, üretilen bir şey ve bakın bizler aslında oyuncuyuz… İki taraf için de izlemeyi keyifli bir hâle getiriyor kesinlikle. Oyuncuyla benzer bir deneyim değildir yine de içeriğe bağlı olarak büyüyen geniş bir tartışma bence.

N.U: Ya da gerçekten kendi hayatımızdan yola çıksaydı ve onu kurgusal olarak değiştirmiş olsaydık başka bir katman olabilirdi ama burada öyle bir şey yok. Bizim hayatımızdan çıkan bir hikâye değil sonuçta. Ben kendi hikâyemi kurguyla anlatıyorum deseydim herhalde daha dokunaklı anlar yaşıyor olabilirdim oynarken.

Yağmur Kahraman: Benim için oyunbazlıkla birlikte tekinsiz bir tarafı da vardı. Filmin genel atmosferi buna çok müsait zaten. Hem oyunbaz, neşeli tarafı hem de her an bir şeylerin kırılıp bozulabileceği hissi… Bendeki karşılığı da buydu sanırım. Film, alışageldiğimiz lineer akıştan ve üretim biçiminden farklı bir yere denk düşüyor. Oyuncu olarak hem metnin önemli bir kısmını birlikte oluşturmak; hem de yola çıktığınızda nereye varacağını tam anlamıyla bilmemek nasıl bir deneyimdi? Bu deneyimin açtığı özgürlük alanına dair ne söylersiniz, kimi zorluklarla karşılaştınız mı?

E.Ş.: Burak’ın birkaç filminde daha oynadığım için karşılaştırdığımda onlarda da çok güzel deneyimler yaşadım, hiçbir ânı kötü geçmedi. Burak’ın film yapma biçimiyle ilgili bir farklılık var. Daha arkadaş canlısı, daha iyi bir insan olduğu için değil sadece. Film yapma biçimi öyle ki zaten nasıl diyeyim; onun için film, bazen kötü bir film de olabilir. Bu da böyle bir film olsun diyebiliyor. Çok iyi ifade ediyor muyum şu an bilmiyorum ama bu filmi yapma biçimi arkadaş olmanın bir yolu gibiydi bizim için. Hiçbir zaman bir film yapacağız, ona yetiştireceğiz gibi değildi… Tabii belki bu süreçte Burak daha çok kıvranıyor, ama çekim aşamasında biz öyle hissetmedik hiç. Zaten film olacağından habersizdik. Çalışırken, bunun bir filme dönüşeceğini öğrendiğimiz andan itibaren hiçbir endişe yaşamadık… Bir yandan “ucuz”, maliyetsiz bir film. Hani böyle üstüne haftalarca konuşuyoruz. O yüzden endüstriyel bir film olmaması belki çok başka bir alan açtı bize diyebilirim.

N.U: Baştan sona içinde yer aldığımız bir film olsaydı, oyuncu olarak belki başka bir deneyim yaşardık. Yani her sahnesini çalıştığımız, tartıştığımız, her gün sette yeniden konuştuğumuz ve karakteri yeniden inşa ettiğimiz bir süreç geçirmediğimiz için bu film özelinde sanki bu sorunun muhatabı biz değiliz gibi geliyor. Biz o sahneyi çektik, sonra bütün süreci Burak yönetti. Ama Erdem’in dediği şey şu açıdan doğru: Mesela Burak yeni projesindeki oyuncuları audition’la seçti. Muhtemelen orada başka türlü bir deneyim olacak. Biz ise arkadaştık. Arkadaşlığımızın inşa süreciyle bu film gelişti. Arkadaşlığımızın şahidi oldu bu film ya da biz bu filmi, ona arkadaşlık ederek oluşturduk, bu filmi inşa ettik diyelim. O yüzden özgürlük alanı o doğaçlama sahnesi dışında aslında yoktu ama tersi de vardı diyemem. Biz, bize emanet olan yerde son derece özgürdük. Dublajda daha ortaklaşa çalıştık. Bize bir metin verdi, metinler Burak’ın kararlarıydı aynı o sahneler gibi. Metinlerin yeri, ne zaman çıkacağı, ne kadar süre olacağı; kurgu tamamen hazırdı. Biz metnin üstüne kendimizden bir şeyler koyduk. Yani doğal bir kolaylık vardı. Herkes kendi sınırını biliyordu ya da önerinin çok hızlı kabul edilebileceği durumlar çok açıktı. Bazı önerilere de gülüp geçiyorduk.

E.Ç: Film boyunca iki karakterin, hatırlamaya / unutmaya dair aldığı konumlar, geçmişi nasıl hatırladıkları; ilişkilerde ve karşılaşmalarda kurulan hiyerarşi dengesini değiştiriyor aynı zamanda. Hafızanın bir nevi otopsisini yapan filmde bu konumlarınızı el yordamıyla mı buldunuz, dengeyi nasıl kurdunuz?

E.Ş.: Daha önce biri, bize o sahne için “birbirinizle iyi didişiyorsunuz” demişti. O sırada ısınmış olan bir tiyatro pratiğimiz vardı zaten, Nesrin’le başka sahneler çalışıyorduk. Biraz tenis gibiydi; siz bir top atıyorsunuz, karşı taraf size çok daha güzel bir şekilde vuruyor. Mesela ben kendimce çok güzel bir cümle bulduğumu düşündüm, “Her şeyden sıkılıyordun, benden iyi sıkılmamışsın” diyerek Nesrin’i köşeye sıkıştırdım sandım. Hem karakterini hem de aynı zamanda oyuncu olarak kendisini. Ama tam tersi oldu, “Böyle konuştuğuna göre asıl sen benden iyi ki sıkılmamışsın” cevabını verdiğinde ben kaldım.  

N.U.: Ben Burak’a şurada itiraz etmiştim, ikisi de neden ayrıldıklarını hatırlamıyor olamaz demiştim. Çünkü ayrılmak isteyen taraf neden ayrıldığını hatırlar yani, ayrılmak istemeyen hatırlamaz. Yıllar sonra karşılaşırsınız, siz ayrılmışsınızdır ama o hâlâ “Ya, biz niye olmadık” der. Zamanında da söylemişsindir, anlamamış ya da anlamak istememiştir ama sen bilirsin. Başta ikna edici bulmadım, sonra benim deneyimim böyle değil ama olabilir herhalde diye düşündüm. Hiyerarşi, geleceğe dair karar verme aşamasında kuruluyor diyebilirim. Geçmişi hatırlamak onu yeniden kurgulamak boyutu taşıyor elbette ama bence geleceği de belirleyen bir şey; neyi, nasıl hatırladığınız. Bu çift 14 yıl sonra karşılaştı, bir şekilde yeniden bir arada olmaya meyletti diyelim, onların hatırlama biçimi farklı olacaktır. Bir ilişkiyi, ayrılık sürecini yeniden birlikte olmak yönünde, bunu kolaylaştıracak şekilde hatırlar; daha güzel anları seçerler. Ama böyle bir niyet yoksa daha mesafeli, daha soğukkanlı hatırlar ve muhtemelen daha kötü anları bulurlar. Hele de birbirlerinin suratını görmek istemiyorlarsa, kesinlikle en kötü anlara koşarlar. Bence gelecekte ne yapacakları, nasıl yaşayacakları, arada sırada görüşüp görüşmeyecekleri gibi meyilleri; geçmişi nasıl hatırladıklarını belirliyor. Bu ilişkide çok hiyerarşik bir durum yok, ikisi de hatırlamadığı ve gelecek fikirleri de olmadığı için bana bir nehirde salınıyorlar; sanki akış onlar adına karar vermiş gibi geliyor. Öyle de bitiyor. Erdem, “Ben seni çok sevmiştim” diyor, Nesrin, “Gençlikte olur böyle şeyler” yapıyor.

Ama dublaj sahneleri daha farklı bir katman koydu, biz bunu kendi aramızda tam tartışmadık sanırım. Çiftin filmde dublaj yapmak için yeniden bir arada olduklarını anlıyoruz, Burak kendisi için önemli birtakım sahneler çekiyor, onlara seyrettiriyor ve çiftten üzerine konuşmalarını istiyor. Biz demek ki tesadüfi bir karşılaşmadan sonra kasıtlı olarak bir kere daha bir araya gelmişiz. Ben mesela karakterlerin orda daha fazla yakınlaştıklarını hissediyorum çünkü sadece geçmişlerini değil daha objektif meseleleri de konuşuyorlar. Mekânları, meselleri… İlişkilerde hiyerarşi hem ayrılma kararının kimin verdiğine ve hem de ileride birlikte olup olmama kararını kimin üstlendiğine bağlı olarak kuruluyor; burda tam olarak geçerli olmasa da.

Y.K.: Amfitiyatrodaki sahne üzerine dublaj yaptığınız kısmın sizdeki karşılığı neydi? Sonrasında perdede izlerken neler hissettiniz? 

E.Ş: Nesrin onu görünce şaşırmıştı biraz. “Ne güzel oldu” falan demişti.

N.U: Evet. Yani insanın kendini izlemesi ne garip, kendi imgemin yarattığı şaşkınlığı dile getirmiştim. Kendini izlemek üzerine zaten bir sürü felsefi, entelektüel metin yazılmış. Çok ilginç bir deneyim ama bana biraz kendine dair konuşmak gibi de geliyor. Kendinin kendi üzerine konuşması, kendini değerlendirmesi, kendi üzerine düşünmesi hele de bunu başka biriyle birlikte yapması… Burada ilişkiyi devreye sokuyor, ilişkinin resmini dışarıdan görüyorlar. Aslında çoğu zaman kendimizi de görmüyoruz ya. Aynada da tek boyut oluyor, kendimizi gördüğümüzü sanıyoruz ama görmüyoruz.

E.Ş: Bize bakmayan bir ben göremiyoruz.

N. U.: Aynen öyle, o yüzden bu sahne hem kendimize hem de ilişkimize dışarıdan bakmamızı sağlayan bir sahne gibi. Yani Nesrin’le Erdem’in. Oradaki karakterlerin. O yüzden başlı başına çok zihin açıcı bir deneyim. İnsanın kendine, ilişkisine uzaktan bakmayı başarması… Sinema böyle bir etkiye sahip bence. Başka herhangi bir şey böyle bir etki sağlıyor mu, bilmiyorum. Belki metinler olabilir. Belki dostlar önünde, başka bir çiftin önünde ilişkinizi tartışmak olabilir. Keşke şöyle bir şey olsa ikimizin gerçek ilişkisi üzerine bir tartışmamız kameraya kaydedilse ve oturup bunu seyretsek; eminim ilişkimizin muhtevası üzerine yeni fikirler doğardı ya da kendimizin, bu ilişkideki pozisyonu hakkında bir eleştiri yapma imkânı olurdu. Yani bu açıdan ilginçti. O sahnede dedim ya, dedi ya, oradaki kadın yani Nesrin dedi. Ya çok karışık! “Gerçekten hatırlamadın mı yoksa numara mı yaptın?”. Mesela bu cümle, eğer seyretmiyor olsaydım aklıma gelmezdi ya da en fazla kendi içimden geçerdi. Dublaj bize bir kez daha üzerine konuşma imkânı vermiş oldu. Yani belirli bir mesafeden bakmayı sağlıyor bence sinema, kurgu, belgesel…

E.Ş: Ne gibi… Şöyle, Oğuz Atay’ın metinleri bir sürü açıdan bir sürü sebepten derin ama o derinliğin belki bir göstergesi ya da o derinliğin sebebi olarak parantez kullanımı var ya. Bir şey der, sonra o düşüncenin zıttını kendi zaten o parantezde söyler. Dalga geçecekse o parantezde dalga geçer, bazen tekrar okumak zorunda kalırsınız. O sahne takip edebildiğiniz oranda -bazen zorlaşıyor cidden- derinleşiyor. Ben bir izleyici olarak takibi kolaysa derinleşmesine razıyım. Mesela abartmak için söylüyorum hani,  bir katman daha olsaydı… Şimdi bir sahne çekildi, ona bir dublaj yapıldı. Tekrar bir dublaja daha girip onun üzerine yorum yapılan bir sahneyi izleyebilirdim. Bir kakafoni olmadığı sürece hepsini takip edebilmek bana o katmanlardan alınan, belki Oğuz Atay’ın derin dünyasından alınan bir zevk gibi geliyor.

Y.K.: Filmin İstanbul Modern’deki özel gösteriminden itibaren 14 yıl saklı kalacağını düşünürsek bu deneyim bir anlamda oyuncular olarak sizin de bir hatıranız belki. Filmin gösterilmemesi kararı hangi aşamada verildi, oyuncu olarak sizde nasıl karşılık buldu? 

N.U.: Bu kararın bendeki karşılığı isyan tabi ki, ne olabilir!  Biz bu kararı beraber almadık. Burak’ın kararıydı. İstanbul Modern’in tarihiyle ilişkilendirdiği bir rakam. İstanbul Modern de 14 yıl sonra yeni yerine taşındı. Ben yakın zamanda Aslı Ildır’ın Altyazı’daki yazısını okuyunca bununla ilgili düşünmeye başladım gerçekten.

E.Ş.: İkna olduk galiba.

N.U.: Evet. yani bu yine Burak’ın film yapma biçimine içkin bir durum sanırım. Filmleri her zaman çok biricik… Tabii ki bütün filmler öyledir ama o, filmin bütün sürecini filme özel kurguluyor. Filmin gerektirdiği, içeriği ve biçimiyle ilişkili şekilde bir gösterim kararı veriyor.

E.Ş.: Ben bu karar filmin hangi aşamasında alındı sorusuna cevap vereyim. Biz doğaçlamayı çektik. O sırada zaten bir film olacağından bile haberimiz yoktu. Sonra metnin deşifresinin  üzerinden çalıştık. Çekmeden hemen önce… Yani her şeyimiz hazır, Belgrad Ormanı’nda bir sahne çekeceğiz. Ya o sırada ya da çektikten hemen sonra “Ben böyle bir şey düşünüyorum.” dedi. Dolayısıyla bir yandan “Aa bizim görüntülerimiz film mi olacak yani?” diye seviniyorsun, hiç beklemediğim bir şey, diğer yandan “Ne demek yani, gösterilmeyecek” gibi bir düşünceye de kapılıyorsun.

N.U.: Yani bir anlamda endüstriyel sinemanın içinde de seyircinin her istediğinde ulaşabileceği bir film olmaması kararı bu. Gösterim sonrası bazı seyirciler isyan etmişti. Onlar da benim gibiydi, “Biz seyretmek istiyoruz” dediler ama Burak, “Bu da böyle bir deneyim olsun, hızlı tüketilmesin, belki defalarca seyredebileceğin bir filmi hatırlama biçimin farklı olacaktır; onu unutmak sorun değil ama bir daha izleyemeyeceğin bir filmi unutmamaya gayret edersin.” diyor. Böyle bir gösterim kararı, Burak’ın alışıldık formları zorlayan film biçimleri üzerine fikirlerinin uzantısı. Erdem’in İstanbul Modern’de de dediği gibi, filmi tamamen aynı insanların 14 yıl sonra izlemesi gibi bir şey olsaydı çok ilginç olmaz mıydı? 14 yıl sonra tekrar gösterildiğinde ilk kez izleyen insanlar aslında bunu deneyimleyemeyecek.

E.Ş.: Artık onlar 28 yıl sonra.

N.U.: Evet, onlara da bir 14 yıl sonra gösterilse. 

E.Ş.: Birisi senin bu fikrine, “Tamam ben kendim bir daha izlemek için istemiyorum bu filmi ama bir arkadaşım daha izleyebilsin isterdim, bir hafta daha oynasaydı.” diyebilir. Birazcık daha, hani yüz kişi değil de bin kişi izlesin gibi itirazlar yapılabilir, tabii bu yönetmenin kararı.

N.U.: Evet, dibine kadar götürdüğü bir karar bence. Bir gece ilan ediyoruz ve o gece kimler izleyebiliyorsa izliyor. Yani sinemayla ilişkimizi tartışmaya açan bir tarafı var. Bir filmin sürekli elimizin altında olması izleyiciyi nasıl etkiliyor, filmi nasıl tüketiyoruz? Evde otururken bir yandan meyve yiyip bir yandan film izliyoruz bazen, tabii dijital platformlara geldiyse. Orada yok mu, sinemada beş gösterim var. İşten koşup gidiyoruz. Yani sinemayı nasıl izliyoruz? Sinemayla ilişkimiz nasıl bir şey? İzlediğimiz şeyi nasıl hatırlıyoruz? Ne hızda unutuyoruz gibi sorular sordurmak istediğini anlıyorum şu an ama ilk söylediğinde, film 14 yıl gösterilmeyecek dediğinde asla böyle şeyler düşünmedim!


“Bir oyuncu bir sahnesini tekrar oynayacağı zaman, genelde eylemlerini hatırlaması gerekir. Bazen oyuncu duygu terminolojisi ile konuşur, oysa ki duygu tam hatırlanmaz.” -Erdem Şenocak


Y.K.: Hafıza ile mekân arasında dokuduğu bağ ve yarattığı zamansızlık filmin en güçlü yönlerinden biri. Sizi bir yere kökleyen şeyler neler, mekanlarla kurduğunuz ilişkinin üretim biçimlerinize olan izdüşümü nedir? Hafızanızda kuvvetli bir yeri olan mekanlar var mı, varsa neresi?

E.Ş.: Üretim yapabilmek için bir mekânınızın, prova yapabilecek bir yerinizin olması çok önemli. Neredeyse grubu oluşturan şey. O yüzden bir sürü amatör, yarı profesyonel, profesyonel tiyatrocu mekânsızlık yüzünden çok zor şartlar altında çalışıyor. Etimolojik olarak hafızayla mekân arasında bir bağ var mıydı, bilmiyorum ama neyse eskiden çok sık otobüs yolculukları yapardım. O böyle insanın zihnini çalıştıran bir şey. Önünden sürekli birtakım görüntülerin geçiyor olması… Bu sadece bana has bir şey değil herhalde, üretim dediğiniz için söylüyorum, ben bir yerde oturmaktansa birtakım görüntülerin gözümün önünden geçtiği yolculuklarda çok daha yaratıcı fikirlerin aklıma geldiğini deneyimledim. Öyle, ters bir yerden gireyim.

N.U.: Ben sana katılıyorum. Benim için de kesinlikle böyle. Seyahatler, başka bir mekânı deneyimlemek… Üretimi en çok tetikleyen şey ev değil. Yani ev biraz güvenli bir yer, dinlendiğiniz bir yer, zamanın yavaş aktığı bir yer. Aslında mekânla hafıza ilişkisi zaman aracılığıyla kuruluyor belki de. Yani evde otururken birdenbire aklınıza bir şey gelmiyor ya da ancak bir nesneyle geliyor. Tabii bazı mekânlar var ki onların hisleri, köklerinde yatan şey farklı; çocukluk evi ya da bir nesne, bir tat birdenbire o bir mekâna götürür sizi. Yani benim zamanda yolculuk yapmamı sağlayan yegâne şey; mekân. başka bir mekana gidince başka bir zamana gitmiş gibi oluyorum. Çocukluğuma gitmiş oluyorum, belki ilk gençliğime ya da bir ilişkiyi deneyimlediğim ilk ana; bir hissi tekrar hatırlıyorum o mekâna girdiğimde. Mekânlar bize zamanda yolculuk yaptırıyorlar, dolayısıyla hafızayı harekete geçiriyorlar. Çünkü hafıza da zamanda hareket eden bir şey ama lineer bir hareketi yok tabii. Üretim açısından mekan çeşitliliği ve hareketliliği daha kışkırtıcı geliyor bana. Evet, pratik yapılacak, prova yapılacak üretim yeri bir ev gibi. Bu açıdan sağlam, güvenli alanlara ihtiyacımız var ama zihni çalıştırmak için tam tersi; mekanlar arası yolculuğa ihtiyaç var ki zaman harekete geçsin gibi düşünüyorum. 

Köklenme, benim genel olarak hep düşündüğüm bir şey. Ben biraz kendimi böyle köksüz buluyorum. İstanbul özelinde mesela şehir; çocukluğumdan, ormanlardan, filmlerden, ilk gençliğimdeki imgelerden beslendi. Sonra gelip yaşamaya başlayınca da doğruymuş dedim, yani gerçekten hala çok sevdiğim bir yer, her türlü kaosuna rağmen. Ama tabii biz o en cefalı kesimde değiliz. Yoksa İstanbul bazı insanlar için son derece zor. Buna benzer bir yer de benim için deniz açıkçası. Deniz, imgelemi çok kışkırtan bir şey. Bana şöyle geliyor, o da çok hareketli. Yani dalga yoksa bile bir hareket vardır denizde, durağan manzaralar içime bir sıkıntı veriyor. Dağlar, muhteşem ormanlar falan… Orman hadi yine iyi çünkü ormanda bir hareket var ama statik görüntüler öyle değil. Belki bu yüzden denizi çok seviyorum. Deniz bana yaşamla ilişkimi düşündüren, bütün bir yeryüzüyle, gökyüzüyle falan ilişkimi hatırlatan bir şey gibi geliyor. O yüzden köklerim denizde bence benim. 

Y.K.: Belleği nostaljik bir yere koymadan bugünde kurulan bir olgu olarak düşünürsek bellek sinemasıyla aranız nasıl? Ona dair hisleriniz neler? Bu yönüyle Unutma Biçimleri‘ni üretirken -belki de filmi izledikten sonra- dönüp baktığınız, ilham aldığınız, merkezine hafızayı alan filmler / kitaplar oldu mu? Sizi kışkırtan kitaplar belki?

E.Ş.: Filmin çekimlerinde ister istemez baktığım bir filozof Henri Bergson’u söyleyeyim. Onun hafızaya, hatırlamaya dair düşünceleri… Hatırlarken anıları ya da rüyaları nasıl yeniden kurduğumuz üzerine kendisini anabilirim. İzlerken hiç böyle düşünmemiştim, şimdi sorunuz üzerine düşünüyorum. Aftersun belki buna örnek verilebilir, bir hatırlama filmi olarak. Bir çok film sayabilirim de son zamanlarda en çok etkilendiğim film buydu. Aslında çok konvansiyonel bir film değildi. Mesela ben o anlamda klasik bir seyirciyimdir. Böyle hikâyesini bana anlatsın isterim, filmi neredeyse “Yok sevmeyeceğim ben bunu, sevmemem gerek” gibi bariyerlerle izlememe rağmen o bariyerleri yıkıp geçti… Sel gibi aşıp geçti beni.

N.U.: Benim berbat bir hafızam var. Seyrettiğim şeylerin sadece bazı anlarını hatırlayabiliyorum. İsmini bulmak için Erdem’e o anı tarif ederek filme ulaşıyorum; ya da bir oyuncuyu, başka bir filmi, bir ismi falan… Baya sessiz sinema oynuyoruz sürekli Erdem’le.

E.Ş.: Evet, Nesrin dedikodu yapamaz ama bunun sebebi ahlaklı bir insan olması değil. 

N.U.: Kesinlikle! Hatırlamıyorum söylenen şeyleri, isimleri. Ama ben aynı zamanda, son yıllarda özellikle hafıza meselesini geçmişle yüzleşme bakımından çalıştığım için daha çok toplumsal hafıza filmleri seyrettim. The Act Of Killing… O tabii bir şey noktası, taşı… N’eydi bak mesela?

E.Ş.: Mihenk?

N.U.: Mihenk taşı. Hafıza sineması diyince -toplumsal hafıza ya da kişisel hafıza da olabilir- aklıma belgeseller geliyor. Özellikle The Act Of Killing‘deki gibi bir katman da varsa… Marc Auge’nin Unutma Biçimleri kitabı mesela benim de kendi çalışmam için başvurduğum bir kitaptı ama açıkçası ben hafıza ya da geçmiş üzerine hiç nostaljik bakışı olmayan bir insanım. Nasıl diyeyim… Bugünle ilgili bir sorun varsa geçmişi sürekli deşmek durumunda kaldığımızı düşünüyorum, o yüzden toplumsal hafıza her zaman deşilmeye muhtaç. Bugün bir türlü barışamadığımız için. Bir türlü birlikte yaşayamadığımız için geçmişi sürekli hatırlamamız gerekiyor. Nasıl hatırlayacağımız üzerine de çok fazla düşünmek gerekiyor çünkü sadece olduğu gibi hatırladığında, daha doğrusu sadece kendi açından ya da sadece birtakım hikâyeleri hatırladığında geçmiş farklı kuruluyor… Bu beni daha çok ilgilendiriyor. Bugünü kurmak bakımından hafıza çalışmaları, hafıza filmleri ilgimi çekiyor. Basitçe, sadece geçmişi yad etmek için çekilmiş filmler ilgimi çekmiyor pek. O yüzden belki de The Act Of Killing‘i söyledim. 

E.Ç.: Yaşantımız içinde de önemli olan bir noktada hareketi bulmak, geçmişle bağ kurarken. Yoksa travmanın en zorlayıcı kısmı, içinden bir türlü çıkamadığınız tek bir sahneye sıkışmak oluyor genelde. 

E.Ş.: Oyuncu tarafında da ben buna yakınım. Bir oyuncu bir sahnesini tekrar oynayacağı zaman, genelde eylemlerini hatırlaması gerekir. Bazen oyuncu duygu terminolojisi ile konuşur, oysa ki duygu tam hatırlanmaz. Bir ölçüsü yok, “Ne kadar üzüldün, üç gözyaşı üzüldüm” ya da “Neye üzüldün?”. Piyangoyu kaçırdığına mı, bir yakınının vefatına mı yoksa alelade bir başka şeye mi? Hareket öyle değil, omurgan ne kadar kapalıydı? Hangi hızda yürüyordun? Bunları hatırlarsan belki onların getirdiği duyguları da tekrar çağırabilirsin. Aynı duygu gelmez ama yakını gelir. 

Y.K.: Bedenin hafızasına güvenmek ve akılla ilişkisini rasyonel bir yerden kurmamak gibi. Muğlak alana açıklık bırakmak…

E.Ş. Aklı, bedenin hafızasıyla hatırlamak uğruna harcamak. Böyle sanat üzerine belirsiz işlerde akıl yargılayıcı olabiliyor, “Olmadı ya, beceremedin, sıkıldın da artık” diyor sana. Aklın ara ara devreye girmesi gerekiyor. Sizinle, işiniz bittikten sonra konuşması daha iyi bir şey genelde.

N.U.: Hatırlamak zihinsel bir faaliyet çünkü, zihin akıldan daha geniş bir kavram. Rasyonel bir akılcılık değil de entelektüel bir zihin; zihinsel, bedensel bir hatırlama ortaklığı, dayanışması gibi. Ama kişisel geçmişimizi böyle hatırlamıyoruz, o çok sezgisel bir şey. Hatırlamak da biraz sezgisel. Sezgileri geliştirmek, onlara güvenmek gerekiyor galiba.

E.Ş.: Bergson “her şeyi kaydediyoruz” diyor. Ama yaşamak için unutuyoruz, bazı kelimeleri unutarak bu kelimeleri seçip söylüyorum. Bütün yaşamımı hatırlasam şu an konuşamam ya, bazı şeyleri beynim bir depoya kapatıp kitliyor. Rüyalarda o kapılar geçici olarak aralanıyor, birtakım şeyler yığılıyor. Sanatın da içinde olduğu o sezgisel alana girdiğimizde, kapıyı kontrollü bir şekilde aralayıp oradan daha renkli şeyler çekince şiir, film falan yapıyoruz. “Aa!” diyoruz bazen, hepsi bize çok tanıdık aslında. Burak’ın kareleri de bana böyle geliyor mesela. 

E.Ç.: Son olarak tüm bu süreçte zihninize misafir olan; filme dair sizde tekrar eden sahneler ya da imgeler oldu mu? Neler söylersiniz?

N.U.: Erdem’in birden ortaya çıkardığı çay bahçesi sahnesi. Bir film karesi gibi anlatıyordu, onu o kadar güçlü doğaçladı ki gözümün önüne geliyor. Böyle bir sahne yaşamadığımız hâlde yaşamışız gibi hatırlıyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’daki bir sahnesi gibi, orada da Nuran vapurda oturuyor, saçlarına güneş vuruyor. Bütün bahar renklerini Nuran’ın saçlarında, gözünde, güneşin yansımasında gördüğünü söyler karakter. Bu sahne de net bir biçimde benimle kaldı. Bazen hayatın içinde küçük bir an, bir taş, yaprak, bir şeyin titremesi…Böyle şeyleri hiç unutmayacağımı düşünüyorum ama unutuyorum tabii ki. Sonra tüm bunlar toplamda güzel anların geçiciliği, ama hayatın da bundan ibaret olduğu gibi bir yere götürüyor beni. Hatırladığımız pek çok an biraz doğayla da ilgili galiba. Bu filmde hep böyle oldu, benim için bunlar güçlü kaldı. 

E.Ş.: Kaba kurgu sonrası izlediğimiz bazı kareler… Kafese kapatılan bir filin hortumuyla, ona elma veren bir elin arasındaki fotoğrafı hiç unutmuyorum. Evin yavaş yavaş yıkılması, orada uçuşan muşambaları da. Biz bazen çok şey anlatma telaşına kapılıyoruz, seyirciye alan bırakırken çekiniyoruz. Ama seyircinin hayalini kışkırtabildiğimizde çok daha efektif sonuçlar doğuyor. Aidiyet’in ilk bölümü mesela, yine farklı bir dedektif hikâyesi. Shakespeare de bir yerde şöyle söyletir: “Mesele onun hayaliyle hayal edebilmekte.” Bir iş, bunu başarabildiğinde en muhteşem şeyi yapmış oluyor herhalde.