Rotamız Hong Kong, rehberimiz Yelta Köm

Berlin’de yerleşik İstanbullu mimar Yelta Köm; sanat, mimari ve araştırma etrafındaki türlü yolların kesişimine dayandırıyor pratiğini. Kentliler için katılımcı tasarım süreçleri geliştiren İstanbul merkezli oluşum Herkes İçin Mimarlık’ın kurucularından biri aynı zamanda. Berlin Notları adlı yazı dizisi ise Manifold’da yayımlanmakta. Seyahat etmeyi de hikâyelerini paylaşmayı da çok seven biri olarak, Hong Kong macerasını anlattı bize. Söz Yelta’da.

yelta köm
“Seyahat etmek, içsel bir ayaklanma yaşatıyor insana.”

Kendimi bildim bileli yolda olma hâliyle çok haşır neşirim. Kimi zaman şehir içinde bilmediğim bir hatta binip kaybolmak, kimi zamansa koltuğu boş olan bir arabaya atlayıp son durağına gitmek bana hep heyecan veriyor. Seyahat etmek değiştiyor, konfor alanından çıkarıp içsel bir ayaklandırma yaşatıyor insana. Özellikle tek başına çıkılan yolculukların içinde hem korku hem merak hem heyecan, hepsini bulmak mümkün. Ben çoğunlukla merakın peşine düşüyorum. 

Kimi zaman iş için, kimi zaman da kendi inisiyatifimle dünyanın çoğu yerini, farklı kıtaları, kültürleri görme şansını buldum. 20’li yaşlarımın başlarında batıya doğru yaptığım yolculuklar, git gide daha çok doğuya kaydı. İçinde yetiştiğim Batı merkezli kültürün tüm algımı etkilediğini fark ettiğimde, çok da üzerine yazılmamış ya da o kadar da anaakım içinde kendine yer bulamamış coğrafyaları merak etmeye başladım. İskenderiye, Beyrut, Mumbai, Jakarta derken, gittiğim her coğrafyada hem benzerliklere hayran kaldım hem de içinde yetiştiğim ortamı daha iyi gözler ve yaklaşır oldum. 

Düzenli bir not tutma alışkanlığım olsa da, onları düzenli şekilde istiflemek çok benlik değil. Kitaplığım, çekmecelerim yarım kalmış defterlerle dolu. Her yolculuğa çıkarken rastgele seçiyorum; kimi zaman bir defterin hikâyesi üç kıtada dolaşmış oluyor. Bol bol fotoğraf ve video çekip, kimi zaman ses kayıtları alıp hatırlamaya çalışıyorum. Analog makineler benim için vazgeçilmez, yola her çıktığımda en azından bir analog fotoğraf makinesini yanıma almaya özen gösteririm. 

Seyahat anılarının bir rüya gibi olduğunu düşünüyorum; bindiğin araca, gittiğin yola göre değişen, yarı uyanıklık yarı uyku hâli. Uzun yol gidilen araçlarda insanın kafası önüne düşer ya, sonra eğer otobüsteyseniz sabaha karşı dinlenme tesisine girilmiştir. Kafanızı kaldırdığınızda akılda tek bir soru olur: “Geldik mi?”

Doğrudan bedenle ilişkilenen, aylaklıkla olasılıkları artıran bir deneyim: Yürümek

Kimi zaman uçakta, kimi zaman otobüste, kimi zaman gittiğine şükrettiğim bir başka araçta yolculuk ediyorum. Havaalanları ile kurduğum ilişki daha çok üretkenlik üzerine. Ne gariptir ki son yıllarda en iyi çalıştığım mekânlardan oldu hem havaalanı hem uçak; sanki seyahat ederken zamanın içinde bir aralık açıyor ve o aralık kendini genişlettikçe genişletiyor. Trende de benzer deneyimlerim olsa da trenin camından çevreyi izlemekten çoğu zaman ne yapacağıma odaklanamıyorum bile. Uçak gibi tepeden bakan bir perspektif değil de, kendi göz hizamdan olunca, iş dönüşüyor şüphesiz. 

Araba çok uzun yıllar uzak kaldığım bir seçenekti ama onun da özgürlüğünün farkındayım, kimi şehirlerde arabayla kaybolmak;gecenin bir yarısı çıkıp hiç bilmediğin mahallelerde dolaşmak, şehrin başka yüzlerini tanımak da mümkün ama şüphesiz, en çok sevdiğim yürümek. Özellikle yeni vardığım bir yerde bu deneyimi çok iyi buluyorum. Bir şehri, bir yeri anlamanın en iyi yollarından biri; doğrudan bedenle ilişkilenen, aylaklıkla olasılıkları artıran bir deneyim. Daima kolay olmadığını söylemem lazım. Kimi zaman sıcaktan, kimi zaman coğrafi özelliklerinden ötürü yürümek hep kolay değil ama mümkün olduğunda kalabalıkların içinde kaybolmak için ilk seçeneğim.

Dünyada pandemi ilan edildiğinde, ben yine yollardaydım. Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel açıklamasının olduğu sırada, İstanbul üzerinden Berlin’e gelen son uçaklardan birine binip eve dönebilmiştim. Bu seneye kadar da tüm dünya gibi normal seyahat alışkanlıklarıma dönemedim. Neyse ki bu yaz biraz daha rahatlayarak eski rutinime geri dönmeye başladım. 

Bir bilim kurgu filmini andıran çehresiyle Hong Kong

Geçtiğimiz yıllardan, aklımda en çok kalan seyahatlerden biri, Elif (Çak) ile yaptığımız Hong Kong yolculuğuydu. 2017’de, Design Trust Vakfı’nın verdiği destekle üç hafta boyunca oradaydık. Mimarlık ve tasarım alanındaki müşretekleşme pratiklerini inceleyip, kenti anlamaya çalıştık. Daha önce benzer coğrafyalarda bulunmuştum; Çin’in hem büyük hem küçük şehirlerinde, Endonezya’da, Tayland’da ama Hong Kong’u çok merak ediyordum. 

Kokunun yolculukla önemli bir ilişkisi var. Boğazın kenarına indiğinizde içinize çektiğiniz iyot ya da Mısır Çarşı’sının baharatlı havasını bir düşünün. Hong Kong karmaşası, coğrafyası ve su ile olan ilişkisiyle biraz İstanbul’a benziyor. Biz şehre bir gece vakti vardık. Konaklama meselesi çok meşakkatli, arkadaşım Jenny’nin yardımıyla ayarladığımız, kalacağımız yere vardık. 

Bir şehir hosteli olan Wontonmeen, şehrin karmaşasının içindeydi. Kendisine ait bir kafesi ve performans alanı da olan, dar bir apartmanın ilk birkaç katına yerleşmiş bir hostel. Bizim kaldığımız odada, iki büyük bavulu açtıktan sonra neredeyse hareket edilemese de, Hong Kong’da kimi hostellerin üç katlı ranzalarla döşeli olduğunu düşününce, yerimizden bayağı memnunduk. 

Şehrin bir bilim kurgu filmini andıran çehresi, her noktada fotoğraf çekme isteği yaratıyordu. Gün içindeki yoğunluğunu hayal edebilirsiniz ama bunların içinde nefes alma noktalarının da bolca olduğunu söylemem lazım. Hong Kong adalar üzerine kurulmuş bir şehir, yoğunluğun olduğu iki ana ada: Kowloon ve Hong Kong Island. Kowloon, ana karaya bağlı ve bizim kaldığımız yer de onun içinde. Hong Kong Island ise Manhattan gibi gökdelenleriyle, iş merkezleriyle, SoHo’su ile var oluyor. İkisinin arasındaki ayrım fark edilse de birbirlerinin içine öyle sızmışlar ki hiç hissettirmeyen bir geçiş yaşanıyor. 

Bol sürprizli sokak lezzetleri

Kaldığımız bölgede sevdiğim kafelerden biri Common Room 337 idi. Tasarımcı ve mimarlar tarafından işletilen mekânı hem sergi alanı hem kitapçı hem de kafe olarak kullanıyorlardı. Hem işletmecilerinin dâhil olduğu ekipler hakkında konuşmak hem de mekânı keşfetmek keyifliydi. Oranın çevresinde, sokak pazarları yoğunluktaydı. Ki Lung Street üzerinde parça kumaşçıları gezdik, sonrasında ise Fa Yuen Street’teki diğer pazarı; ilginç deneyimlerdi diyebilirim. Bir şehrin turistik olmayan, gündelik çarşı pazarını gezmenin hissiyatı başka oluyor. 

Sokaklarda yürürken, sokak yemeklerinin kokusu sıcakla karışıyor. Özellikle çin mantısının birçok çeşidi bulunabiliyor. Tung Choi Street üzerindeki One Dim Sum en memnun kaldıklarımdan biriydi. Ayrıca sokaklarda keşfettiğimiz soğuk noodle, fermente bir turşu suyu gibi şehrin sıcağında insanın içini ferahlatıyordu. Bu soğuk noodle’ın bir benzerini hâlen bulamadım. Biz oradayken Boundry Street üzerindeydi, gidenler umarım aynı bölgede bulabilir.

Yemek için önerilecek çok şey olmasına rağmen, Kowloon ve etrafındaki küçük ara sokaklarda süprizlere açık olmak önemli. Gideceklere, kimi zaman riskli de olsa bu rastgele deneyimlere açık olmalarını söylemek isterim. Bir akşam Temple Street Night Market’a gidip sokak yemeklerini orada denedik, etrafında geceleri kurulan karaoke mekânları oluyor. Yemek standlarının dibinde olan bu karaoke bahçeleri, Hong Kong’da görülmesi gerekenlerden. Şehirde son dönemlerde görünürlüğü iyice artan tasarım dükkânları, eski bir polis merkezinden dönüştürülen PMQ içinde yer alıyor. Burada çok farklı ürünleri görmek, tasarımcıları keşfetmek mümkün. 

Dev binaların kıyısından okyanusun serinliğine doğru

Hong Kong’un tüm kent deneyiminin yanında, benim unutamadığım asıl kısmı, plajları ve sahilleri oldu. Size anlattığım tüm dev binalar ve şehirleşmenin, karmaşanın yanında, Hong Kong merkezden vasıtalarla 15 – 20 dakikada varılan plajlar, şehre bakışımı tamamen değiştirdi. Orada geçirdiğimiz son iki haftada, arkadaşlarımızın Chai Wan’da dönüştürüp kendilerine ofis ve ev yaptıkları yerde kaldık. Daha endüstriyel olan bu bölgenin avantajı, sahillere yakın olmak. 

Deep Wave Bay, Lamma Beach, Shek o Beach’in hafif esintisi, okyanusun serinliği unutamadığım anlardan; değişimin bu kadar hızlı ve yumuşak olmasını çok sevmiştim. Shek O Beach’de bir akşam evinde kaldığımız arkadaşlarımız Valerie, Lauren ve onların diğer arkadaşlarıyla beraber sahile gittik. Kumların üzerinde meteor yağmurunu beklediğimiz bir gece geçirdik, bu sırada Bangkok’da yaşayan arkadaşım Can da bize katılmıştı. Buranın, Hong Kong’u birkaç günlük ziyaret edecekler için bir seçenek olamayacağını biliyorum ancak sahildeki derme çatma Thai restoranında Tayland’dan sonraki en lezzetli Pad-Thai’yi yediğimi söylemem gerek. 

Can’ın gelmesiyle beraber seyahatimizin gastronomik perspektifi genişledi. SoHo civarındaki TokyoLima’ya gittik beraber, özellikle kokteylleri çok iyiydi; SoHo etrafında böyle mekânlar bolca var. TokyoLima aynı zamanda bir restoran, menüsü de gayet iyi duruyordu. 

Şehirde unutamadığın anlardan biri ise Lamma Adası’na doğru yola çıktığımız gündü. Aberdeen Pier’den kalkan gemiye binmeden önce dibindeki balık market, sonrasında ise yol boyunca doğanın içinden çıkan çok katlı yapılar, gerçek algısını kırıyor insanın. Eğer bir gün Hong Kong’a yolunuz düşerse, sadece merkezinde kalmamanızı, dışına doğru çıkmanızı öneririm. Şehre uzaktan bakmak ve kırılmalarını görmek önemli.