İçimde Kalmasın: Bilge Karasu, Tezer Özlü, küçük İskender

Sadi Güran, İçimde Kalmasın serisinde sevdiği kişileri, sanatçıları, yazarları, albüm ve kitap kapaklarını, film afişlerini, kendisinde anısı olan bilumum nostaljik karakteri ve müfredatı yeniden hayal ediyor… İçimde Kalmasın’ın bu üçüncü çalışması artık aramızda olmayan ancak geride bıraktıkları eserlerle jenerasyondan jenerasyona iletilen bir miras bırakan; hüznün, varoluşşal sıkıntıların, kuir kimlik ve aşkların, aidiyetsizliklerin hikâyelerini ve şiirlerini her biri farklı ustalıklarla kullandıkları dille aktaran, Türkiye edebiyatının üç önemli ismine adandı: Bilge Karasu’yu Selen Erdoğan, Tezer Özlü’yü Sinem Sal ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz küçük İskender’i de Can Bonomo kaleme aldı.

İllüstrasyon: Sadi Güran
Yazı: Selen Erdoğan, Sinem Sal, Can Bonomo

Bilge Karasu
Elime ilk kez bir Bilge Karasu metni geçtiğinde liseye yeni başlamıştım. 1999 olmalı. Lağımlaranası ya da Beyoğlu yeni basılmış. Beyoğlu Mefisto’nun yeni çıkanlar bölümüne bakarken adıyla ilgimi çekmişti. Beyoğlu o zamanlar özgürlük gibiydi. Ne bu metni büyük eseri olarak planladığından, ne bitiremeden göçüp gittiğinden, ne de yakın arkadaşı Füsun Akatlı ve Metis Yayınevi’nin ortak çabasıyla geride bıraktığı taslakların bir araya getirilerek basıldığından haberim yoktu. Dahası yazarının kim ve nasıl bir edebiyatçı olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Okuyamadım tabii sonra. Kaç kere başlayıp bıraktığımı anımsamıyorum. “Sert bir malzemeden, uzun süre kazınarak, yontularak, yoğrularak yapılmıştı sanki bu metinler” diyor ya Nurdan Gürbilek, ilk denememde fena toslamışım ben de.

Aslında ‘magnum opus’unu yazmıştı bile çoktan: Göçmüş Kediler Bahçesi ikinci Karasu durağım. Lisans yılları, yine pek bir şey anlamıyorum ama bu sefer bir fark var. Anlamadığım metne güçlü bir kapılma hissediyorum. Özellikle “Avından El Alan” masalı ve tüm masalları birbirine bağlayan metin kafamı çok karıştırıyor. Ölümle oyunu yan yana düşünmenin ürpertisi aklıma kazınmış. “Avından El Alan” öyküsünde aşıkla maşuk, av ile avcı, balıkçı ile balık olmuşlar. Balıkçı zokayı yutan avına kıyamadığından elini balığın ağzına sokup çengeli çıkarmak istiyor. İşte o an balık kapıveriyor kolunu. Üstelik oraya yerleşiyor. Gittikçe dişlerini daha da çok geçiriyor balıkçının etine. Yavaş yavaş yukarı tırmanıyor. Kolunda gezdiriyor artık balığı avcısı. Yer mi değiştirmişler? Köy kahvesine oturuyorlar beraber. Fakat ahali balıkçının koluna yapışmış balığı göremiyor. Neden ki? Görünmeyen nedir ahaliye? “Yengece Övgü” masalı da tiyatro oyuncusu Cüneyt Türel’e ithaf edilmiş. Karasu öldükten sonra Fatih Özgüven Karasu’nun yakın arkadaşı olan Türel’le bir röportaj yapmış. Türel, Karasu için, öldüğünde kolum kopmuş gibi hissettim diyor. Kitabı açan en baştaki epigraf da şu: “En doğru masal anlamadan korktuğumuzdur.” Okurun yaşayacağı ürpertiyi baştan sezdiren metne kapılmamak mümkün mü?

Selen Erdoğan 

Tezer Özlü 
Asi, sert, sahici, kışkırtıcı ve cinsiyetsizdir Tezer Özlü. Tedirgin edici tüm duyguları yaşarken de korkusuz.

Atlas Sineması’nı ilk kez onunla görüyorum. (Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde.) Sisler Bulvarı’nı okuyorum, Kafka, Svevo ve Pavese’yle neredeyse onun kadar yakınlaşıyorum. “Ben de…” diyorum kendi kendime, “Dizlerimi bükerek plastik bir leğende yıkandım. Demek beni anlar.”

Tezer Özlü’yü okuduğum onca yıldan sonra 2010 senesinde Beyoğlu’nda Her Şeyin Sonundayım kitabını aldım. Tünel’deki çaycıya gittim. Bir solukta, on çayda, bir paket sigarada okudum. Mektuplarla birlikte Ferit Edgü ve Tezer Özlü’nün yol arkadaşlarının peşine de düştüm. Ama bir ânı çok net hatırlıyorum. Bu mektuplardan birinde şöyle yazıyordu: “Ben 30 Ocak’ta boşandım, duruşma 3 dakika 20 saniye sürdü.” Bu cümleyi kapatıp belki 20 dakika durdum. Hiç boşanmamıştım, neden bunca durmuştum? Zekâsına ve kalbinin kuvvetine bir saygı duruşuydu.

Her cümlesinde en az onun kadar yıpranmamın gerekli bir açıklaması vardı: Çocukluğunu bilirim Tezer’in. Aynı mahalledendik:

“Pazar günleri… Şimdilerde … Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek………… isterim hep.”

Lirik prensesmiş, daha neler?

Sinem Sal 

küçük İskender 
“Şairler ölmez sözü kulağa ne kadar olumlu ve tutarlı gelse de her seferinde ölen şairlerin arkasından söylenmiş çok kısa bir şiirdir. Elbette hiçbir şairin böyle bir iddiası olmaz. Şiirle haşır neşir olan insan da, şairin çaresizliğinin hayat karşısında başladığını ve aslen ölümsüz olanın şiir olduğunu gayet iyi bilir; fakat şiire düşkün olmak şiire inancı gerektirir. Şairler ölmez… Buna mukabil, “Dostlar sağolsun” daha realist bir söylemdir. Söyleyen kişi dostların da elbet bir gün öleceğini biliyor olmasına rağmen o günün muhakkak uzak olmasını temenni eder.  Bakın, “Dostlar sağolsun” bir şiir değildir. Bazı masalları, bazı şiirleri o kadar çok severiz ki onlara inanmak, içlerinde yaşamak isteriz. Çocuk tarafımızla kabul ederiz onları. Hasta yatağında bir kimse: “Ben iyiyim; beni merak etme” diyecek olursa buna çok az kişi inanmamayı seçecektir. “Ben iyiyim; beni merak etme” de yerine göre şiirdir. Şiir bize kaybettiğimiz şeyleri bulacağımızı taahhüt eder. Onlar bizi daha evvel bulmazlarsa…

Bu yazıyı yazmamdan bir hafta beş gün önce manevi babam İskender Derman Över, nam-ı diğer küçük İskender’i kaybettik. Şairdi. “Kaybettik” deyimi söz konusu kişi bir şair olduğu zaman yakışıksız duyuluyor. İskender şiire yaşı kadar kitap kazandırdıysa, gündelik dilimize onlarca kelime, gündelik yaşamımıza yüzlerce duygu kazandırdıysa, bir anda kaybolması söz konusu olamaz. Öyle ki sevdiğimiz insanlar öldükleri zaman bir yere kaybolmazlar. Hele yaşarken dünyaya bunca demir atmış bir insanın nerede olduğunu takip etmek daha da kolay olacaktır. İskender’i kaybetmeyin. İskender’i bu hayata bağlayan şey şiir ise, şiiri kaybetmeyin. Hayattayken en çok dem vurduğu şeylerden bir tanesi aklına hiç sporcu şair getirememesiydi. “Neden hiç komedyen şairimiz yok?”, “Neden hiç heykeltıraş şair sayamıyorum?” diye düşünürdü. Okuyun, yazın, sevin, sevişin, yüzleşin ve tekrar yazın. Şiir yaşarsa şair ondan uzaklaşamaz.

İskender’i tanıyanlar ve bilenlerin başı sağ olsun. Sevenlerin endişe etmesine zaten hacet yok.

Şairler ölmez…

Canım ustam, ağabeyim, babam, harbi hayalet! İyi ki doğmuşsun. Yaşa…

Can Bonomo