İçimde Kalmasın: “My Own Private Idaho”, “The Pillow Book”, “M. Butterfly”, “Heavenly Creatures”

Sadi Güran: “Üniversite yıllarımdan beri ana akım sinemada queer görünürlüğüne dair beni çok heyecanlandıran ve çizim, yaratı dünyamda bana hep ilham olan bu dört filmi resimleyerek ufak bir teşekkür etmek istedim.”

Sadi Güran’ın kendisinde anısı olanları yeniden hayal ettiği illüstrasyon serisi üniversite yıllarında onu avcunun içine almış, 90’ların dört filmiyle devam ediyor. My Own Private Idaho’yu (Gus Vant Sant, 1991) Engin Ertan, The Pillow Book’u (Peter Greenaway, 1996) Metin Akdemir, M. Butterfly’ı (David Cronenberg, 1993) Murat Mrt Seçkin, Heavenly Creatures’ı (Peter Jackson, 1994) Muammer Brav yazdı.

İllüstrasyon: Sadi Güran
Yazı: Engin Ertan, Murat Mrt Seçkin, Metin Akdemir, Muammer Brav

Uçuk kaçık, eğlenceli ve olabildiğince hüzünlü: “My Own Private Idaho”

Doksanlı yılların başında Kuir Sinema akademik çevrelerde yeni yeni konuşulmaya başlamışken, Gus Vant Sant’in My Own Private Idaho’su da bu akımın ilk örneklerinden birisi olarak anılıyordu. Van Sant’in seks işçisi genç erkeklerin dünyasına daldığı film, sadece LGBTİ+ temalı bir hikâye anlatmaz, biçimsel tercihleriyle de klasik sinemadan uzaklaşır.

Yersiz yurtsuz narkoleptik Mike (River Phoenix) ve zengin ailesinden kaçan Scott’ın (Keanue Reeves) yollarının kesiştiği bu dünyayı yer yer gerçekçi, yer yer de gerçeküstücü bir dille perdeye taşır Van Sant. Gerçekçi, çünkü düşük bütçenin de etkisiyle filmdeki bazı yardımcı rolleri sokakta yaşayan çocuklar canlandırırlar. Diğer yandan gerçeküstücü, çünkü filmde gey porno dergilerinin kapaklarındaki erkek modellerin dile gelmesinden rüya sahnelerine kadar reel dünyaya ait olmayan pek çok imge vardır.

Shakespeare’in IV. Henry’sinin serbest bir uyarlaması olan My Own Private Idaho, biçiminde gözlemlediğimiz zıtlıkları seyirciyi sürüklediği duygu dünyasında da sürdürür. Hem uçuk kaçık ve eğlenceli (misal Udo Kier’in ‘abajurlu’ unutulmaz Der Adler performansı) hem de olabildiğince hüzünlü bir filmdir. Arkadaşı Scott ile annesini aramaya çıkan Mike, sık sık aynı rüyayı görür; yere doğru düşen ve paramparça olan bir ev. Geçmişine dair hatırladıkları bölük pörçüktür, bir anlamda gerçek hayattan kopmuştur. Beklenmedik anlarda gelen ani krizlerle kendini uykuya dalmış bulan Mike trajik bir karakterdir, tıpkı onu canlandıran River Phoenix gibi… Van Sant’in filmi seyirciye “iyi günler” dileyerek sona erer ve umutsuz değildir ama Phoenix bu filmde rol aldıktan sadece 2 yıl sonra, bir gece kulübü çıkışında aniden yere yığılarak hayata veda eder. Kendi kuşağının belki de en iyi oyuncusu olarak görülen, kimilerinin “yeni James Dean” diye adlandırdığı Phoenix aşırı dozda uyuşturucudan kaynaklı bir kalp kriziyle öldüğünde sadece 23 yaşındadır. Geride bıraktığı bir avuç performanstan onunla en çok özdeşleştirilen ise kuşkusuz My Own Private Idaho’daki Mike olur.

Engin Ertan

“The Pillow Book”üzerine bir egzersiz

“Treat me like a page of a book.” (Bana bir kitabın sayfasına davrandığın gibi davran.)

Bir film ile ilgili bir yazı yazmaya niyetlenmek, eğer ki o filmi anlatmakla ve üzerine bir yazı yazılmayla anlatılamayacak gibiyse bazen o niyetten vazgeçmek gerekir. Film size bunu söyler, emin olun!

Mulholland Drive filmi üzerine televizyonda bir analiz yapmaya çalışırken Tuna Erdem, “Bu film bir illüzyon gibi sadece, bu illüzyona kapılmak gerekiyor, anlamaya çalışmak değil.” demişti. Pillow Book (Peter Greenaway, 1996) bir şiir gibi; onu sadece izlemek, verdiği his ve de ağızda bıraktığı mürekkep tadıyla yetinmek gerekiyor belki de. Queer-feminist bir film/şiiri queer bir metot ile anlamak/anlatmak güzel olsa gerek. Bana iyi geldiği aşikar…

Pillow Book için zihinsel bir egzersiz yapmaya çalıştığımda filmden aklımda kalan bu görsel şiirden  (haiku) alıntılar ve bazı kelimeler…

“Bir teni kâğıt olarak kullanmak, bedene yazı yazmak…”

“Eğer yazmak olmasaydı, ne kadar korkunç bunalımlara katlanmak zorunda kalırdık.”

“Yağmur kelimesi yağmur gibi yağmalı, duman kelimesi duman gibi sürüklemeli.”

“Hayatta güvenilir iki şey olduğuna eminim, bunları bedenin hazları ve edebiyatın hazları olarak düşünebiliriz, ikisinin verdiği zevki dengede tutarak büyük bir servet edindim.”

“Çivit renginde ki her şey muhteşemdir, çivit renginde çiçekler, çivit renginde iplik ve özelllikle çivit renginde kâğıt.”

“Bir kitap doğmadan önce nerededir? Kitabın anne babası kimdir? Bir kitabın anne babaya ihtiyacı var mıdır? Bir kitap başka bir kitabı doğurabilir mi? Kitapların ana kitabı nerededir?”

“Eğer tanrı yarattığını onaylasaydı kendi adını taşıyan kilden bir modele hayat verirdi. Tanrı insanın ilk kilden modelini yarattığında gözlerin içini, dudakları ve cinsiyeti (sex) boyadı.”

1.000 yıllık tarihleri olan kitaplar var iken yüz yıllık sinemanın olanakları ile o kitapları anlamlandırmaya çalışmak (Pillow Book 1.000 yıllık bir kitap) yerine anlamın seyrine kapılmak gerekiyor olabilir.

Kendi ‘pillow book’larını yazmaya niyetlenen tüm kadınlar için…

Metin Akdemir

“M. Butterfly”, tutku, acı, sevgi

Doğduğumuz coğrafya başka bir yer olsaydı belki bazı şeyleri farklı düşünürdük ama değil işte. O yüzden ne konuşuyorsam yüzüm buraya dönük konuşmayı tercih ediyorum.

Akışkan bir cinsiyeti tercih edenler tıpkı agnostikler gibi birçok düşünsel ve sosyal ortamda alay konusu olan ya da aşağılanan ve kendini kadın veya erkek olarak adlandırmayı kabul etmeyenler var. “O zaman niye evlisin, peki niye bıyık uzatıyorsun, e seni hiç bir erkekle görmedim” gibi sorular ile etrafları kuşatılır. Oysa ki umurumuzda değil; bıyık vücudumda, uzar gider ben istersem, sevgilim kadın veya erkek kime ne, rahatım ama monogamiyi seçtim bundan sana ne?

M. Butterfly, benim hep cinsiyetsiz gözle izlediğim bir aşk filmi. Ne bir erkek, ne bir kadın, iki insanın tutkusuna ve acısına odaklanan bir şiir. Cronenberg, her daim öne çıkarttığı bedensel mutasyon felsefesini her ne kadar bu farklı yapımda kullanmıyor gibi gözükse de aslında filmin tamamı bu mutasyon üzerine olabilir. Kimliğimizin oluşması için her zaman diğer bireye ihtiyacımız var. René ve Song Liling’in tutkusunun yerine birbirine âşık olan herhangi başka bir çifti koysanız tutkunun hiçbir şekilde değişmeyeceğini görürsünüz. Kültürel olarak yaşadıkları çatışmalar da dahil, zamanla oturan bir uyumu hissedersiniz. Kimlikleri oluşur; ne olduklarının değil nasıl oluştuklarının önemi vardır.

Sonuç olarak M. Butterfly aşktan bahseder. Aşk bize her ne kadar akut bir hastalık gibi gelse de içinde her daim saklanan sevgidir temelde bize kalan. Sevgi sorgulamayı değil güzel olanı anlamayı, kabul etmeyi öğretir. İster filmdeki kırmızı ve gergin bir dünyada, ister içinizde patlayan pembe şekerler ile olsun, sevgi kötü şeylerin karşısında savunma ve koruma gücü verir.

Yaşam tercihlerinizin gruplandırılmasına izin vermeyin, mutluluğunuzun etiketlenmesine de. Kapınızı klişelere kapatın. Misafir odanızda zevk, neşe olduğu kadar keder olmasına da izin verin. Sizi güçlendirecek şey acısı-tatlısı ile hayattır.

Murat Mrt Seçkin

Hiç boşluk bırakmadan: “Heavenly Creatures”

Gençliğin başımda duman olduğu dönemlerde bayılarak sinema hafızama hapsettiğim filmlerden bazılarını, yıllar sonra tekrar izlediğimde hissettiklerimi yazmam biraz ayıp olur! “Ne dumanmış bu aman allahım” nidaları birkaç kez üst üste yaşanınca kendime bir söz verdim ve sözümü bu yazıya kadar  tuttum! Amma velakin Yetenekli Bay Güran’ın şahane illüstrasyonuna kenar süsü olacak bu yazıyı yazmam istenince, en sevdiğim filmler listemin nadide parçalarından Heavenly Creatures’ı yıllar sonra yeniden izledim!

En baştan söylemem gerekir ki Heavenly Creatures beni hayal kırıklığına uğratmadı. Taş gibi sağlam duran, minik bir başyapıt hâlâ. Yıllar ne duygusundan ne de Peter Jackson’ın yönetmenliğinden bir şey alıp götürebilmiş. 1954 yılında Yeni Zelanda’da yaşanmış bir olayı perdeye aktaran film, ilk kez Venedik Film Festivali’nde gösterilip Gümüş Aslan ödülünü kazandı. Elbette bu durum Peter Jackson’ın, Hollywood’un radarına girmesiyle ve Lord of the Rings serisinin bir para makinesine dönüşmesiyle sonuçlandı. Lakin o ayrı bir yazı konusu.

Bir cennet tasviriyle açılır film. Yeni Zelanda’nın yemyeşil doğasından sakin bir şehrine uzanırız kuşbakışı. Mutlu insanların yüzünden, iki genç kızın kanlar içindeki görüntüsüne döner kamera. Artık huzurdan eser yoktur filmin bilinen sonuna dek. Sonra Juliet ve Pauline’le tanışırız, onlar da bizim tanıklığımızla tanırlar birbirlerini. Birbirlerini çok sever iki genç kız; arkadaşlık ve aşkın birbirine yakın sınırlarında gezerler. İkisi de hayal dünyalarını birbirlerine açar ve yeni dünyalar yaratırlar. Bu dünya dönemin ünlü oyuncu ve şarkıcılarının birer aziz olduğu, cennetvari bir dünyadır. Zamanla bu cennet, büyüklerinin baskıları, yanlış anlamalarıyla (evet, gençler hep yanlış anlaşılır) daha karanlık ve kanlı bir dünyaya dönüşür. Her şeyin sonunda da iki kız, dostluklarının önünde engel olduğunu düşündükleri Pauline’in annesini öldürmeyi seçerler.

Peter Jackson’ın senaryosunu karısı ve daimi senaryo partneri Fran Walsh’la yazdığı film, hiç boşluk bırakmadan, iki genç kızı da her bir hücresine dek tanımamazı sağlıyor. İçinde yaşadıkları ülkeyi, toplumu en ince detaylarına kadar anlıyoruz…  Önyargılarıyla onları boğan aileleri, din adamlarını ve psikologları! Bütün filmi bu iyi tanımanın vermiş olduğu rahatlıkla, ”neden” sorusunu bir an bile sordurmadan izliyoruz. Kızların yarattıkları Dördüncü Dünya’yı Jackson’ın müthiş bir görsellikle perdeye yansıtması da filmin gücüne güç katıyor. Ağzı olmayan şövalyelerin olduğu dünyada, bizler de kızlarla çarpışıyoruz, onlarla sevinip, üzülüyoruz.

Jackson sinema sevgisini yansıtan bir sahneyle, sinemaya selam yollamayı da ihmal etmiyor. Carol Reed’in Orson Welles’i yönettiği The Third Man’i sinemada izleyen kızlar, filmin müthiş takip sahnesini, kendi dünyalarında tekrar yaşıyor ve Welles tarafından kovalanıyorlar. Bu sahnelerin çekimi bile Jackson’ın nasıl yetkin bir yönetmen olduğunun kanıtı.

Yaklaşık 10 dakika süren final bölümü sinema hafızamın en nadide köşelerinden birinde hep duracak. Puccini’nin bir bestesiyle “ölüm yürüyüşüne” başlayan anne ve iki kızın, o yürüyüş sırasında hissettirdikleri anlatılamaz, izlenir. Kate Winslet ve ne yazık ardından çok izleyemediğimiz Melanie Lynskey, ilk oyunculuk deneyimlerinde, perdenin en unutulmaz çiftlerinden biri hâlâ!

En sevdiğimiz yönetmenler listesinde yeri her daim hazır olsa da, hâlâ en iyi PJ filmi ne diyenlere tereddütsüz vereceğim cevap, Heavenly Creatures olacak!

Muammer Brav