İlk kitapların duygu yoklaması: 7 yazar anlatıyor

Hazırlayan: Esin Çalışkan - Kolaj: Aslı Kurban

Ruhunuza şefkatli tohumlar ekecek birkaç satır okumak için kurcalanan kitaplıklar, yetmeyince koşulan kitapçılar ve arkadaş evlerinin en kaotik çalışma masalarında bir ışık hüzmesi içinde süzülen o kitapların duygusunu siz de bildiyseniz, eli artıralım ve ilk kitaplarını yayımlamış kimi yazarların ilk göz ağrılarını onlardan dinleyelim istedik. 2022’ye bu yolla izini bırakmış yedi yazara; üretim süreçlerinde evir çevir ettiklerine, hislerine ve deneyimlerine dair bazı sorular sorduk. Bihter Sabanoğlu, Devrim Koçak, Didem Kazan Sol, Firdevs Ev, Gamze Efe, Günay Çetao Kızılırmak ve Mertcan Karakuş, önce “ilk kitap” denen bu bilinmezi bol süreci anlattı. Bu yolculuğa çıkmadan önce akıllarından geçenler neler olmuştu? Süreçte ne kadarı kendi yerini bulmuş, neler bir miktar şaşkınlık yaratmıştı? Kitaplarını taslak hâlinden yayımlatma aşamasına taşırken, onları nasıl bir hikâye karşılamıştı? Nihayetinde kitaplarının bir yayınevi tarafından basılması nasıl bir süreçti? Ardından, yazım pratiklerine dair birer kişisel soruyu yanıtladılar.

Bihter Sabanoğlu

“Gerçek yazım ve yaratım sürecimin [bu] özgürlük ânından itibaren başladığını düşünüyorum; insanın âşık olduğunda hissettiği ‘ne olacaksa olsun’ türünden gözü kara bir duygu.”

Bihter Sabanoğlu Şüpheli Şeylerin Keşfi’nde; İstanbul’un tarihi mekânlarını merkeze alarak, birbirini hiç görmeseler de beraber büyümüş iki insanı geçmiş ve olası intiharların gölgesinde bir araya getiriyor.

İlk kitabının hikâyesi:

Sıklıkla işittiğim, bir yazarın ilk kitabının kaçınılmaz olarak otobiyografik ögeler içereceği fikri beni huzursuz ediyordu. Olabildiğince sınır koymadan yazmak istiyor fakat kendimi sere serpe ortaya atmaktan, her türlü bakışa maruz bırakmaktan da kaygı duyuyordum. Beğenilmeme korkusu, daha doğrusu beni anlamasını en çok arzu ettiğim insanlar tarafından anlaşılmama korkusu sinsi sinsi içime işliyordu. Söz konusu bir ilk romandı, kimse üslubuma aşina değildi. Verilebilecek tepkileri zihnimde kuruyor, kendi savunmamı hazırlıyor, devamında metni tekrar tekrar okuyup gizemli bulunabilecek pasajları belki de gereğinden fazlaca açıklıyordum. Fakat yazım sürecinde ilerleme kaydettikçe kaygılarım hafifledi. Anlattığım hikâyenin kalbine daldım; olay örgüsü hareketlendikçe, karakterler iyiden iyiye neredeyse bir uzvum hâline geldikçe, bu ikincil düşünceler önemini yitirdi. Gerçek yazım ve yaratım sürecimin bu özgürlük ânından itibaren başladığını düşünüyorum, insanın âşık olduğunda hissettiği “Ne olacaksa olsun.” türünden gözü kara bir duygu. Öykünün yazdıkça farklı yönlere evrilmesini de biraz şaşkınlıkla karşıladım. Belki de bu kibirli bir tavırdır; başı, ortayı ve sonu en ince detayına kadar belirlediğimi, artık kayda değer bir değişikliğin gerçekleşmeyeceğini düşünüyordum. Oysa roman hiç de planladığım gibi sonlanmadı; bunun başlıca sebebi de karakterlerimin hikâye ilerledikçe öngöremediğim özelliklere bürünmesiydi. 

Elime son derece gurur duyduğum nihai versiyonu bir kez aldıktan sonra yayın süreci başladı ve bu süreç öz güven hakkında yapılabilecek muhtemelen en banal ve insani sorgulamalarla paralel gitti. Yazılan metnin tek harf bile çıkarılamayacak derecede mükemmel olduğuna dair kör bir inanışla el ele yürüyen bir “Acaba?” kuşkusunu hissediyordum. O dönem bu duygular bana çok acılı gelmişti ama şimdi bu süreci muhtemelen her romanda yeniden geçirecek olacağımı düşünerek seviniyorum; biraz çocuksu, naif ama incelikli biçimde kötücül bu şüphe insanı daha çalışkan, daha üretken olmaya itiyor. Neyse, iki-üç ay süren bir gönderi sürecini takiben Edisyon Kitap dosyamı beğendiğini, basmak istediğini söyledi. Sonrası Capra’nın filmindeki gibi Bir Gecede Oldu. Her şey hızlıca ilerledi; sanatçı bir arkadaşım kapağı tasarladı, afişler asıldı, radyo-TV programları, röportajlar, imza günleri derken kitap, gerçek hayatın tam anlamıyla bir parçası oldu, nefes almaya başladı.

Bir şehri romanın içine yerleştirmek, kitabının dünyasını ne ölçüde genişletti; senin yaratım pratiklerini nasıl değiştirdi? Bir kitabın sunduğu mekânsallık, bir şehrin kendi gerçekliğinden ne kadar farklıdır?

Bununla ilgili şöyle bir fikrim var. Ben 15 sene Paris’te yaşadım. Ve orada asla İstanbul’daki kadar üretken olmadım. İstanbul’la bağım hiç kopmamıştı; hem iki-üç ayda bir şehre gelip gidiyordum hem de Paris’te Bizans tarihi dersleri görüyor, şehrin Bizans yapılarını en ince mimari detaylarına kadar inceliyordum. Bu esnada romanın ateşleyici fikirlerinden biri, yani bir Bizans tarihi hocasının intihar etmek için İstanbul’a gelmeyi planlaması ve kentte amacına uygun, ölümüne “yakışacak” bir Bizans yapısı aramasına dair bir tasarı zihnimde oluşmuş hatta bir süre gece gündüz tüm yaşantımı esir almıştı. Fakat bu İstanbul henüz Schrödinger’in kedisi gibiydi, diri ve ölü hâlleri üst üste binmişti; onu yakından incelediğimde somut bir biçim alıyor fakat üzerine tuttuğum ışığı geri çekersem varla yok arası bir düzlemde süzülüyordu. İstanbul’a döndüğümde Taksim’e yerleştim ve her gün Fatih’in semtlerinde dolanmaya başladım. Tüm o tarihsel yıkımı, kentin mirasına kayıtsızlığı iliklerimde hissedince, galiba biraz da akıl sağlığımı yitirmemek için hem böylesi bir kent hem de böylesi karakterler yarattım. Yaşayan, nefes alan, insanların hayatının akışına doğrudan müdahalede bulunan, belleği içinde yaşayanların belleğiyle aynı doğrultuda silinen veya güçlenen bir İstanbul ve kendi yöntemleriyle de olsa -Ayla daha organik, Edhem daha akademik biçimde- ona saygıyla yaklaşan iki ana karakter. İstanbul’un tarihi ama bir o kadar da hâlihazırdaki hâli beni bu kurguyu ve içinde yaşamak istediğim gerçekliği oluşturmaya zorladı.

Devrim Koçak
“Toplum hem soyut hem de somut anlamıyla zihnimde fazlasıyla yer işgal ediyor.”

Devrim Koçak’ın Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler’i; rastlantılar sonucu yolları kesişen ya da kesişemeyen karakterlerin yaşamlarına ortak ederken evde olmamanın, af dilememenin ve bağışlamamanın izini sürüyor.

İlk kitabının hikâyesi:

Sonundan başlayayım, kitabı bitirmekte zorluk çekiyordum. Ne yazacağımı, yani hikâyenin varması gereken yeri biliyordum fakat bazen tembellik, bazen başka meşguliyetler yüzünden bir türlü bitiremiyordum. Elimdekini bitirme konusunda kendimi motive edecek bir şeyler ararken, Everest Yayınevi’nin “İlk Roman Yarışması”nı gördüm. Son tarih 30 Temmuz’du. O tarihi kendime bir “son gün” olarak belirledim. Kitabı 30 Temmuz’da bitirip yarışmaya gönderecektim. İşe yaradı; metin 17 Temmuz’da son hâlini aldı, düzeltmeler vs. derken 30 Temmuz günü yarışmaya iletmiş oldum. Bu yarışmaya katılmanın cazibeli tarafı, yazdığım metnin deneyimli birilerince değerlendirilecek olmasıyla birlikte, şayet sonuç alabilirse Everest’ten basılacak olmasıydı. Yani beni, benim durumumdaki pek çok kişinin çektiği ıstıraptan, bir yayınevi bulma derdinden kurtaracaktı. Fakat uzunca sayılacak bir süre, uğruna kafa yorduğunuz bir metni, bir e-postanın eki olarak bir yerlere (bir jüri heyetine) gönderdikten sonra çekilecek karın ağrılarından habersizdim. Ya yazdığım metin “olmamışsa”, ya yarışmadan bir sonuç alamazsa? Ne bunlarla yüzleşmekle ne de elimdeki metinle baş başa kaldığımda ne yapacağımla ilgili bir fikrim vardı. Karın ağrıları, iç sıkıntıları derken yarışma sonuçlandı ve romanım ödüllendirilmeye değer görüldü.

İlk duygularım, şaşkınlık ardından memnuniyet ve mutluluk olmuştu. Roman “geçer” not almıştı ve basılacaktı. İlk günlerin neşeli havası dağıldıktan sonra, bu kez yeni iç sıkıntıları kendini göstermeye başladı. İki tip okuru olacaktı kitabın; birincisi kimliksiz okurdu, yani tanımadığım insanlar. İkincisi ve asıl korkutucu olansa tanıdık, eş dost çevremin kitabı okuyacak olmasıydı. O an için ilk okur tipiyle baş etmek kolaydı zira belki de onları hiç görmeyecektim. Fakat ikincisinden kaçış yoktu. Sonuçta bir kitap yazmış olmanın olası sonuçlarından sakınmak mümkün değil. Belki de bunun tek yolu hiç yazmamış / yayımlamamış olmak. Bir süredir, yani kitabın basıldığı 2022 Mart ayından bugüne, kitabın okurlarıyla bir şekilde karşılaşıyorum yahut bir araya geliyorum. Değerlendirmeleri ve eleştirileri duymaktan memnunum. Çeşitli sebeplerden kaynaklanan karın ağrıları, iç sıkıntıları, yerini yeni şeyler yazma isteğine bıraktı diyebilirim.

Kitabı yazarken içinde bulunduğun toplum ne ölçüde zihnine sızdı, mevcut çağda söylemin gittikçe güçlenmesi kendi dünyanı kurma biçimini etkiledi mi, yazma sürecinde korunaklı alanların neler?

Kendimi “toplumcu” edebiyatın bir parçası olarak görüyorum. Hem bir roman yazmış bir “yazar” olarak hem de çok okumaya çalışan biri olarak. Bir diğer meseleyse hayatın başka alanlarına da toplumculuğun penceresinden bakıyor oluşum. Dolayısıyla kitabım da böylesi bir bakışın ürünü. Bu bağlamıyla “toplum” hem soyut hem de somut anlamıyla zihnimde fazlasıyla yer işgal ediyor. Söylemin gücünü, gerçeklikle kurduğu bağ üzerinden anlamlandırıyorum. Belirleyenin gerçeklik olduğunu düşünüyorum ve gerçeğin söyleme dönüştüğü yerde, temel aracın estetik olması gerektiği kanısındayım. Sonuç olarak yazarken hem fiziken hem de duygu dünyası açısından “korunaklı” alanlarım olduğu söylenemez. Masa, sandalye ve bir de yazma aracına duyduğum ihtiyacı bir kenara bırakırsak tabii.

Didem Kazan Sol
“Yaşadığım hayat ile yarattığım hayatları birbirinden ayırmayı öğrendiğimde, yazmak benim için vazgeçilmez oldu.” 

Didem Kazan Sol Kusura Ayna’da, bugünün kâbuslarını dünün hatıraları üzerine inşa ederek; kuytuların kadınlarını, eşyalarını ve karabasanlarını anlatıyor. 

İlk kitabının hikâyesi:

Bir kitabım olması fikri benden çok uzaktı. Hatta öykülerimin yayımlanması bile uzaktı. Korkularım, endişelerim, yetersizlik hissim vardı. Sanırım anlaşılamamaktan, en çok da yanlış anlaşılmaktan korktum. Cesaretimi toparladığımda yolun, yolculuğun bu kadar zor olduğunu tahmin etmemiştim. Zordu. Bırakın yayınevine bir öykü dosyası yollamayı, bir dergiye yolladığım öyküyü uzay boşluğuna fırlattığımı düşünüyordum. O mailleri robotlar yönetiyordu sanki. Aylarca dönüş yapmayan bir yayınevi, öykünüzü size haber vermeden yayımlayabiliyordu ya da o sonsuz sessizlik bir ret cevabı oluyordu. Bu yolda sessizliğin lisanını öğreniyorsunuz. Olumsuz bir cevabın, cevapsızlıktan çok daha kıymetli olduğunu anlıyorsunuz. Sabrederken zarafeti elden bırakmamak, aynı zarafeti karşı taraftan beklemek de ayrı bir zorluktu. Öte yandan sabretmek, etiğe bağlı kalmanın birinci koşulu oluyor. Belki de en zoru etiğe bağlı kalmak; bu yolda sağlam adımlar atmak istiyorsanız vazgeçmemeniz gereken tek şey bu.

Öykülerimi yayımlatmaya karar verdiğimde karşıma çıkan hikâyelerin hemen hepsi, beni ümitsizliğe sürüklüyordu. Toz pembe bir renk yoktu karşımda. Fakat benim kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Sosyal yaşantımın dışında bir Didem vardı. Onunla önce ben yüzleştim, sonra da ondan çıkanları okuyanlar… Dosyamın yayınevi tarafından kabul edilmesi birkaç ayı buldu. Şanslıyım ki Beyza Ertem gibi çalışkan, içten, zarif ve verdiği tarihlere uyan bir editörle çalıştım. Yol göstericiliği, ne yapmak istediğimi ve istemediğimi anlaması benim için lütuftu. Çalışmaları bitirdikten sonra süreç tahmin ettiğimden hızlı ilerledi. Her detayıyla heyecan verici bir yolculuktu. Bu yolculuğun içime sinmesini sağladıkları için emek veren herkese teşekkür ederim.

Kitabın, nesnelerin çağrışım gücünü öne çıkaran yanını düşünürsek, bir öykü yazmanın bir düş kurmakla benzerlikleri konusunda ne dersin; yazım süreci uykularını kaçıran bir pratik mi, yoksa senin için bir sakinleştirici midir?

Gündelik yaşantının, insanın benliğini ele geçiren tüm sorumlulukları arasında küçük bir an, sizi bambaşka bir âleme sürükleyebiliyor. Bir bakış, üç kelimelik bir cümle, yamuk bir ağaç, bir koku, bir şarkı, insanı yaşadığı andan koparabilir. Ben bunu kendimi bildim bileli yaşıyorum sanırım. Yaşadığım hayat ile yarattığım hayatları birbirinden ayırmayı öğrendiğimde, yazmak benim için vazgeçilmez oldu. Hayal ettiklerimi, arzuladıklarımı, kâbuslarımı, korkularımı başka bir dünyada yaşıyorum. Tüm tekinsizliğine rağmen orası benim güvenli limanım. İnsan, kâbuslarına da sığınabilir. Düşlerimden korkmamayı, utanmamayı öğrendim. Toplumsal normlar düşlerime müdahale edemezdi. Kurgularım düşlerime kalkan oldu. 

Yazmak hiçbir zaman beni rahatlatan bir iş olmadı. Aklımdaki, hayalimdeki öyküyü bitirene kadar yastığım diken hâline geliyor. Günlerce hatta bazen haftalarca yarattığım dünyayla uğraşıyorum. Öykü yazmanın sakinleştirici bir etkisinin olması için yükümü atmam gerekiyor. Kurgunun dünyasından çıktığım anda rahat bir uyku uyuyabiliyorum. Bir sonraki düşe kadar…

Firdevs Ev
Biri ‘tuhaf bir öykü’ dediğinde, bunu neyin hissettirdiğini öğrenmeyi önemsiyorum. O tuhaflıktan kurtulmak istemiyorum çünkü onu arıyorum ve tam da tek başıma anlayamayacağım için yazıyorum.”

Firdevs Ev’in Tavana Bak’ı; büyülü gerçekçi ögelerin ağırlığını hissettirdiği öyküleriyle topluluk olmanın facialarını, mesafe ve boşlukları merak eden tekinsiz bir yolculuk.

İlk kitabının hikâyesi:

Aslında süreç biraz çarpık çurpuk bir heykeli, daha hazır değilken birilerine göstermeye benziyor. Ona bakıp hoşlanmayan da olabilir, “Çok iyi gidiyor, buradan devam et.” diyen de. Önemli olan ucube heykelinizle sizin ne yapmak istediğiniz. Çoğu zaman da hazır bir bilgiyle hareket etmiyoruz; daha çok belli bir sezginin peşinden giderek karanlıkta yolunu bulmaya benziyor. Dosyanın kabul alması bir yıla yakın sürdü. Yayımlanma sırasının gelmesi de aynı şekilde. Bu süreçte daha çok, dosyanın iskeletine dair değişiklikler yaptım. Kitabın çok da direnmediğini görünce yeni öyküler ekledim, var olan bağları kuvvetlendirdim. Teslim ettikten sonra, orasını burasını çekiştirmeyi bırakabileceğim ve yeni bir fikre odaklanabileceğim için epey rahatlamıştım. 

Yayımlanmaya giden süreç, iyi eleştirinin ve o eleştiriden doğru noktaları almanın kıymetini de anlamamı sağladı. Zamanla neye kulak vereceğimi daha iyi seçmeye başladım. Bazen karşı tarafın görmesini istediğiniz şey, tam da o çarpık çurpukluk olabiliyor. Biri “tuhaf bir öykü” dediğinde, bunu neyin hissettirdiğini öğrenmeyi önemsiyorum. O tuhaflıktan kurtulmak istemiyorum çünkü onu arıyorum ve tam da tek başıma anlayamayacağım için yazıyorum. 

Yayınevlerinin yazdıklarınız üzerine uzun uzun konuşacak vakti olmuyor. Bazen elinizde tek cümlelik, yarım yamalak dönüşlerle kalıveriyorsunuz. O süreçler komik. Mesela bir editör “Bip” için “Ana karakteri hiç anlamadım, aşçı mıymış neymiş; sepete doldurduğu o kadar alakasız malzemeyle ne pişirebilir ki?” diye sormuştu. Açıkçası bir yayıncının yazdıklarımı bu kadar doğrudan alacağını hiç düşünmemiştim. Yine de bu kafa karışıklığına sebep olması hoşuma gitti; tek kelimesine bile dokunmadım. Sonra o öyküyü sevenler de oldu. “Örümcek Şairi” için “Bu neyin alegorisi şimdi?” diye soran bir editörümüz var bir de. “İnan ki bilmiyorum.” demek isterdim çünkü hakikaten bilmiyordum; bence bir alegorisi falan yoktu. Sadece, yalnız olmadığıma neredeyse emin olduğum bir duyguyla yola çıkmıştım. Nitekim basıldıktan sonra, ondan daha çok, “annelik” kavramını sorgulayan kadınların hoşlandığını gördüm. Bir kişinin anlaşılmaz bulduğu bir şeye başkasının, “Tam da böyle hissediyorum.” demesi ya da birinin karanlık bulduğu bir öykünün başkasına komik gelmesi bu işin en sevdiğim tarafı oldu. 

Okurun yüzde yüz yorum özgürlüğü var; yayıncılarınsa ilk kitapları konusunda yazarlara yüklenmesine çok takılmamak gerek. Bazen “Kendimi açıklamak zorunda değilim.” diye bakıyoruz ama “Ne istiyorum?” sorusunun Tavana Bak’a ancak faydası dokundu. Her iki tarafın da ayaklarının yere bastığı ama diyaloğa açık olduğu o kaymak gibi akan noktayı bulmak kıymetli; İthaki biraz böyle bir yer oldu benim için.

Çoğalma, Eksilme, Denklik ve Döngü isimli dört bölümden oluşan öykü derlemende; tüm bu kavramların yalnızlığı, ilişkilenme biçimlerini, bir arada olmayı farklı biçimlerde var eden yanları var. Bu güçlü bağı yaratmak senin için ne ifade ediyor, öykülerin arasındaki görünmez iplikler nasıl kuruldu?

Bölümlerin başlığı bir anlama teşebbüsüne de işaret etse, ortada tamamen sonuca varılabilmiş bir durum olduğunu söyleyemem. Ancak beraber düşünmemize bir vesile olabilir belki. Bu bağları başta bilinçli kurmadım. Biraz daha yakından bakınca, yukarıda bahsettiğim, dosyanın iskeletine çalışma sürecinde, belli konulara işaret ettiklerini fark ettim. Eksiklik; tamamlandıkça, denkliği yakaladıkça tekrar tekrar hissedeceğimiz bir duygu. Benim sizin ne düşündüğünüzü bilmemem zihnimde hep eksik bir alan kalmasını sağlıyor; orası ferah bir alan, merak edilecek yeni şeyleri orada çoğaltıyoruz, diyaloğu o sayede sürdürüyoruz.

Gamze Efe 
“Dar alana sığma anksiyetesi yaratıcılık sürecinin en zorlayıcı, aynı zamanda da en tetikleyici yanı.”

Gamze Efe, Yine de Bir Şansımız Olmalı’da; sevginin, bağlılığın, yasın ve bekleyişin yükünü öylece sırtlananlar ile gidenlerden kalan serin boşluğu sözcüklerin sıcaklığıyla doldurmaya çalışan kahramanlar yaratıyor.

İlk kitabının hikâyesi:

Yola bir kitap dosyası oluşturma fikriyle çıktığımı söyleyemem. Öyküyle ilişkimizin giderek daha yakın bir hâl almasıyla yazdıklarımı ortaya çıkarmaya karar vermiştim altı-yedi yıl önce. Başlarda bu kolay değildir; içinizi açıyor, çırılçıplak kalıyor gibi hissedersiniz çünkü ilk yazma denemeleriniz daha çok korkularınızı, hayallerinizi, kâbuslarınızı, olmaktan rahatsız olduğunuz ya da olmaya çalıştığınız benliğinizi içerir. Okuyanın size dair bir tespitte bulunması ihtimali dahi kaleminizi durdurabilir. Bu sebeple uzun zaman boyunca yazdıklarımı hep kendime saklamışlığım, belki üç yüz sayfalık romanımı çöpe atmışlığım var. Fakat burada bilinmesi gereken en önemli nokta şu bence: Yazmak böyle bir şey değil. Tam olarak böyle değil. Elbette, dünyada yazılmamış herhangi bir duygu olduğunu düşünmüyorum. Ve yine, yazdıklarınızın tecrübe ettiğiniz duyguları, olayları içermesi de son derece doğal. Ancak kurgulamak, kurgunuzu edebiyat sınırları içerisinde bir eser hâline getirmek bambaşka bir süreç, bambaşka bir öğreti gerektiriyor. İşte bu öğretiye dâhil olabilmek için bazı atölyelere katılıp, korkusuzca bir eser yaratmanın nasıl olduğunu öğrenmeye karar verdim ben de. Böylece, bana bir terapideymiş hissi veren yazma eyleminin edebiyattaki yerini belirleyebilecektim. Uzun bir yol bu hatta uzun demek yanlış olur; hiç bitmeyecek bir yol. Atölyelerden edindiğim doğru eserleri okuma bilinci, aldığım eleştiriler, sürecin doğru ilerlediğinin birer göstergesi gibiydi. Bunu anlamak da epey zaman alıyor aslında. Başta, dergilerde öykülerimin yayımlanmaya başlaması, yarışmalarda derece almak motivasyonumu artırıyor, doğru bir iş yaptığımı kulağıma fısıldıyordu. Bu da bir kitap dosyası oluşturma fikrini doğurdu. “Neden olmasın?” demeye başlamıştım ve bir buçuk yıl neticesinde dosyanın kabul alması ve edisyon süreci tamamlandı; Yine de Bir Şansımız Olmalı, çok sevdiğim yayınevim tarafından yayımlandı. 

Yayımlanması için kabul alma süreci de apayrı bir tecrübe. Beklemeniz, kovalamanız ve asla vazgeçmemeniz şart. Beklemek konusunda kaya gibi sağlam bir sabır istiyor sizden. Sonunda yazdıklarınıza güveniyorsanız, arkasında durabiliyorsanız, bir şekilde su akıp yolunu gerçekten buluyor. Ancak dediğim gibi yazmak, yazmayı öğrenmeye çabalamak bitmeyecek bir yol olduğu için en başa dönmem gerektiğini de zaman bana şimdi gösteriyor. İlk kitap, yazana çok büyük sorumluluk yüklüyor. Devam edebilmek için en başa, meseleniz olan duyguları yeniden tespit etmeye dönmezseniz tıkanabilirsiniz çünkü artık okurlarınız var ve sizden daha iyisini bekliyorlar. Bunu hep aklımın bir köşesinde tutarak ama çok da düşünmemeye çabalayarak; anlatmak istediğim, beni rahatsız eden duygularıma odaklanmaya çalışıyorum yeniden. Yazmadan yaşamıma devam edebilmem mümkün olmadığı için öğrendiklerimin cebimde, zihnimin derinlerinde olduğunun bilinci ve sorumluluğuyla başa dönmeyi, baştan denemeyi, yeni bir yola çıkma hevesini deneyimlemeyi de yazmak kadar sevmeye başladığımı söylemeliyim.

Öykü yazmak seni ne derece kendi içine döndürür, zor bir günde ilham veren, günlük hayatın koşuşturmasının dışında tutan yazma alışkanlıkların nelerdir, bu zorlu anların beklenmedik iyileştirici yanları olur mu?

Öykü, kısıtlı alanda bir evren yaratabilme ihtimali sunuyor yazana ve bence bu sorgulayıcılığı ve yaratıcılığı artıran bir öz. Dar alana sığma anksiyetesi yaratıcılık sürecinin en zorlayıcı, aynı zamanda da en tetikleyici yanı. Bu yüzden yazarken çok huzursuz oluyorum. Nefes darlıkları, huzursuz bacak sendromunun tetiklenmesi gibi fiziksel etkileri de yok değil. Kurgunun tamamını ya da sonunu zihnimde netleştirmeden yazımın başına oturuyorum genellikle. Kurgu gelişirken de tamamen kendi içime dönüyorum; farklılık yaratabilmek, bilmediğimi aktarabilmek için bambaşka karakterlere bürünüyorum. Bu karakterlerin gerçek olması, inandırıcılığını sorgulatmaması gerekiyor. Bunun için üzerinde aylarca hatta yıllarca çalışmak zorunda olduğumun bilincinde olarak bu işi yapıyorum. Yazmak eyleminin en tutkulu parçası bilinmeyeni, hissedilmeyeni yaratmaya çalışmak bana göre. Yaşamı da bir oyun gibi gördüğümden, öyküde kendi oyunumu yaratmayı hep en baştan deneyimlemekten hoşlanıyorum. Yazdıklarımın içinde okura karakterin tözünü aratmak arzusu beni çok tetikliyor sanırım. En haz aldığım nokta burası ama aynı zamanda beni en zorlayan kısmı da bu. Bunu başarabilmeye yeltenmek için okumak, daha çok okumak, nitelikli okumak gerekiyor. Bu yüzden vaktimin çoğunu yazmaktan çok okumaya ayırıyorum. 

İlham sözcüğüne pek inananlardan değilim. Yazmanın ilham değil zorlu bir çalışma süreci gerektirdiğini düşünüyorum. Öykü kendini yazdırırken elinizden pek çok şansı alan ve hata kabul etmeyen bir tür. Sözcüklerin tasarrufuna, karakterin diğer karakterlerle ama en çok da kendileriyle ilişkilerine, diyalogların alt anlamına ve gerçekçiliğine, kurgunun tutarlılığına, belki en çok da sonunu nerede getireceğini bilmeye hakim olmayı gerektiriyor. Özetle, öykü kendini var edebilmek için hep zoru başarmanızı istiyor. Bu yüzden alışkanlık mı bilmiyorum ama günlük hayatın koşuşturması içerisinde dahi yazabilecek bir şeyler bulabilmek için istemsizce ve sürekli gözlem hâlinde olduğumu söylemeliyim. Empati ve gözlem: Yazmaya devam edebilmek için okumadan sonra elimdeki en önemli araçlarım. Sonrası bir masa, bir not defteri ve bilgisayar. Bir de yanımda kimsenin olmaması gerekiyor, yazma alışkanlığından sayılırsa bunu da ekleyebilirim. 

Son olarak yazmanın kendisi benim için iyileştirici ve tamamlayıcı bir eylem. Rahatsız etmeyen, huzur kaçırmayan hiçbir durumun edebiyata, sanata konu edilebileceğini sanmıyorum. Yazmak ile ilgili konuşurken hep bahsettiğim gibi, içimde koca koca delikler, zihnimde derin boşluklar hissederek başladım; bunun bir iç döküşten öteye gidebilmesi için nasılını öğrenmeye karar verdim. Merak beni hem ayakta tutuyor hem de bir kurtçuk gibi içimi kemiriyor. Hiçbir duyguyu akışına bırakamamak, belki dolmayacak boşlukları inatla doldurmaya çalışmak, soruların cevaplarını bulamayınca kitaplarda ve yazmakta aramak içimde hem bir savaş hem de bir iyilik hâli yaratıyor. Bundan besleniyorum ve belki de bu sayede daha iyi hissediyorum.

Günay Çetao Kızılırmak 
“İlk taslağı ortaya çıkarırken insan bir büyünün esiri gibi hissediyor.”

Günay Çetao Kızılırmak’ın Köstebek Yolları; şehrin ve yaşamın düğümlerini çözüp insanı bulmaya, görmeye çalışan hikâyelere kapı aralıyor.

İlk kitabının hikâyesi:

Öyküleri yazmaya 2018’de başlamıştım. Oldukça hedefsiz, huzursuzluğumu biraz dindirmek amaçlı bir yazma süreciydi. Birikmiş öfkelerim ve gözlemlerim varmış, yazarken anladım. Bunları yayımlatmayı değilse de bir bütün hâline getirmeyi istedim. 30 kadar öyküden 11’i benim eleğimden geçti. Bunların mükemmel olduğunu düşünmedim ve iyi olmalarıyla yetinmeye karar verdim – yazmayı sürdürebilmek için. İletişim, dosyayı yolladığım ikinci yayıneviydi. Çevirmen olduğum için beni tanıyorlardı ve ne yazdığımı merak etmiş olmalılar. Bu avantaj sayesinde çok beklemeden “olur” aldım. Benim durumumda bu az beklemişlik iyi oldu çünkü kolayca vazgeçebilen, küsebilen biriyim. Basılması daha uzun sürdü – ben kışın yollamıştım, kitap ağustosta yayımlandı. Yayınevlerinde sanırım az editör çalışıyor ve size sıra gelmesi için beklemeniz gerekiyor ama artık basacaklarını bildiğim için içim rahattı. Yani benim kitapla işim bu yıl şubatta falan bitmişti aslında. Ağustosta yayımlandığında yeni bir macera ve heyecan başladı. Genel olarak hep heyecanlı bir süreçti. Yaptığım işle ilgili kendi değerlendirmem her gün değişiyordu – bu yüzden yorum almaya çok muhtaçtım. Her yorum da çok heyecanlandırdı ve dengemi bozdu aslında. Normalliği özledim. 

Hikâye anlatmanın büyüsü ile insanı çepeçevre sarışı, bazen nefessiz bırakışı arasında ince bir çizgi olduğunu düşünürüm. Bu dengeyi korumak üzerine sen neler söylersin, hikâyelerinin tonunu neler belirler?

İlk taslağı ortaya çıkarırken insan bir büyünün esiri gibi hissediyor. “Bunu ben mi yazdım, böyle düşündüğümden haberim bile yoktu.” diyorum bazen. Sonraki çalışmalar daha ayık bir kafayla yapılıyor; ayıldıkça, ilk sersemlemenin arızalarını gidermeye çalışıyorsunuz. İşçilik kısmı acemi bir yazar için en zor kısmı sanırım işin. “Çok iyi.” diyerek ısrar ettiğiniz bir ayrıntının, hikâyenin orta yerinde alakasız sırıttığını veya orijinal sandığınız bir “buluş”un genel geçer bir izlenim olduğunu fark etmeniz zaman alıyor. Ve bir tür olgunlaşma gerektiriyor; “Ben böyle yazacağım, anlaşılmazsa anlaşılmasın.” diye tutturmayı bırakıp, “Yazık, bunları insan okuyacak, biraz açayım şurasını.” noktasına varmak gerekiyor – benim böyle bir yolu yürümem gerekti. Yine de puslu ve bulanık kaldı yer yer. Hikâyelerin genelde hüsran ve hüsranla baş etme ekseninde ilerlediğini, kitap basılıp da elime geçince fark ettim. Baş ederken de kahrolma ve gülüp geçme arasında gelgitler oluyor. Epeyce dengesiz ve salıntılı buluyorum öykülerdeki ruh hâlini. 

Fotoğraf: Emre Tarduş
Mertcan Karakuş
“Hafıza yaşayan, dolayısıyla sürekli değişen bir sistem. Yazı tam olarak öyle değil.”

Mertcan Karakuş’un Yüzen Küçük Şeyler’i; geçmişle bugün, hatıralarla rüyalar arasında gidip gelen, günümüz İstanbul’unun sokaklarında, underground ve kalburüstü ortamlarında mekik dokuyan yarı fantastik bir anlatı. 

İlk kitabının hikâyesi:

Kaygılar, kaygılar… Yalnızca yazmaya odaklanmam gerektiğini, geri kalanları zamanı gelene kadar düşünmemeyi öğrenmekte çok zorlandım. Kuir karakterleri, kuir bir dünyayı anlatıyordum. Bunun, yayınlatma aşamasında nasıl bir dezavantaj olacağını biliyordum. Otosansür sebebiyle çoğu yayınevinin elinin tersiyle itivereceği bir romandı benimki. Süreç hakkında az çok bilgisi olan herkesin ağzında bir “Tanıdık bulman lazım.” cümlesi vardı. Tanıdık olmayınca değerlendirmeye bile alınmıyormuş çoğu dosya. Bitirince yeni yazarlara fırsat verdiğini bildiğim büyük bir yayınevine gönderdim. Cevap alamadım. Sonrasında politik hassasiyetleri olduğunu bildiğim Ardis‘e gönderdim. Ahmet, sağ olsun, yerinde yönlendirmelerle romanı bir kitap yaptı. Ardis’in ilk değerlendirmesiyle kitabın çıkması arasında, çok sağlam bir ortak dil oluşturabilmiş olmamıza rağmen yaklaşık on ay gibi bir süre var.

Bir söyleşinden hafızanın bölük pörçük yapısının; sürekli değişen, insanın elinden sabun gibi kayan hâlinin senin için yazmakla benzer hislere yol açtığını biliyorum. Peki anılarına yeniden bakar gibi, cümlelerini tekrar inşa etmek istediğin olur mu, onların dayalı döşeli hâle geldiğini nasıl anlarsın?

Hafıza yaşayan, dolayısıyla sürekli değişen bir sistem. Yazı tam olarak öyle değil. Bir süre sonra tekrar baktığınızda teknik olarak aynı kalıyor ama bu sefer de bakan aynı olmuyor ya da yazının yazıldığı zaman değişmiş oluyor. Mevzubahis süre bazen bir saniye bile olabiliyor. Yazdıklarım üzerinde çok fazla oynuyorum. Aynı şeyi anlatan bir cümleyi kurmanın binbir farklı yolu var. Bir kelimenin eş anlamlısını kullandığınızda ya da bir noktalama işaretinin yeri değişince bile o cümlenin etrafındaki anlam evreni değişebiliyor. “Bu artık tamam.” diyebilmem için o cümlenin bütün metin içindeki yerinin doğruluğuna ikna olmuş olmam lazım. Ancak o zaman o cümleyle işim bitiyor. Anılarla da ilişkimiz böyle sanırım. Geriye dönüp baktığımızda o anının bütün hikâyemiz içindeki yerini yalnızca belirlemiyoruz, kurguluyoruz da. İkisinin benzerliği buradan geliyor, sanıldığı gibi sabit yapılar değiller.