I'm A Virgo: Boots Riley'nin sürreel gerçekçiliği

Yazı: Utkan Çınar

Boots Riley’nin adını ilk defa Street Sweeper Social Club’da duymuştum. Bir arkadaşımın verdiği NINJA 2009 Tour Sampler EP’sinde. Nine Inch Nails ve Jane’s Addiction’la çıkacakları turne kapsamında yayımlanmıştı. Grubun gitaristinin Tom Morello olması da daha ilgi çekiciydi tabi. O yıl kendi isimlerini taşıyan, Rage Against The Machine nağmeli bir albüm çıkarmışlar, ardından 2010’da da keyifli bir “MIA – Paper Planes” cover’ı da içeren The Ghetto Blaster EP’siyle işlerini sonlandırmışlardı. Riley’nin müzik kariyeri aslında çok daha geriye dayanıyor. 90’ların başından 2012’deki son albümlerine kadar grubu The Coup ile muhalif rap konusunda iyi işler çıkarmış, iyi bir söz yazarı ve ruhlu bir MC olduğunu söylemeli. 

Ağustos 2009, Street Sweeper Social Club – Fairplex, Pomona, California konseri

Aktivist bir anne babanın çocuğu olan ve çok genç yaşlarda politikayla ilgilenmeye başlayan Riley, müzik kariyerine ara verdikten uzunca bir süre sonra 2018’de, The Coup’un son albümüyle de aynı adı taşıyan Sorry To Bother You isimli filmle çıkageldi. Filmde yalnızca ABD’deki sistemik ırkçılığa gerçeküstü bir alaycılıkla girişmiyor; antikapitalist mesajlar ve işçi sınıfının bir aradalığı üzerine çağrılar yapıyordu. Genelde Amerika’da ideolojik anlamda yakın bulduğum işlerin bile çoğu zaman “Land of the Free” (Özgür Dünya) mitinin ağlarına takılarak suya tiritleşmesinden hazzetmezdim. Sorry To Bother You bu alanda kesinlikle sözünü sakınmıyordu. Yine o dönem Siyah kültürün başat işlerinden olan Atlanta’dan ve gene son dönemin yetenekli ismi ve işleriyle kendinden söz ettirmeyi iyi bilen Jordan Peele’ın ilk filmi Get Out’tan bildiğimiz, tanıdığımız Lakeith Stansfield’in başrolü de buna yardımcı oluyordu. Black Lives Matter hareketinin güçlendiği bu dönemde bir film daha dikkat çekti. Spike Lee’nin BlacKkKlansman’ı. Lee’ye hürmetten ilk onun filmini izlemiş, gitmesi gereken yerlere yeterince gitmediğini, yukarıda bahsettiğim dertlerden muzdarip olduğunu düşünmüştüm. Riley de Lee’nin filmini eleştiren bir makale yayımlamıştı; özellikle filmin “gerçek olay” vurgusundaki sorunları ve polisin olduğunda fazla “iyi” gösterilmesi üzerine.

Kendisinden yine bir film beklerken bir diziyle çıktı karşımıza Riley: Amazon Prime’da yayımlanan 7 bölümlük I’m a Virgo (Ben Başak Burcuyum). Aşırı iri bir bebek olarak doğan ve 19 yaşında boyu 4 metreye varan*, bu hilkat garibesi hâli yüzünden de ailesi tarafından insan içine çıkmasına izin verilmeyen Cootie’nin hikâyesi.  Başlardaki estetik Michel Gondry’nin Be Kind Rewind’ını; medya, reklam estetiği ve distopik vurgularıyla, Paul Verhoeven başyapıtı Robocop’u anımsatıyor. Dizinin genç kitleye özellikle hitap etmeye çalıştığını da söyleyebiliriz. Ekranlarla büyüyen evdeki çocuklar, oradan pompalanan statüko’ya hayran oluyor; muhalifliğin sokakta yaşadığını Cootie’yle beraber izleyici de öğrenmeye başlıyor. Cootie’nin ergenlik sonrası hayatın hem gerçekleriyle hem de zevkleriyle ve sistemin adaletsizliği yüzleşmesini izliyoruz.

Riley’nin en büyük başarısı konuyu sadece Siyah hakları konusundan sistem sorununa devşirebilmesi. Biri düzelmeden diğerinin de düzelemeyeceği mesajını veriyor. Buna hak vermemek mümkün değil. “Sistemin işine yarayan azınlık konusu” da belirgin. Pazarlanabilir bir özelliğiniz varsa teninizin rengine bakılmıyor. Bununla beraber hem 4. hem de son bölümde Michael Moore-vari bir didaktiklik giriyor işine. Kapitalizm, sağlık sistemi ve işi halkı korumaktan yerleşik düzenin varlıklarını korumaya dönüşmüş kolluk kuvvetleri eleştirisi biraz kör göze parmak işlenmiş. Ama doğru şeyler de söylüyor tabii. Sinizme kaçmamaya özen göstermek de bunun bir nedeni belki de. “Kötü adam-süper kahraman” dilemmasına da güçlü argümanlarla değinilmiş. Bu arada hedef kitlenin dizideki baş karakterler gibi gençlik olduğunu hissediyorsunuz.

Bir eleştiri de belki ritmi üzerine olabilir. Farklı uzunlukta bölümler biraz sallantı yaratıyor. Aynı anda çok şey yapmaya çalıştığını da söyleyebiliriz. Biraz budanıp film olur muymuş? Buna “evet” demek mümkün. Bir yandan da yine de her sahnenin, her diyaloğun da özenle seçildiği duygusunu da alabiliyorsunuz. Edebiyatı sağlam.

Dizinin sinematografı Steve Annis’i ise yine bu sene Willem Dafoe’lu Inside isimli filmde çıkardığı iyi işle duymuştuk. Burada da bakması güzel bir şehir dokusu yarattığını söylemeli. O da takipte kalınması gereken isimlerden artık. Müzikler ise hem seçilen şarkılar, hem de Tune-Yards’dan bildiğimiz, keyifle dinlediğimiz ve Sorry To Bother You’da da beraber çalıştığı Merrill Garbus ve Nate Brenner’ın yoğun ses paletiyle dizinin oldukça dolu dolu bir parçası. Başta bu yoğunluk alışılmışın dışında gelse de müziğin bu kadar baskın olması fena işlemiyor. Zaten 2019’da, proje daha emekleme aşamasındayken Riley ve Garbus-Brenner arasındaki alışverişin başlaması da sıra dışı bir ortaklığın ipucu. 

Oyunculara gelirsek, Oscarlı Moonlight ve başarılı Stephen King uyarlaması Mr. Mercedes’ten hatırladığımız Jharrel Jerome, ergen şaşkınlığını biraz karikatürize şekilde üstlense de –ki bu aslında dizideki çizgi roman estetiğiyle de iyi bir uyum oluşturuyor aslında- 4 metreye yakın boyu olan birinin fiziksel dertlerini, bizim dünyamıza uyumsuzluğunu iyi kotarmış. Mike Epps ve Carmen Ejogo aile rollerinde biraz sıradan kalsalar da Epps’in şarkıları dizinin komediyi kotardığı güzel anlardan. Tiyatro kökenli Kara Young ise güzel bir keşif. Bu diziyle beraber adını daha çok duyacağımızı düşünüyorum. Dizideki beyaz karakterlerin aşinalık yaratmayan oyunculardan seçilmesi; Riley’nin eski zamanın “unutulmaya açık, önemsiz” Siyah yan karakterlerine kurnazca bir tepkisi olduğunu düşünüyorum. Komedi denince, son olarak da Walton Goggins’i anmak lazım. Son iki bölüme kadar az görünse de Steven Tyler-Jim Carrey kırması kılığıyla, karakteri tüm sahneleri dizinin ihtiyacı olan mizahıyla doldurmuş. Neredeyse kendi dizisine bile sahip olacak kadar etkindi. (Bu arada, çok adı duyulmasa da birkaç yıl önce yer aldığı iki sezonluk Vice Principals’ta zincirlerinden boşanmış bir Goggins’in bir komedi efsanesi olabileceğini de gördük.) En büyük kahkahayı ise Bill Cosby sesli yapay zekâ asistanı attırıyor.. 

Boots Riley son dönem Siyah sinemanın kanımca en keskin zekâlı ismi. Jordan Peele ve Donald Glover’a da haklarını teslim ederek; yeni işlerini en çok merakla beklediğimiz isim olmaya devam edecek gibi. 

Dizi boyunca karşımıza çıkan “yan ürün” Parking Ticket isimli çizgi film ise Ren &Stimpy kıvamındaki absürt gerginliğiyle dikkate değer. “Kaderin sarmalı, en güçlü olanların üstünde bile ne kadar kırıcı ve zalim” gibi sözler geçen bir çizgi film her kuşağa önerilir. Boi-oi-oi-oi-oing!


*Dizinin yayımlandığı sıralarda NBA Draft’ında bir numaradan seçilen ve basketbol tarihinin en büyük potansiyellerinden biri olarak gösterilen 2.24 boyundaki ve 2.45 kulaç açıklığı olan dev Victor Wembanyama’yı da I’m A Virgo ile eğlenceli bir paralellik olarak eklemeli.