Yaşamla ilgili her şey: İşçi Filmleri Festivali'nin geçmişi ve bugünü

Röportaj: Marlene Janke - Fotoğraf: Zeynep Yüksel

20. yılını kutlayan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, 11 Mayıs’a dek İstanbul, Ankara ve İzmir’de devam ediyor. Kuruluşundan bu yana festival; işçiler arasında uluslararası bir diyalog alanı ve emek, mücadele ve dayanışma temelli hikâyelerin anlatıldığı bir platform olarak konumlandı. Hiçbir sponsoru, yarışması olmayan ve tamamen gönüllüler tarafından organize edilirken, bu yaklaşımıyla kolektif şekilde düzenlenen kültürel projelerin potansiyelini de gösterdi.

Festivalin kurucu gönüllülerinden biri olan yönetmen Özgür Balcı, başından beri işin içinde yer alıyor. Programlamadan film seçimine, tanıtım materyallerinden gösterimlerin organize edilmesine kadar yaptığı işler, festivalin yatay yapısını yansıtıyor. “Bu, filmle yapmak istediğim işin tam olarak karşılığı,” diyen Özgür Balcı ile festivalin doğuşunu, evrilen yapısını ve onu 20 yıl boyunca şekillendiren politik vizyonu konuştuk.

Bu yıl ilk kez gönüllü olan Zeynep Yüksel, konuya farklı bir bakış açısı katıyor. Festivalin medya ekibine katılan Yüksel’den de neden gönüllü olduğunu ve festival deneyiminin zaman içinde nasıl geliştiğini dinledik.


Zeynep Yüksel ve Özgür Balcı
Özgür Balcı yanıtlıyor:
“Filmleri şehir merkezlerinden uzak yerlere götürüyoruz. Küçük köylerde, gecekondularda, tarım işçileri için tarlalarda film gösterimleri yaptık. Anlatılan hikâyeleri, o hikâyelerin sahiplerine ulaştırmak istiyoruz.”

Festivalin ortaya çıkışında belirleyici olan koşullardan biraz bahseder misin? Kuruluşuna ilham veren özel bir an ya da etkileşim oldu mu?

Festivalin kuruluşunun arkasında iki temel neden var. İlki ve daha basit olanı, 2000’li yılların başında sendikalarla ilişkili Türkiye’den bir grup arkadaşın Güney Kore’yi ziyaret etmesi. Orada “işçi filmleri festivali” formatıyla karşılaştılar ve söz konusu formatın, aslında 1994 yılında San Francisco’da emek odaklı ilk film festivali ile başladığını öğrendiler. O zamandan beri bu model, dünyanın farklı yerlerinde çeşitli gruplar tarafından benimsenip yeniden üretildi. Nihayetinde Türkiye’deki grubun uluslararası ağa katılmasına ve bu konseptin yerel bir örneğini Türkiye’de başlatmalarına yol açtı.

İkinci neden ise daha politik bir arka plana sahip. 1980’lerden sonra Türkiye’deki neoliberal dönüşüm, işçilerin yaşamlarını ciddi şekilde etkiledi. Dönüşüme karşılık olarak, yaşam tarzı neoliberal sistem tarafından tehdit edilen insanların anlatılmamış hikâyelerine ışık tutmak temel bir hedef hâline geldi. Festival de bu sesleri yükseltme ve onların mücadelesini görünür kılma amacı taşıyor.

Geriye dönüp baktığında, festivalin bu değerlere ne kadar sadık kaldığını düşünüyorsun?

Başlangıçta umduğumuzdan çok daha fazlası oldu. O zamanlar tamamen gönüllülüğe dayalı bir festival organize edebilir miyiz, emin değildik. Daha da önemlisi, bunu sürdürebilecek miyiz, ondan da emin değildik. Burada kimse profesyonel değil ve kimse lider değil. Tamamen yatay bir yapı var ve hiç kimse yaptığı işten para kazanmıyor. Festivalin aldığı tek mali destek, bazı temel masrafları (örneğin baskı ve mekân) karşılayan sendikalardan geliyor. Normal bir film festivalinin bütçesinin yaklaşık yüzde biriyle düzenlenen bir festival bu. Yıllar içinde çok genişledi de. Başlangıçta sadece üç şehirdeydi, şimdi 25’ten fazla yere ulaşıyor.

Tamamen gönüllüler tarafından organize edilen, bir sponsoru olmayan, tüm gösterimlerinin ücretsiz olan ve kapsamında yarışma barındırmayan yapısıyla, festivalin hangi değerleri yansıtmaya çalıştığınızı kısaca açıklayabilir misin?

Birçok sanatsal girişimin temel problemi bağımsızlıktır; hem ekonomik bağımsızlık hem de editoryal özgürlük. Biz gönüllü çalıştığımız için ne göstereceğimiz konusunda son derece özgürüz. Özellikle Türkiye gibi bir ülke için çok önemli bir şey bu. Son 20 yılda Türkiye’deki tüm diğer festivallerin, mali bağımlılıklar nedeniyle editoryal özgürlük konusunda birçok kriz yaşadığını gördük. Her şeye müdahale edildi.

İstanbul Film Festivali, bu yılki programında “Neredesin Aşkım?” bölümüne yer vermedi ve birçok kişi, bunu sanatta kuir temsile yönelik artan baskının bir yansıması olarak gördü. Geçen yılki katalogda KuirFest’in yasaklanmasına değinmiş ve genel olarak artan sansür ortamına dikkat çekmiştiniz. İşçi Filmleri Festivali sponsor ya da kurumsal etkilerden bağımsız olsa da sansürle nasıl karşılaşıyor ya da başa çıkıyor?

Sponsor desteğine bağlı olmasak da devlet bizi yine sansürleyebiliyor. Örneğin, Türkiye’de yasaklanan Kanun Hükmü belgeselini programımıza aldık. Bu film, Antalya’daki Altın Portakal Film Festivali’nin iki yıl önce iptal edilme nedeniydi. Barış bildirisi imzaladıktan sonra mesleki ve kamusal yaşamdan silinen insanların hikâyesini anlatıyor. Bölge valiliklerinden bize bu filmi gösteremeyeceğimize, tartışamayacağımıza ve hatta adını bile anamayacağımıza dair yazılı uyarılar geldi. Her ne kadar yapımcılarla dayanışma içinde olsak da filmi gösteremedik. Sonrasında diğer gösterimlerimiz ise polis tarafından takip edildi.

Başlangıçta festivalin sürdürülebilir olacağından emin olmadığınızdan bahsettin. Gönüllü emeğine olan bağımlılığın ötesinde, az önce bahsettiğiniz türdeki zorluklar da bu şüpheleri artırmış olabilir. Sizce tüm bu yıllar boyunca festivalin devam etmesini mümkün kılan şey ne oldu?

İlk neden, bu topluluğa katılan insanların çok emek vermesi. Bu işi, kendi işlerinden çıktıktan sonra yapıyorlar. Kimsenin sabit bir pozisyonu olmadığı için sürekli bir devinim var. Bu da bazı zorluklar getiriyor –bazen bir işe başlayan kişi, onu tamamlamıyor. Bu geçmişte krizlere neden oldu. Sadece İstanbul’da bile muhtemelen iki binden fazla kişi bu süreçte yer aldı. Ama burada bir “sihirli numara” var: Festivalin nasıl oluşturulduğuna, taşıdığı değerlere inandığımız için bu işi yapıyoruz. Yaşanan krizlere rağmen bizi motive eden şey, bizzat festivalin kendisi. Festival ücretli olsaydı ya da sponsorlar olsaydı, pek çok kişi çoktan bırakmış olurdu belki de. Ama oluşumun radikal fikirleri, onu sürdürülebilir kılan bir tutkuyu beraberinde getiriyor.

20. Uluslararası İşçi Film Festivali açılış töreninden.

Sırrı Süreyya Önder, 20 yıl önce İşçi Filmleri Festivali’nin açılış gecesinde kendisine ödül takdim edilirken “Dünyanın en güzel isimli festivali” ifadesini kullanmıştı. Vefat haberinin ardından festival kendisini anan paylaşımlar yaptı ve Önder’in anısını yaşatmak için bu geleneği kararlılıkla sürdüreceklerini belirtti. İşçi Filmleri Festivali açısından Sırrı Süreyya Önder nasıl bir anlam ifade ediyor?

Sırrı Süreyya Önder hayatını sinemadan şiire, yazarlıktan sanata, siyasetten insanlığa ve tabiata dair her çaba ve değerden öte anlamlarla yaşamış ve 62 yıllık maalesef kısa ömrüne, sıradanlıklarımızın bizi hapsettiği sınırlar bağlamında düşünürsek, belki de 300 yıllık bir hayatı sığdırmış büyük bir yürekti. Kelâmın ustasıydı. Onun arkasından edilecek kelimeler ne yaparsak yapalım düz ve renksiz kalacak gibi geliyor insana.

Hayatı 360 derece gören, hisseden, var eden ve coşkuyla yaşayan bir insan oluşu; festivaldeki her arkadaşıma -onlar adına bunu ifade etme cüreti göstermek istiyorum bu bağlamda- hem insani olarak dokunmuş, etki etmiştir hem de sinemaya, söze kattıkları açısından görünmeyenlerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin acılarına, umutlarına ve hayallerine dair mesaisiyle ve bu değerler ve konular eksenindeki sanatsal üretimleri ile de festivale doğrudan katkı sunmuş, ilham vermiştir. Açılış gecemizdeki sözü, sözün içindeki dostluk ve tebessüm; hiç unutmayacağımız bir anı olacak bizim için.

Bu yıl festival haftamızda Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel filmi için özel gösterimler yaparak onu anmak, vedamızı bu şekilde yapmak istedik. Salonlarda buluşmak üzere.

Bu yıl 20. yaşını kutlayan festivalin, bugün Türkiye’nin kültürel manzarasında nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsun?

İlk yıl, festivalin çerçevesine uyan 20 yerli filmi zar zor bulabilmiştik. Başvuru yapılmamıştı, biz araştırıp davet etmek zorunda kalmıştık. Şimdi ise yaklaşık 600 başvuru alıyoruz. Elbette bu tür filmlerin daha fazla yapılmasının birçok nedeni var. Ama bunda bizim de payımız olduğunu düşünüyorum. Bu tarz hikâyelere bir alan sunduk ve bu da başkalarını cesaretlendirdi. 

Ayrıca sponsor olmadan, yarışmasız, kolektif bir çalışmayla nelerin mümkün olduğunu gösteren bir örneğiz. Birçok festival şehir merkezlerine odaklanırken, biz filmleri şehir merkezlerinden uzak yerlere götürüyoruz. Küçük köylerde, gecekondularda, tarım işçileri için tarlalarda film gösterimleri yaptık. Anlatılan hikâyeleri, o hikâyelerin sahiplerine ulaştırmak istiyoruz. Son yıllarda özellikle belediyeler tarafından düzenlenen bazı festivallerin benzer şeyler yapmaya başladığını gördük.

O zamanlar bu filmlerde hangi özellikleri arıyordunuz? Bugün festival programında yer alan filmlerde yansımasını gördüğünüz şey nedir?

Yerli filmler de gösteriyoruz, yurt dışından gelen filmler de. Her iki durumda da genellikle kenarda kalmış, fark edilmemiş yapımları seçiyoruz. Her filmi Türkçeye çeviriyoruz, böylece izlenebilir olmalarını sağlıyoruz. Uzun bir süre boyunca, bu kadar geniş bir film yelpazesini izleyip çeviren bir ekibimizin olmasına birçok film festivali şaşırıyordu. Festivalin adı “İşçi Filmleri Festivali”. Bu ismi duyan çoğu insan, klişe şekilde sadece fabrikada çalışan işçilerin hikâyelerini anlatacağımızı sanıyor.

Ama konumuz sadece fabrika işçileri değil. Bu “360 derece işçilik” –yani yaşamla ilgili her şey– sadece iş yeri değil. Ve işçi derken sadece fabrikadakileri kastetmiyoruz; geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan herkes bu kapsama giriyor.

Ayrıca cinsiyet, göç, LGBTİ+ meseleleri, ekoloji ve savaş gibi yaşanan mücadelelere dair her tür filmi de dâhil ediyoruz.

Bu tür filmlerin daha yaygın hâle geldiğini düşünmenin nedenini biraz daha açabilir misin?

Teknoloji gelişti, bu yüzden artık film yapmak daha kolay. Düşük bütçeye sahip kişiler için daha erişilebilir hâle geldi ve bu da çok popüler olmayan hikâyeleri anlatmak isteyenlere cesaret verdi. Türkiye’de artık daha fazla kişi film yapıyor çünkü daha fazla okul var. Herkes sinema okumamış olsa da artık sinema eğitimi almak için daha fazla fırsat var. Bunun sonucunda sektörde daha fazla profesyonel oluştu ve sinema dünyasıyla çalışarak tanışmış daha fazla insan da var. Yani Türkiye’de daha fazla yönetmen var. Aynı zamanda daha fazla izleyici var; farklı hikâyelere ilgi duyan insanlar çoğaldı. Sosyal medya da bu konuda büyük bir rol oynadı ve YouTube gibi platformlar birçok yönetmene yardımcı oldu.

Yani belirli bir sanatsal yaklaşımı önceliklendirmediğinizi, daha ziyade anlatılan hikâyelere odaklandığınızı söyleyebilir miyiz?

Tarza da bakıyoruz elbette. Ama özellikle belgesellerde bazen hikâye o kadar önemlidir ki çekim şekli ideal olmasa da filme değer katar. Bu, film seçimi yaparken en çok tartıştığımız konulardan biri. Sıklıkla karşımıza çıkan durum var ki bir film önemli bir hikâye anlatıyor olsa da sinematik olarak yeterince güçlü olmayabiliyor. Bazen de yönetmenin asıl derdinin bir film yapmak olmadığı, sinemasal değerin sürece dâhil edilmediği hissediliyor. Yani mesele sadece bir filmin yüksek ya da düşük kalitede olması değil.

Festival kataloğunun giriş bölümü, bu yılki festivalin gerçekleştiği çerçeveyi özetliyor. Programdaki bazı filmleri öne çıkarmanın yanı sıra bu yılın çocuklara odaklandığını duyuruyor –çocuk işçiliğine, yoksulluğa ve çocuklara yönelik şiddete karşı bir duruş. Bu meseleye neden özellikle bu yıl odaklanma kararı aldınız ve bu özel seçki nasıl bir araya geldi?

Neoliberalizmin yükselişi, süregelen savaşlar ve Türkiye’nin göçmenler ve mülteciler için bir geçiş noktası olması nedeniyle çocukların en çok etkilenen gruplardan biri olduğunu gördük. Çocukların sağlık, eğitim, oyun ve güvenlik gibi birçok hakkı var ama bu hakların çoğu ellerinden alınmış durumda. Yaşlarının çok ötesindeki sorunlarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Elbette geçmiş festivallerde de çocuklar hep odağımızdaydı ama bu yıl onlara adanmış özel bir seçki yapmaya karar verdik. Bu meseleyi daha güçlü bir şekilde vurgulamak istiyoruz, özellikle de bu kadar çok çocuğun yerinden edildiği ve temel haklarından mahrum bırakıldığı bir dönemde.

Festival kataloğu aynı zamanda festivali mevcut politik bağlam içinde açıkça konumlandırıyor. Filistin halkıyla dayanışmasını yineliyor. Aynı zamanda iç politikaya da değinerek Ekrem İmamoğlu’nun hapsedilmesini kınıyor ve politik baskılara karşı duruşunu gösteriyor. Bu tür açıklamaları festivalin geleneğinin bir parçası olarak mı görüyorsunuz yoksa mevcut ortamda daha açık konuşma ihtiyacı mı doğdu?

İşçi Filmleri Festivali her zaman politik bir odak taşıdı. İster açılış konuşmaları, ister tartışma temaları, film seçimleri ya da sosyal medya kullanımı olsun; politik görüşler editoryal çalışmalarımızın bir parçası. Geçen yıl Filistin başlıca odak noktamızdı. Bu yıl da hâlâ gündemimizde ve oradan gelen filmler bizim için önemini koruyor. Ama elbette mart ayından bu yana olanları görmezden gelemezdik, bu da bu yılın odağının bir parçası hâline geldi. “Hak, hukuk, adalet”. Bu sözler festival içinde sürekli tekrar edilen ve ana ekseni oluşturan sözler. Ne yapıyorsak, bunun merkezinde bu değerler var.

Festival politik duruşu tutarlılığını korumuş olsa da son 20 yılda ne şekilde evrim geçirdi?

Festivalin yapısı sürekli değişiyor, böylece sürdürülebilir kalabiliyoruz. Ne yaptığımızı sürekli sorguluyoruz ve yenilenmesi gereken ne varsa yeniliyoruz. Örneğin birkaç yıl önce etik bir çerçeve oluşturduk; birbirimizle, dış dünyayla ve iletişimimizde nasıl davranacağımıza dair bir yol haritası çizmek gibiydi. Büyük bir kolektifiz. Bu yüzden ilişkilerimizin yatay olmasını, farklı gruplar arasında herhangi bir otorite yapısının oluşmamasını istedik. Bu, toplumsal cinsiyet eşitliği, roller arası eşitlik ve özellikle toplantılarda kullandığımız dili kapsıyor. Katılımcılar üzerinde baskı yaratmayan, kapsayıcı bir dil istedik. Elbette her şey her zaman işe yaramıyor. Bazen yeni bir şey deniyoruz ama işe yaramıyor, sonra konuşup değiştiriyoruz. Teknoloji de çok değişti, özellikle sosyal medya sayesinde. Bugün festivali organize etme şeklimiz, 20 yıl öncesine göre tamamen farklı.

Az önce gösterimleri köylere, hatta tarlalara götürme pratiğinden bahsettin. Bu gösterimleri yalnızca izleyici açısından değil; politik örgütlenme açısından da kolektif bir pratik alanı olarak nasıl görüyorsunuz?

Festivalimiz için -ve şahsen benim için- en önemli şeylerden biri fiziksel olarak bir araya gelmek. Bu filmler ve anlattıkları hikâyeler; benzer sorunlar yaşayan, dünyadaki bazı şeylerden aynı rahatsızlığı duyan insanları bir araya getiriyor. Ve elbette gösterimler insanların öfkesini, kırgınlığını ya da değişim isteğini ifade edebileceği bir alan yaratıyor.


20. Uluslararası İşçi Film Festivali açılış töreninden.
Zeynep Yüksel yanıtlıyor:
“Sinemanın estetik kaygılardan bağımsız bir şekilde yansıtılacak gerçeklik için köprü olabileceğini; insanları bir araya getirebilecek bir ortak değer, paylaşım alanı olduğunu anladım.”

Kendini ve festivaldeki görevini kısaca tanıtabilir misin? İşçi Filmleri Festivali ile ilk olarak nasıl tanıştın?

Ben Zeynep Yüksel. Mühendislik öğrencisiyim ve bu sene ilk defa İşçi Filmleri Festivali’nde gönüllüyüm. Daha çok tanıtım ve medya tarafında görev almaya çalıştım. Festivalin adını ilk defa arkadaşım ve aynı zamanda gönüllülerden olan Aslı sayesinde duydum. Sonrasında tesadüf eseri Instagram’da karşıma gönüllü arandığıyla alakalı bir ilan çıktı ve “Bu, şu anda benim karşıma çıktıysa bir sebebi vardır.” diyerek başvurdum.   

Bu yıl festivale gönüllü olarak katılma motivasyonun neydi?

Aslında her zaman böyle güzel kültür – sanat etkinliklerinde yer almayı çok istedim, ama hiçbir zaman fırsatım olmadı. Festivale kabul edilince inanılmaz mutlu oldum. Politik açıdan belli bir duruş sergilemeleri, dayanışmayı esas almaları ve önemli değerleri temsil etmeleri; özellikle de içinde bulunduğumuz bu dönemde beni derinden etkiledi. İşçi Filmleri Festivali’nin sadece sanatı değil; aynı zamanda siyasi duruşu ve insan hakları temsiliyetiyle de güzel temennilere dayanması, ona olan bağlılığımı daha da güçlendirdi.

Gönüllü olmak; emek, sinema ya da politik örgütlenme konusunda bakış açını herhangi bir şekilde değiştirdi mi?

Bir parçası olmak bana çok şey kattı öncelikle. Hiç görmediğim insan profilleriyle karşılaştım ve hepsinden öğrenecek çok şey olduğunu anladım. İşçilerin, emekçilerin ve sömürülen bütün çalışanların durumunun aslında ne kadar kritik ve çarpıcı olduğuna çok daha yakından tanık oldum. Bu bağlamda, sinemanın estetik kaygılardan bağımsız bir şekilde gerçeklik için köprü olabileceğini; insanları bir araya getirebilecek bir ortak değer, paylaşım alanı olabileceğini anladım. Birlikteyken insanların güç kazandığını ve işlerin kolaylaştığına da şahit oldum. 

Festival, kendini alternatif bir film festivali olarak tanımlarken, sence nasıl bir imaj ya da ses ortaya koymak istiyor?

Festivalin amacı, sesini baz aldığı işçilerden ilerleyip haksızlığa uğrayan bütün canlıların hakkını savunmak ve bu bastırılmış sesleri yankılamak.

Ticarileşmemiş ve rekabete dayanmayan bir festivalin değerlerine sadık kalarak medya temsiline nasıl yaklaşıyorsun?

Medya birimi tarafında yapılan eserler zaten gönüllülük esasına dayalı kişiler tarafından tasarlandığı için festivalin ruhunu güzel şekilde betimlediğini düşünüyorum. Ayrıca temsil edilen değerlerin sanata ve medyaya çok farklı yansıyabileceğini de medya kısmı göstermiş oldu.

Festivalin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak ile radikal kimliğini korumak arasında — özellikle görsel ve söylemsel temsilde — bir gerilim oluyor mu?

Açıkça belirtmek gerekirse İşçi Filmleri Festivali olduğu sürece ana duygusu ve hissiyatının kaybolmayacağına inanıyorum. Bu fikirleri ve düşünceleri kime ne kadar çok anlatıp bir fikir çatışması yaşatılırsa bence asıl o zaman amacına ulaşır gibi. Eriştiği sayıların çokluğundan ziyade daha çok o duyguyu iletmektedir sanki.

Medya çalışmaları da kolektif mi yürütülüyor? Sloganlar, paylaşımlar ya da görsel dil gibi kararlar nasıl alınıyor?

Her şey ortak bir emek süreci sonucunda ortaya çıkıyor, yapılan eserler ve alınan tüm kararlar ortak beyin fırtınasının sonucunda doğan şeyler. O yüzden ortaya çıkan şeyler, yeni doğan bir bebek gibi sevilip kucaklanıyor ve bu bebek, festivalin en güzel temsilcisi.

Bu yılki programda seni özellikle heyecanlandıran bir film, etkinlik ya da bölüm var mı?

Ben genel olarak festivalin 20. yılında oluşu ve Yeşim Ustaoğlu Retrospektifi’nin bulunması açısından çok heyecanlıyım. Pek içinde bulunmadığım, hâkim olmadığım işçi filmleri hakkında birinci elden ve etkileşimli bilgiler edinmek gözlerimi açtı gibi hissediyorum.