Evsiz sözler, çıplak hisler: Jenny Hval anlatıyor

Röportaj: İlayda Güler

Norveçli müzisyen ve yazar Jenny Hval, birbirinden farklı mecralardaki üretimlerinde; cinselliğe bakış, kapitalizm, patriyarka, kadınlık deneyimi, benlik keşfi gibi günümüz insanının üzerine uzunca düşünmesi ve ihtiyacımız olan toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilmek adına hakkında sorumluluk alması gereken türlü konuları yapıbozuma uğratıyor. Müzisyen gömleğini giydiğinde, bu yaklaşımı sonik deneyleriyle de destekleyerek ortaya, dinleyeni her açıdan çarpan, birbirinden nefis şarkılar çıkaran Hval, geçtiğimiz ilkbaharda 4AD etiketiyle Classic Objects adlı sekiz parçalık bir koleksiyon yayımlamıştı. 

Çalışma metotları, Bant Mag.’ın 2022: En iyi 100 yabancı albüm listesinde ikinci sıraya yerleşen son albümü, geçen yıl Türkçede basılan ilk romanı ve dahasına dair sorularımızı yanıtlayan Jenny Hval, 8 Şubat’ta Babylon’a uğrayacak. Biletler burada.

“Ben arada kalanım.”

Ona üretimlerini bütüncül bir perspektifle ele aldığı düşüncesiyle bakınca, Jenny için bunun fitilini ateşleyen şeyin / şeylerin ne olduğu, bunu ne gibi etkenlerin katkısıyla geliştirdiği bir merak konusuna dönüşüyor. Bir de yıllar içinde kişisel dilini nasıl inşa ettiğini bizzat kendisinden dinlemek niyetim. Pratiğini bütüncül olarak tanımlamaktan emin olmadığından ve Norveççeden “arada kalmış sandalyeler” diye çevrilebilecek bir deyimden bahsediyor; hiçbir yere ait olmamak anlamına gelen bu tabiri “evsiz bir ifade” sözleriyle tarif ediyor. “Disiplinlerarası da denebilir ama zaten disiplinlerarası olan da hiçbir yere tamamen ait değildir.” 

Yaratıcı yaklaşımının karakterini, yaptığı her şeyde eğitimsiz olmasına bağlıyor Jenny Hval. Bunu, “Ben eğitimli bir müzisyen, yazar veya başka bir sanat formu değilim. Tek bir sanat formuyla yüzde 100 ilgilenmiyorum. Ben arada kalanım. Bu her zaman böyle oldu.” diye açıklıyor. 

Onun için çalışma esnasında öncelik, anlamdansa ifadeyi bulmak. Bunu bilinçli olarak yapmadığını, aslında ne demek istediğini o buluş ânından bazen bir saat, bazen de 10 yıl sonra anladığını söylüyor. Kelimelerle arasının çokça iyi olduğunu hem şarkı sözlerinden hem de romanlarından biliyoruz; peki müzik ona nasıl keşif alanları açıyor, anlatımını ne şekilde güçlendiriyor? Yanıtı şöyle:

“En azından bugünlerde, spoken word kullandığım zamanlar hariç, genellikle söz yazmadan önce müziği vücuda getiriyorum. Sanırım müzik, başka bir biçimde yazmamı, dilin diğer katmanlarına ulaşmamı sağlıyor. Bazen bir demoda kaydettiğim belirli bir notanın veya tınının ne anlama geldiğini anlamak için çok çalışmam gerekiyor.”

Hval’in işitsel paletinde pek çok etki bulunuyor; herhangi bir müziği bir tür etiketine hapsetmek yersiz elbet ancak onun işleri çoğunlukla avangart pop çatısı altında değerlendiriliyor. Oldukça geniş bir yelpazesi olan pop hakkındaki düşüncelerini ve bu janrla hem dinleyici hem de üretici olarak nasıl ilişkilendiğini, neresinde konumlanmak istediğini merak ediyorum. 

“Evet, pop müzik yapıyorum. Bu her zaman düşündüğüm şeydi. Sadece çok popüler değil. Satmıyor.” diyor. Ona göre avangart, ortaya çıkardığı şeyden çok uzak ve bugün müzik endüstrisinin yaptığı gibi bir bağımlılık ekonomisine ait olamaz. Kelimenin genellikle bir pazarlama aracı olarak kullanıldığını ve bir cool’luk ima ettiğini düşünüyor. “Bu, genellikle tiksinti ile karşılanan gerçek avangardın tersi aslında.” diye ekliyor. Gelgelelim bir plak şirketince yayımlanan “melodik şarkılara dayalı kayıtlı müziğin” sınırları içinde veya bir miktar dışında var olabilecek şeyler çaldığı görüşünde.

“Kişisel, lineer bir ses…”

Dümeni, her dönemecinde merak uyandıran sekizinci ve son uzunçaları Classic Objects’e doğru kırıyoruz. Otobiyografik ögelerden yola çıkan bu koleksiyonda, yaratıcı electronica elementlerine sarılan incelikli sözler Jenny Hval’in meleksi sesiyle dile geliyor; ifade gücüyle ânında etkisi altına alıyor. Müzisyen tabii ki yüzeyde kalmıyor, bir bilinçaltı dalışı esnasında dinleyene kılavuzluk ediyor âdeta. Geçmişte, “Giysilerinizi tekrar tekrar çıkarıyormuşsunuz gibi hissettirdi.” sözleriyle tarif ettiği koleksiyona pandemiyle artan bireyselleşmenin ön ayak olduğunu söylemişti. Classic Objects’in, onun “kişisel” olanla bağlantısını nasıl yönlendirdiğini soruyorum.

“Kendimi çıplak hissettim çünkü daha kişisel anlatılar ve kusurlarla meşguldüm. [Eskiye kıyasla] şarkı formuna daha çok uyumlanan ve bir stüdyoda gerçek enstrümanlarla kaydedilmiş müzikler yazıyor olmam da bir sebepti. Daha akustik soundlar, seste daha az yankı. Bu sound beni soyunmuş gibi hissettirdi ve kişisel, lineer bir ses gerektiriyordu. Bu, tüm hikâyelerin hakiki olduğu anlamına gelmiyor. Ama gerçekten çıplaklar.” diyor.

Jenny Hval’in müzikal arayışlarını sürdürdüğü duraklardan biri de Håvard Volden ile güçlerini birleştirdiği Lost Girls projesi. İkilinin ilk albümü Menneskekollektivet, Bant Mag. evreninde 2021’in sevilen işlerinden biriydi; hâliyle onlardan yeni sesler duymak bizim için bir heyecan sebebi. Jenny’den, müziği bir başkasıyla ortaklaşarak üretmenin ona katkıları hakkındaki fikirlerini öğrenmek istiyorum. Beklenen soruyu da sonuna bağlamak lazım geliyor: Lost Girls evreninde bu ara neler oluyor? 

Håvard Volden ve Jenny Hval, birbirlerini 15 yıldır tanıyor, beraber yaşıyorlar; bu süre boyunca daima, birlikte müzik de yapmışlar. Jenny,  Håvard hakkında “Üzerime beklenmedik müzik biçimleri atma konusunda çok iyi.” diyor. Ona, solo işlerinde olandan farklı bir tepki vermesi gerektiği düşüncesinde; bu hâli gerçekten sevdiğini söylüyor. Lost Girls şu sıralar, sıradaki albümünün yazım aşamasında. İkili, ortaya çıkan yeni materyali yakında Oslo’da seslendirecek.

“Duyduklarımızı kabul etmeliyiz.”

Yalnız anları kazmaya geri dönüyoruz. Bu kez konumuz, Hval’in edebiyatçı kimliği. Yazdığı ilk roman olan ve ilk baskısı 2009’a tarihlenen Cennet Çürüdü geçtiğimiz martta Dilek Başak çevirisi ve Umami Kitap etiketiyle Türkçede ilk kez yayımlanmıştı. Bir kuir uyanış öyküsü olan kitap beni, duyuları sürekli canlı tutan betimlemeleriyle büyülemişti. Belki de en çok, seslerin kelimelerle ifade ediliş biçiminden etkilenmiştim. Okuyalı uzun süre oldu ama olay örgüsünü hâlâ seslere dair hafızamda kalanlardan takip edebiliyorum. Sözü, sesin hayatımızdaki yerine, onunla kurduğumuz ilişkiye getiriyorum.

“Bana göre ses (ve koku), dünyayı deneyimlemek için ilginç bir duyu çünkü kulaklarımızı, gözlerimizi kapatabildiğimiz gibi kapatamayız. Duyduklarımızı kabul etmeliyiz.” diyor Jenny. Röportaj günü Londra’daydı. Üretimlerine 20 yıldır hayranlık duyduğu Carolee Schneemann’ın Barbican’daki sergisini ziyaret etmiş; soruyu sanatçının, sergi mekânındaki tüm odalardan duyulan bir işini örnek göstererek yanıtlıyor. Sürekli olarak bir televizyona çarpan saplı bir süpürgeden bahsediyor. Oradan çıkan sesin, kendi deyimiyle “sonik bir başyapıt, galeri için kalp atışı” hâline gelmesinden oldukça etkilenmiş.

Sesler üzerinden devam ederek, Cennet Çürüdü’den bir alıntı paylaşıyorum: “Onun anlaşılmaz dilinin sesleri fokurduyor ve sözcükler kulağa aynı anda hem ağızdan çıkıyor hem de ağzına giriyormuş gibi geliyordu.” Bu cümledeki gibi romanda, kimi durumlara başkaca gerçeklik katmanları ekleyerek anlatımı güçlendiren pek çok kesit bulmak mümkün. Yazarın zihnindeki yolculuğa açıkça davet eden ve okumanın lezzetini katlayan bu yaklaşım Jenny Hval için dürtüsel bir eğilim mi, bir tür oyun mu, bilinçli bir şekilde kurduğu bir yapı mı acaba? Kitaptaki diğer imgeler gibi bunun da kendiliğinden oluştuğunu söylüyor. 

“Yaşayan bir ev, ikili cinsiyet sınıflandırmasının dışında veya karşısında duran bir habitat hayal ederken; ikili olanın çözülüp durduğu bir imge türü (içerisi – dışarısı, taze – çürük, sıvı – katı vb.) klavyede ellerimin arasından çıktı.”

Hazır evin bahsi geçmişken, henüz okumayanlar için belirtmekte fayda var: Cennet Çürüdü, geçmişte bira fabrikası olarak işlevlendirilmiş bir mekânı mesken tutuyor. Romanın geçtiği zamanda ise mahremiyete pek izin vermeyen, duvarsız bir ev olarak karşımıza çıkıyor. Burada yaşayan iki kadının ilişkisine dair pek çok ipucu veren mekân; küvetin kenarında oluşan mantar, mutfak zeminindeki tahtaların arasında büyüyen otlar ve dahasıyla bir organizma, anlatının baş karakterlerden biri. Kitabın adında da anılan çürüme metaforunun etkilerini mekân içinde takip edebiliyoruz. Jenny’nin, kurguyu bir mekân etrafında biçimlendirmesinin sebebini biraz daha kurcalıyorum.

Cevabı: “Ben bizzat yaşadım!”. Araya, romanın İngilizce basımındaki başlığı olan Paradise Rot’u, orijinal adı Perlebryggeriet’ten daha uygun bulduğunu sıkıştırıp; Cennet Çürüdü’nün otobiyografik olmadığını ancak bir zamanlar gerçek duvarları olmayan ve banyosunda mutlulukla büyüyen bir mantar bulunan eski bir fabrika binasında yaşadığını söylüyor. Bu yüzden oraya dair çok fazla şey düşünmesi gerekmediğine inanıyor ve şöyle tamamlıyor sözlerini: “Eklediğim tek şey bulaşıcı, kolektif bir bilinçti. Teşekkürler Collingwood (Melbourne, Avustralya’daki).”

Hayatının bir kısmını bira fabrikası olarak yaşamış bir başka yapı olan bomontiada’da gerçekleşecek konserden önce bir ısınma turu önerisi: Jenny Hval’in Classic Objects’in ardından 2022’nin son meyvesi olarak yayımladığı “Buffy” adlı teklisi de gözlerden kaçmasın. Doğaçlamalarla ördüğü, “Bana göre umut, incelikli bir şekilde sunulduğunda daha umut verici.” diye anlattığı parça, dinleyene derin nefesler aldırıyor.