Joel Schumacher (1939-2020)

80’lerden itibaren yönettiği yirmiden fazla filmle sinema tarihinde kendine ayrı bir yer edinen Joel Schumacher, New York’taki evinde 80 yaşında hayata gözlerini yumdu. Temsilcilerinden, kendisinin yaklaşık bir yıldır kanserle mücadele ettiğini öğrendik.

Schumacher tasarım ve moda gibi alanlarda uzmanlaşmak için Parsons ve Fashion Institute of Technology’de eğitim almıştı. Moda endüstrisinde çalıştıktan kısa süre sonra Woody Allen’ın Sleeper ve Interiors isimli filmlerinin kostüm tasarımcılığını üstlendi. Altı yıl süren kostüm departmanı macerası, asıl tutkusunun yönetmenlik olduğunu keşfetmesiyle son buldu. Moda alanındaki akademik ve iş geçmişi, onun her zaman günü yakalayan, stilize, sinematografisinde keskin renkler kullanılan filmler çekmesine vesile olacaktı.

70’ler boyunca TV filmleri yöneterek ve kimi sinema filmlerinde senaristlik yaparak kariyerine başladı. Senaristlik deneyimlerinden birinin kült film The Wiz olduğu, az bilinen bir detay olarak eklenebilir. Diana Ross ve Michael Jackson gibi pop yıldızlarının yer aldığı, Sidney Lumet’in çektiği müzikal; The Wizard of Oz’un serbest bir uyarlamasıydı.

İki adet düşük bütçeli komedi filmi çekse de yönetmen olarak asıl çıkışını 80’lerin -bugün klasikleşmiş- gençlik filmleriyle yakaladı. The Brat Pack olarak tanınan oyuncu ekibinin yer aldığı St. Elmo’s Fire, dönemin simge yapımlarından biriydi. Film bütçesinin neredeyse dört katı gişe yaptı, John Parr imzalı tema şarkısı da Billboard Hot 100 listesinin zirvesinde iki hafta yer aldı. İki sene sonra gelen The Lost Boys ise çok daha büyük bir hit haline geldi. Zihinlere pelerinli, papyonlu orta yaşlı adamlar olarak kodlanan vampirleri; motosiklete binen, deri ceketli, seksi gençler olarak göstermesiyle, türün kodlarını tamamen değiştirdi. Dönemin gençliğinin stilini şekillendiren yapımlar arasında yer alan The Lost Boys, zamanla 80’ler estetiğinin ilk akla gelen örneklerinden birine dönüştü. Sonraki filmi Cousins’ı ünlü bir Fransız romantik komedisinden uyarladı ve bir kez daha seyirciyi salonlara çekti.

Schumacher’ın finansal başarıları onu bir anda Hollywood’un en aranan yönetmenlerinden biri haline getirmişti. 90’ların başlamasıyla stüdyolar ona arka arkaya büyük projeler teslim ediyordu, neredeyse her sene bir filmi vizyona girdi. İddialı kadrosuyla bilim kurgu türündeki Flatliners gişede çok iyi sonuç elde etti ve hızla kült statüsüne ulaştı. Julia Roberts’lı Dying Young, 18 milyon dolarlık bütçesine karşılık 82 milyon dolardan fazla hasılat yapmıştı.

Onu “stüdyo yönetmeni” etiketinden kurtaran ilk yapım ise 1993 tarihli Falling Down oldu. New York Times tarafından “kıvrak zekası ve maharetleriyle zekice bir Amerikan pop filmi” olarak tanımlanan film, 46. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye adayları arasında yer aldı. Ardından gelen The Client, 118 milyon dolarlık gişe başarısı ve Susan Sarandon’a gelen Oscar adaylığı ile çıtayı bir tık daha yükseltti. Filmin uyarlandığı kitabın yazarı John Grisham, bir kez daha onu yönetmen koltuğunda istedi ve A Time to Kill isimli uyarlama 152 milyon dolarlık hasılat elde etti. Grisham ve Schumacher, yıllar sonra mahkeme salonu filmlerini popüler bir tür hâline getirmişti. Kimi eleştirmenler ona “dahi” diyor, Schumacher için her şey yolunda gidiyordu.

Aynı dönemde Batman filmleri furyası başlamıştı. Warner Bros. o zamana dek iki Batman filmi çekmiş olsa da Tim Burton’ın vizyonunu çok karanlık buluyor, gişe rakamlarının ve oyuncak satışlarının düşmesinden dolayı tedirgin oluyordu. Şirket, yeni filmler için bir yönetmen önerilmesini isteyince, Burton’ın tercihi Schumacher oldu. Schumacher’ın kabul ettiği teklif, kariyerini bambaşka bir dönemece sürükleyecekti.

Val Kilmer’ın başrolde yer aldığı, birçok yıldız ismi barındıran Batman Forever, dünya çapında 337 milyon dolar kazanmış ancak Burton imzalı ilk filmin eleştirel başarısını yakalayamamıştı. İki yıl sonra gelen Batman & Robin ise gişe başarısına rağmen çizgi romanların takipçileri tarafından adeta topa tutuldu ve 11 dalda Razzie Ödülleri’ne aday gösterildi. Birçok alışılmadık kararla birlikte, özellikle Batman ile Robin arasındaki cinsel tansiyona üstü örtük göndermeler yapılması, çizgi romanlarda da yer yer bu imalar yer alsa da, hayranlardan olumsuz tepkiler topladı. İki karakterin kostümlerine orijinalde olmayan erotik detaylar eklenmesi ise bardağı taşıran son damla oldu. Bu tepkiler yer yer, açık eşcinsel olan Schumacher’ın yönelimine varacak hakaretlere kadar ulaştı. 

The Phantom of the Opera

Batman & Robin’den sadece iki sene sonra Schumacher, homofobik bir polis ve drag queen komşusunun beklenmedik dostluğunu anlatan Flawless’ı çekti. 1999’da seyirciyle buluşan 8MM, Berlinale’de Altın Ayı’ya aday gösterildi. 2000’lerde Tigerland, Phone Booth, Veronica Guerin, The Phantom of the Opera, The Number 23 ve Trespass gibi çeşitli yapımlara imza atsa da, Schumacher 80’ler ve 90’lardaki yükselişini Batman & Robin’den sonra bir daha yakalayamadı.

Üç sene önce yapılan bir röportajda şu cümleleri sarf etmişti: “O berbat gişe rekortmeni unvanını hiçbir zaman istemedim. Çünkü diğer filmlerim çok daha düşük bütçeliydi ve seyirciler tarafından beğenilse de genellikle eleştirmenler beğenmezdi. Ki zaten o filmleri bu yüzden yazmıştık. Ama Batman & Robin sonrasında ben artık bir pisliktim. Sanki bir bebeği öldürmüşüm gibiydi.”

Kim ne derse desin Schumacher, popüler kültürü şekillendirmiş ikonik bir yönetmendi. Yetenek avcısı olarak biliniyordu ve birçok genç oyuncuyu sinema dünyasına kazandırdı. Onu risk almayı seven, korkusuz vizyonuyla hatırlayacağız.

Yazı: Merdan Çaba Geçer