Kapanmadan önce son servis!

21 Mart 2020’de Birleşik Krallık tarihinde iki ay önce değil iki bin yıl önce bile hayal edilemeyecek bir gelişme oldu. Tarihte ilk kez gerçekleşen bir yasağın ortasından tarihin sayfalarına uzanıyoruz.

Yazı: Tan Morgül

“Pub’ları kaybettiğinizde oluşan boşlukta, İngiltere’den geriye kalan ne varsa onunla birlikte siz de yok olup gideceksiniz.” 
Hilaire Belloc, Yazar-Şair-Siyasetçi

Britanya için pub sıradan bir içki mekânı olmamıştı; birçok kültürel, sportif ve sosyal geleneğin başlangıç yeri olup gündelik hayatın içinde mühim yer tuttuğundan beri, Roma ve Viking egemenlikleri, iç çalkantılar, savaşlar, salgınlar, bombalamalar da dahil bir yasak yüzü görmemiş veya kapatılmamıştı. Ta ki bugüne kadar… Yasak hiç beklenmedik bir şekilde gerçekleşti: Corona virüsü veya COVID-19, yüzlerce yıllık bu kurumun, geleneğin, alışkanlığın, zerre de itiraz olmadan, büyük bir kabulle kapanmasına neden oldu. Hem de süresi belirsiz şekilde.

Fotoğraf: Tan Morgül

Peki bu ne anlama geliyor? Pub’lar veya public house’ların Birleşik Krallık’ın gündelik hayatındaki değişim ve etkileri aslında bilinenden fazla. Ama şu anda herkes sağlığıyla meşgul olduğu için öncelikli bir mesele olarak yer teşkil etmiyor. Lakin toplum için böylesine etkili olan kurumların toplumsal hayatın içinden çekilmesinin bazı sonuçları oluyor, olacak; eş zamanlı olarak yüzeyde gözükmese de… Hoş, bir yandan da ortada toplumsal hayat diye bir şey de kalmadı, o yüzden pub’ların kapanmasını tüm bu resim içinde bir ton, ama etkili bir ton olarak değerlendirmek daha doğru olacak. Bu yazının yazılma nedeni ise bir çabayı paylaşmak, bin küsur sene gerilere gidip herhangi bir yasak veya toplu kapama denemesi olmuş mu, onu aramaktı. Sonuç olarak ne gördüm, bunun bir kısmını zaten okuyacaksınız. Sonrasına dair kelam etmek için biraz daha zamana ihtiyaç var gibi. 

Alehouse, içten görünüm – James Ward

Alehouse, inn, tavern’lardan modern pub’lara

Roma İmparatorluğu, içinde Britanya adalarının da bulunduğu Kuzey Avrupa topraklarını işgale kalkıştığında, bira çoktan buraları egemenliği altına almıştı. Şarapçı Romalılar, kuzeyden güneye kadar bağ denemesi yapmadık yer bırakmadılar, ama çabaları çok da başarılı olamadı. Nihayetinde biraz Kent bölgesinde tutturdular. Zira biraya bir türlü alışamıyorlardı; hatta İmparator Julian ilk temasında birayı şarap tanrısı Bacchus’a hakaret olarak görmüş ve aşağılamıştı.

Hoş, erken dönem Britanyalıların Viking ve Germen halklarından farklı olarak daha çok mead (bal likörü) ve cider’la demlendikleri zamanlardı. Bu arada, o gün için son derece erken bir tartışma olsa da, yine de hakkını verelim: Bira derken ale’dan bahsediyoruz. Yani 5. yüzyıldan sonra adayı kolonize etmeye başlayan Germen topluluklar olan Anglus ve Saksonların ol veya ealu dedikleri içkiden. Kayıtlarda Latince bibere (yani içmek) kelimesine dayanan beer’a bazı bazı rastlasak da, asırlarca Ada’da bu içeceğe ale deniyor. Velhasıl bir milleti bir içkiyle tanımlamaya kalkacaksak, şüphesiz İngilizler için bu ale, ve bunun yanına bir de kurum ekleyeceksek o da pub olacaktır. Bu yazıyı yazma nedenimiz de malum zaten, ilk paragrafta bahsetmiştik.

Inn, içten görünüm – 19. yüzyıl başları

Inn, hacılara yol üstünde dinlenme, konaklama ve tabii ki ale sağlayan, daha sonraları gezginlere de bu imkânı veren mekânlardı. Haliyle biraz daha şehir dışında ve hacim olarak daha büyük yerlerdi. Misal, yolu Londra’ya düşenler, en azından tarihi inn kokusu almak için, Hampstead Heath parkının kuzeybatısında yer alan The Spaniards Inn’e göz atabilir.

Tavern’lar ise daha çok Pax Romana etkisi altındaki tüm dünyada “içkili mekân”ların atası sayılacak mekânlardı. Kuzeydeki isyancı Kelt kabilelerinin kontrolü için döşedikleri yolların kenarında Lejyonların dinlenip şarap içtikleri yerlerdi. Yani ayırt edici yanları şarap servis etmeleriydi. Bu nedenle tabelalarında ya üzüm asması ya da üzüm salkımı resmi (veya Romalı askerlerin oynadığı satranç oyunu tahtası) yer alıyordu. Bu arada taberna Latince ahşap kulübe veya küçük dükkân demek. Haliyle “taverna”nın atası olmaya hem içerik hem de mimari olarak son derece uygun.

Pub, yani public house ise alehouse’ların dönüşmüş şekli. Hadise önce evlerde, kadınların (ki kendilerine alewife deniyor) yaptıkları ale’ı evin antresinden satmasıyla başladı. Sonra bu antrede toplaşmalar artınca servis evin giriş katının diğer odalarında da yayıldı. Evler yetmeyip kapı dışına taşılınca da dar sokaklarda ilerlemeye çalışan atlılar ve at arabaları ile müdavimler arasında “kazalı temaslar” yaşanır oldu. Bunun üzerine bu mekânların uzaktan görülebilmelerini sağlamak için “tabela” zorunluluğu getirildi. Buyurun size renkli renkli tabela hikâyesinin başlangıcı. Ki tabelalar sonra manidar isim seçimleriyle bambaşka bir şeye dönüşürken diğer esnaf da furyaya kapılıp kendi tabelalarını yaptırmaya başladı. Tabela ismi mühimdir, hatta bugün bile tabelaya bakıp pub’ın olası geçmiş kimliğine dair fikir yürütülür. Özellikle de isim değişimleri (zorunlu veya gönüllü) mühimdir: Eklesiyastik dönemin aziz isimlerinden 16. yüzyılda VIII. Henry’nin manastırları dağıtıp mülklerine el koymasını müteakip hanedan dönemi isimlerine geçiş. Misal, St. George’tan The Red Lion’a veya Kings Head’e geçiş. Neyse bu kısım uzun (bir o kadar eğlenceli), ama biz konumuza dönelim.

Zaman içinde, at arabalarının geçtiği çamurlu veya taşlı yolların yerini tren yollarının almasıyla inn’ler konaklama, şarabın yerini ale’ın almasıyla da tavern’lar şarap mekânı olmaktan çıktı. Endüstri devrimiyle birlikte de artık aktif bir sosyal kent mekânı hüviyetinde çoktandır alehouse’tan public house’a geçmiş olan pub’lar merkezi rol üstlenmeye başladı. Tabii inn’leri ve tavern’ları da kendine benzeterek ya da onların olumlu/etkili özelliklerini de kendine ekleyip dönüşerek… Yani bugün Londra sokaklarında yürürken gördüğünüz, ismi inn ve tavern kelimeleriyle biten mekânları ismi public house veya free house şeklinde bitenlerden ayıramazsınız. Hepsi pub şemsiyesi altında birleşmiş veya anılır olmuştur.

Pete Brown’ın Man Walks into a Pub adlı kitabı kaynak derlemesinde pek faydalı oldu. Spor ve pub mevzusuna dair güzel bir bölüm var kitapta. Etkisini tahmin ediyorduk, ama bu denli belirleyici olduğunu düşünmemiştik. Misal, şu anda son derece popüler olan futbolun (ve diğer başka sporların) ilk dönem sahaları pub’ların hemen yakınında yer alıyordu. Zira eklesiyastik dönemde kiliselere ait olan inn’lerin kapalı ve açık alanları vardı; kapalı alanlar servis, açık alanlar ale yapım malzemelerinin, fıçıların konulduğu alanlardı. Haliyle ahalinin toplanıp, eğlenip ale içtiği kolektif alanlardı buralar. Sadece futbol da değil, horoz dövüşü, erken dönem boks maçları, av törenleri ve diğer bazı sportif amaçlar için de kullanılıyordu bu açık alanlar. Örneğin İngilizlerin kolonilerine yaymakta pub’dan daha başarılı olduğu kriketin kurallarının ilk belirlendiği yerin Hampshire’daki The Bat and Ball adlı pub’ın bahçesi olduğu söylenir. Brown eklemeden de duramaz bir dipnotta: “Sizce tesadüf mü, bugün galiplere verilen kupanın, bir ‘kupa’ olması…” Ezcümle, 1960’lara kadar gelen bir İngiliz taşrası üçlemesi: Kilise, pub ve kriket/futbol sahası….

William Hogarth, 1751.

Vergiler ve izinler

Tekrarda sıkıntı yok, zira hadise pek mühim: Britanya topraklarında ne ale ne pub hiç yasaklanmadı. Ve, kıta Avrupası kadar olmasa da, ağır toplumsal badireler atlatmış topraklardan bahsediyoruz. Ancak bu, yasak görmediği, kısıtlama, engelleme, hatta ağır engelleme çabasıyla karşı karşıya kalmadığı anlamına gelmiyor. Toplumsal keyif haline hallenen dini, siyasi, pragmatik reaksiyon ve müdahaleler asırlarca pozisyon alıp durdu. Başarılı ve sürdürülebilir olan en önemli iki müdahale biçimi ise tüm gezegende kabul gören bildik uygulamalar oldu: Vergilendirme ve lisanslandırma.

Ada’da alkol kontrolüne dair bilinen ilk girişim 745 yılında York Başkiposu’nun rahipler için getirdiği tavern yasağıydı. Dönemin din adamlarının mühim ale üreticileri olduğu ve aslen inn’lerin mülkiyetinin de manastırlarda olduğu düşünülürse, rahiplerin yasağa uymayıp neden tavern’lara gitmeye, ale’larını içmeye devam ettiği daha iyi anlaşılacaktır. İki yüz yıl sonra Kral Edgar’ın, “her kasabaya yalnız bir alehouse” kararı da bir şekilde ahali tarafından es geçildi. 13. yüzyılda bira yapımı malzemelerinin temininde sıkıntı yaşanınca Kilise, cemaatine malzemeleri tedarik etmeyi ve kendi gözetiminde kolektif ale yapımını önerdi. Eh, Kilise’nin o dönemki kredisi de malum, bir de Robin Hood’la aynı dönemler, haliyle geniş ve sık Britanya ormanlarının birçok yerinde ale demlenmeye başladı. Velhasıl İngilizler aralıklarla getirilen bu kısıtlamalara ya uymadı ya da etrafından dolaşageldi.

Bilinen ilk vergi, II. Henry zamanında 1188’de Haçlı Seferi’ne istinaden konulan Selahaddin vergisi. Ama işin garibi bu vergi, onu takip eden her türlü içki vergilendirmeleri gibi, kendilerini var eden mevzular ortadan kalksa bile orada durmaya devam etti/ediyor.

1604’te Parlamento’da onaylanan bir yasayla da hangi mekânların içki ve/veya yemek satabileceği, hangilerinde konaklama olabileceği ve lisanslarının nasıl verilebileceği yeniden belirlendi.

1830 yılında yürürlüğe giren Beer Act, her ne kadar peşinden gelen 1832 Reform Act üzerini örtse de, İngiliz toplumu üzerinde önemli izler bıraktı. Pub lisansı alımını kolaylaştırarak bir taraftan küçük üreticilerin önünü açan, diğer taraftan ise ülke çapında birçok pub’ı elinde tutan büyük bira üreticilerinin piyasayı domine etmesini engelleyen yasa, pub açılış saatlerine de standart kazandırarak saatleri 05.00 ile 22.00 arasına çekti. 17 saatlik izin, toplumdan gelen talebin ne denli yüksek olduğuna dair mühim bir gösterge olsa gerek. 

Ale tüketimi ve pub’lar ülkeye yayıldıkça ve özellikle işçi sınıfı daha sık ve düzenli biçimde buralara gelmeye başladıkça alkol karşıtı hareket de eş zamanlı olarak büyüdü ve faaliyetleriyle lobi hareketlerini sıklaştırdı. 1854’te Avam Kamarası tarafından çıkarılan bir kanun -ki bu kanunda “Public House” ifadesi resmen de kabul edilmiş oldu- İngiltere’de içki içilen mekânların (özellikle pub’ları hedefliyordu bu yasa) pazar günleri saat 14.30 ile 18.00 arasında ve 22.00’den sonra tamamen kapalı olmasını düzenledi. Pazar günleri Hıristiyanlar için ibadet edilen ve dinlenilmesi gereken gün olduğundan, Alkol Karşıtı hareketin kampanyalarında önemli yer tutuyordu. Lakin bu kısıtlama bile büyük gösterilere yol açtı: Biriken öfke Haziran 1855’te sokağa taştı. Olay yerinden bildiren Karl Marx’a göre, 200 bin kişi yasayı protesto için Hyde Park’ta toplanmıştı. Marx, dönemin Avrupa’sını da hesaba katarak, İngiltere’de devrimin başladığına kanaat getirip parka koşmuş, nihayetinde de sukutuhayale uğramıştı. Malum, kalabalığın öfkesi sınıfsal değil “sıvısal”dı. Ve yine işin sonunda müdavimler galip çıktı ve yasa 15.00-17.00 ve 23.00 sonrası olarak düzeltildi.

1872’de liberal hükümet yeni bir Lisans Yasası devreye soktu. Yasaya göre pub’lar Londra’da gece yarısında yani saat 00.00’da, taşrada ise 23.00’te kapanacaktı. Son derece makul gözüken bu düzenlemenin sadece pub’lara yönelik olduğu ve üst sınıflara mensup kulüpleri yasanın kapsamı dışında bıraktığı anlaşılınca, pub sahiplerinden müdavimlere uzanan büyük bir tepki dalgası doğdu. Ve sonunda bu tepki de sokaklara taştı; hareketinin sloganı da “Britanyalılar asla köle olmayacak”tı. Yasayla ilgili yaşanan tüm bu gelişmeler 1874’te hükümetin düşmesiyle sonuçlandı.

Her ne kadar alkol karşıtı hareketin ciddi lobisi devam etse de, peşi sıra toplumsal etkileri küçük ama bira üretimini düzenleyen, bazen hiç kimseyi memnun etmeyen bazen de tarafları birbirine düşüren yasalar çıkıp durdu. Ama herhalde pub tarihindeki en etkili kısıtlama İngilizlerin içki tutkusunu aşırılık ve ülkeye zarar veren bir alışkanlık olarak gören ve buna karşı mücadele eden Lloyd George’un başını çektiği 1914 tarihli DORA (Defence of the Realm Act) oldu. Aslında Lloyd George’un haklı olduğu taraflar da yok değildi, zira pub’lar sabah 5.30’da açılıyor, gece yarılarına kadar açık kalıyor, ahali alkol dereceleri yüzde 7’lerde gezen ale’ları varil varil tüketiyordu.

DORA, pub’ların toplam açık olma saatlerini 19 saatten beş buçuk saate kadar indirdi. Pub’lar artık saat 12.00-14.30 arası ve akşam 18.00-21.00 saatleri arasında açık olabileceklerdi. 1915’te kurulan Central Control Board da alkol üretim, tüketim ve dağıtım meselesine el atıp sonraları pub’ların evriminde etkili olacak Carlisle Deneyi’ni topluma tanıttı. Deneyin arkasındaki fikir; daha az sayıda ama daha kaliteli pub’lar yaratmaktı. Devlet tarafından işletilecek bu mekânlar düşük alkollü biralar, alkolsüz içecekler ve iyi yemek servis edecek, oyunlar ve kadınların da eğlenmelerini sağlayacak etkinlikler düzenleyecekti. Deney beklenenden daha fazla ilgi gördü ve 1970’lerdeki Muhafazakâr Heath hükümeti zamanına kadar devam etti. O kadar başarılı oldu ki, alkol karşıtı hareketin “insanların daha iyi mekân ve politikalarla ikna edilmesi” gerektiğini savunan ılımlı kesiminin, içkinin ve mekânlarının tamamen yasaklanmasını savunan radikal tarafına karşı bir zaferiydi adeta. Carlisle Deneyi sayesinde birçok yeni işletme bu doğrultuda inşa edildi. Eski köhne pub’lar ve mekânlar ise iç yapılarını restore edip özel fonksiyon bölümleri ve kadın tuvaletleri de eklediler. Lloyd George ve Central Control Board durumdan vazife çıkararak pub/bira endüstrisinin kamulaştırılmasını dillendirip bunun maliyetini hesaplamaya bile başladı. Mevzu o kadar uzamadı.

Bu arada 1919’da bira vergisi alkol oranına müteakip ciddi şekilde artırılınca tamamen ekonomik nedenlerle alkol yüzde 3 seviyelerine indi. Alınan önlemler sonucu İngiltere’de 1913’te 36 milyon varil olan bira tüketimi 1919’da 13 milyona kadar düştü. Bu yüzlerce yıllık bir artış eğiliminin de ilk kez tersine dönmesiydi. Savaşın bitimiyle, 1920’lerden sonra kurallar tekrar yumuşadı ve pub hizmet saatleri pazarları beş, diğer günlerde ise dokuz saate çıkarıldı.

İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte yaşanan görece rahatlamaya iki de büyük ekonomik kriz eşlik ettiğinden bira tüketimindeki düşüş eğilimi devam etti. İnsanlar bu kez parasızlıktan pub’a gidemediler. Ciddi anlamda bira içecek paraları bile yoktu. Krizler geçti, insanların hayatı yavaş yavaş normale döndü derken İkinci Dünya Savaşı geldi çattı. Lakin bu beklenenin aksine düşüşü hızlandırmadı ve 1938-1945 arasında bira tüketimi yüzde 25 arttı.

Blitz, Londra ve tabii ki İngiltere için büyük travmadır. 7 Eylül 1940’ta Nazi Almanya’sı aralıksız olarak 76 gece sürecek bir hava saldırısına girişir ve bu ilk baştaki gibi yoğun şekilde olmasa da aralıklarla altı ay devam eder. Saldırılar sonucu 40 binin üzerinde İngiliz hayatını kaybederken 18 bini de yaralanır. Ve tüm bu korkunç, kasvetli, yıkımlarla dolu gecelerde şehrin pub’ları inanılmaz bir toplumsal pozisyon üstlenir. Savaş öncesinin gündelik yaşamında kimi zaman sessiz kimi zaman şamatalı olan bu mekânlar, savaş günlerinde gıda dağıtımı yapılan, bombalama sırasında mahzenleri sığınağa dönüşen ve en önemlisi kardeşlik duygusunu kuvvetlendiren birer sosyal mekâna dönüşür. Bombalama sona erdiğinde pub sahipleri sokağa çıkıp şok halinde üstünü başını temizlemeye çalışanlara bira ikram ederler. Hatta mekânların pek popüler müdavimi olmayan kadınlar da ciddi şekilde pub’larda görünür olmaya başlarlar. O kadar ki, Nazi saldırısına karşı İngiliz tarzı hayatın bir nevi sembolü, “pub’lar açıksa, bu şerefsizler bizi hâlâ alaşağı edememiş demektir” kelamında hayat bulan direniş mekânlarıdır. Pete Brown’ın deyişiyle buraları işçi sınıfının uğrak yeri, bir ulusun sığınağıdır. Ve kapılarının ardında herkes eşittir. 1944’e gelindiğinde ise bombalamalar yüzünden 3 bine yakın pub yok olmuştu. Hoş, The Guardian’da iki sene önce yayımlanan makaleye göre 2001’den beri kapanan pub sayısı 13 bin! Ulusal İstatistik Ofisi’nin verilerine göre, 52.500’den 38.815’e varan bir düşüş yaşandı. Ve bu seferki suçlu “düşman aktivitesi” değil, modern kentlerin façasını çizen, her birini birbirinin kopyası haline getiren “gentrifikasyon” ve spekülasyon aktiviteleriydi.

Fotoğraflar: Tan Morgül

Barış döneminde pub’lar nüfus hareketlerine eşlik edecek şekilde yavaş yavaş değişti, dönüştü. Ama ülkenin özellikle büyük kentleri son 20 yılda “geleneksel” şeklinde nitelenen pub’ların tarihsel anlamda sahneden çekilişine tanıklık etmeye başladı. The Guardian’daki makalede bahsedilen rakamlara her yıl yenileri ekleniyor ve eğilimin önü alınamıyor. Hatta bazı pub’lar Londra’da parçalı odalardan mütevellit evlere dönüşüyor. Gentrifikasyon, Blitz’in ve alkol karşıtı hareketin bıraktığı etkiden daha fazlasını bırakıyor. Her şeye karşın ahalinin gideceği yerel pub’lar yaşamaya öyle veya böyle devam ediyor. Pub hâlâ daha gündelik hayatta mühim bir sosyal mekân işlevi görmeyi sürdürüyor. Bir araştırmaya göre İngilizlerin yüzde 29’u haftada en az bir kez pub’a giderken, yüzde 50’den fazlası bu aktiviteyi evden dışarı çıkma nedeni olarak gösteriyor. Ve geçmişten farklı olarak, içki içilen mekânlar farklılaşıyor, çeşitleniyor ve insanlar buraları da doldurmaya devam ediyor.

Veya ediyordu… 21 Mart tarihi itibarıyla pub’lar Birleşik Krallık tarihinde ilk kez kapandı. Peki bunun ne gibi bir sonucu olacak? Zira böylesine aktif kullanılan bir sosyal mekân eksikliğinin, sosyal bir varlık olduğu kabul edilen homo sapiens’in “mühim bir kümesi” olarak “pub’da sosyalleşen Ada evladı” üzerinde bir yan etkisi olacaktır. Veya olmayacaktır; her duruma bir şekilde uyum gösteren insan bunu da atlatıp yoluna devam edecektir. Bekleyip göreceğiz.

Lakin pub’sız Londra hayli garipmiş, itiraf olsun…

Fotoğraf: Tan Morgül