Kimdi giden kimdi kalan: Bahar Çuhadar ile “Yeni Ülke Yeni Hayat” kitabı üzerine

İnsanlar gitmeye başladıkça göç bildiğimizden daha çok görünür oldu. Yanı başımızdakiler yanımızda duruyorken az öteye kaydıktan sonra göremez olduk, daha sonraları duymaya da başladık. Yerleşenler, taşınanlar, iş bulanlar hepsi iç içe geçip eşyalarını, arkadaşlarını bırakıyor ve yeni bir kapının ardına göçüyorlardı. Hayatın bu kadar içinde olunca yazıya da döküldü ister istemez. Göçenlerin kendileri birer hikâye oldular, anlattılar. Gazeteci Bahar Çuhadar gidenlerin peşine düştü ve Tokyo’dan Berlin’e, Kopenhag’dan Atina’ya gitmiş, göçmüş olanların hislerini, yaşantılarını, duygularını derledi. Geçtiğimiz ay, Artemis Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Yeni Ülke Yeni Hayat’ı bir de Bahar’dan dinledik.

Röportaj: Janet Barış – Fotoğraf: Levent Kulu

Gitmek çok kişisel bir tercih gibi görünse de aslında çok toplumsal da bir tercih, herkesin içinde bir bırakıp gitme arzusu depreşirken gidenlerin peşine düşmüşsün…
Sanırım mesele tam da ‘gitmek’ eylemi kişisel bir tercih olmaktan çıkıp toplumsal bir hareketliliğe dönüştüğünde başlıyor. Daha istatistiklere, analizlere gelmeden kafamızı şöyle bir çevirdiğimizde etrafımızdaki bir dolu eşin dostun birer birer çekip gittiği bir dönemden geçiyoruz. Hani birinin yeni bir işe girmesi, terfi alması, çocuk sahibi olması falan gibi günlük akışımızın rutin bir parçası oldu, Türkiye’den temelli ayrılma kararı alan birilerinin haberini almak. Kim bu insanlar? Evet, hepimizin malumu; şehirli, üst ya da orta sınıf, yüksek öğrenim almış, belli bir hayat standardına erişmiş (ya da ‘burada’ erişemediği için yılmış), bugüne dek tüm hayatını Türkiye’de kurmuş lakin ‘gidişattan’ ya da çocuğunun geleceğinden endişeli olduğu için kendine yeni bir fırsat, bir sıfırdan başlama kapısı açmaya karar alanlar. Yani çok genel bir ifadeyle söylersek, böyle. Şu anda TÜİK’in rakamları dışında çok net veriler yok elimizde. O da şunu diyor ki yayımlandığında da hem yerli hem uluslararası basında hayli haber oldu: TÜİK’in 2017 Uluslararası Göç İstatistikleri’ne göre 2017’de Türkiye’den yurtdışına göç eden kişi sayısı 253 bin 640. Bu, 2016’ya oranla yüzde 42,5’lik bir artış.

“Türkiye’nin türlü halinden doğan ‘çekip gitme’ ihtiyacını çok konuşuyoruz ama gidenlerin oralarda neler yaşadıklarını o kadar da çok konuşmuyoruz, duymuyoruz.”


Bir kaçış, bir umut ya da ‘yeni bir dünya’ beklentisi belki de….
Yeni Ülke Yeni Hayat’ın merak ettiği, farklı motivasyonlarla Türkiye’deki hayatlarını (bir nevi) ellerinin tersiyle itip, gönüllü olarak başka ülkelerin, belki de daha önce hiç ayak basmadıkları kentlerinde kurdukları ‘yeni hayatları’ydı. Çünkü biz burada, Türkiye’nin türlü halinden doğan ‘çekip gitme’ ihtiyacını çok konuşuyoruz ama gidenlerin oralarda neler yaşadıklarını o kadar da çok konuşmuyoruz, duymuyoruz. Berlin’e yerleşmek mesela; ne kadar havalı geliyor değil mi kulağa? Ama benim aklıma hep, tam da kitabı hazırladığım süreçte 5 Harfliler’de yayımlanmış ‘Bir Berlin Sohbeti: Ne Umduk, Ne Bulduk?’ başlıklı söyleşi geliyor. Berlin’e göç etmiş bir kadın, “Berlin’e yerleşen herkes Berghain’ın karanlık odalarında sabahı ederken, izolasyonu yapılmamış bir evde üşüyerek kısır yiyen bir ben olamazdım ya?” diyordu. İşte, kitabın çıkışı da böyle bir yerde duruyor.

Evet, gidenler çoğu kez sosyal haklar, çalışma koşulları açısından daha iyi koşulların sürdüğü, kentlerinde daha fazla yeşil alanın ya da çalışan anne-babalar için kreş hakkının olduğu, başlarına bir şey geldiğinde hukukun gerçekten işleyeceğini bildikleri ülkelere gidiyor. Ama burada gerçekten ne yaşıyorlar? O yüzden çok naif bir şekilde, 10 ayrı gidiş hikâyesini dinlemek istedim. Londra’daki çift Aysel ve Kutay’la ayrı ayrı görüştük, 11 kişi konuşuyor bu yüzden kitapta.

Gidenler hep geriye dönüp baktıklarında karamsarlar gibi hissettim okurken, buraya dair ümitleri çoktan tükenmiş gibi…
Karamsar oldukları konusuna katılmıyorum aslında. Ya da şöyle denebilir, geride bıraktıkları Türkiye’ye dair hisleri tamamen olmasa da karamsar (ki içlerinde hayli umutlu olanlar da var) ve lakin bugün, gittikleri ülkelerde hallerinden, hayatlarından memnun insanlar, kitaptakiler. Ve zaten her biri dilediği an geri dönebilecek koşullara da sahip. Tıpkı gönüllü olarak gitmeyi seçen diğer herkes gibi… Ama emeklilikten önce dönmeye niyeti olan da yok, o ayrı…

Gitmek bir çözüm olmuş mu gerçekten?
Kişilerin gitme motivasyonuna göre tek tek bakarsak da evet, gitmek çözüm olmuş. “Türkiye’nin dertleri yine bizim dertlerimiz” diyor, kitaptaki tüm anlatıcılar, kimse “Aman, gittim, kurtuldum” havasında değil. Bilakis, çok iyi bildiğimiz gibi gidenler –en azından ilk dönemlerinde– sürekli sosyal medyadan Türkiye’yi takip ederek, üzülerek, sinirlenerek geçiriyor, bilhassa ilk dönemlerini. Ama orayı ‘yeni hayat’ olarak kabul ettikten sonra bu ruh halinden sıyrılmak da mümkün; anlatılanlardan aldığım kadarıyla… Kaldı ki görüştüklerim arasında kendisini zaten bayraklardan ve sınırlardan bağımsız, evrensel insan olarak tanımlayan kişiler var. Elbette onlar da bu ‘memleket dertlerini uzaktan yaşama’ duygusundan azade değiller ama neoliberal düzenin kenarında ‘başka türlü bir hayat’ tahayyül eden ve bunu olabildiğince gerçekleştirmeye çalışan birinin tüm bu ‘gitmek-kalmak’ meselesine bakışı da başka oluyor.

Kopenhag’a yerleşen Gizem’in şu sözlerini alıntılamak isterim:

“(…) biraz da tesadüfler bizi buraya getirdiği için, burada olmayı seviyorum. Arada kalmak artık kötü gelmiyor. Hatta bunu permakültürdeki kenar etkisi kavramı gibi düşünüyorum. Örneğin bir ormanla bir çayırın kesiştiği sınırda kenar etkisini görebiliriz. Tam bu alan, sınır olduğu iki ortamdan da beslenir, biyoçeşitliliği daha zengindir. İçinde bulunduğumuz durumu tam da böyle görüyorum. Ayrıca iki tarafa da daha faydalı olduğumuzu düşünüyorum.”

Gidenlerin yaralarını da deşiyorsun bir bakıma, söyleşilerde zorlandığın kısımlar oldu mu?
Benim için çok duygu yoğun bir süreç oldu, Yeni Ülke Yeni Hayat’ın anlatılarını derlemek. Berlin’deki Serkan’ın ve Atina’daki Ulaş’ın anlattıklarını dinlerken, kurgularken sanki önümde bir pencere var ve azıcık ittirirsem oradan inanılmaz güzel bir rüzgâr girecek içeri, çok daha güzel bir hayat elimin ucunda duruyor gibi hissetmiştim. Serkan Berlin’deki özgürlükçü iklimi, Ulaş Atina’daki insanların hayata karşı tatlı sükûnetini o kadar güzel anlatıyordu ki… Hikâyeler anlatıcıların günlük hayatlarından ve hislerinden bolca detay içeriyor. Her bir hikâyede zorluk da var ferahlık da, hüzün de var neşe de. Berivan ve Aysel’in tarif ettiği ‘uzakta, gurbette olma’ duygusu çok içli geldi mesela. Kitabı hazırladığım günlerde, çalışmaya ara verdiğimde, evde bangır bangır Ahmet Kaya açıp ‘Kendine İyi Bak’ ve ‘Hep Sonradan’ı defalarca arka arkaya dinlerken bir yandan da “Bu ülke bizim ya! Bizim Ahmet Kayamız, Sezen Aksumuz, Müslüm Gürsesimiz var. Buradayız…” diye ağladığım tuhaf anlar oldu. Bir şeyin çok içine girince etkilenmemek elde değil. Göç etmemiş, gönüllü ya da zorunlu sürgün halini yaşamamış olduğum (ve sınırsız bir dünyanın hayalini kuranlardan olduğum) halde kök saldığım yeri öyle ya da böyle terk etme fikri çok zor geliyor. Durup durup Nâzım Hikmet’i tekrarlıyorum, “Bu memleket bizim… Bu cehennem, bu cennet bizim…”

Gitmek gibi bir niyetin var mıydı hiç? Sana da bir rehber oldu mu?
Kitabı tamamen gazeteci merakıyla hazırladım. Bugün, şimdi, burada yaşananları biraz daha iyi görmek istediğim için… Burada sürekli gitme fikrinden bahsedilirken, “Hadi gelin, bir de gidenlere soralım” demek için. İnsanda kaçıp gitme duygusunu uyandıran çok fazla, çok fazla şey oluyor bu memlekette ne yazık ki. O yüzden de gidenlere “Hele bir dur” demek hiçbirimizin haddi değil. Benim de “Daha neler! Gerçekten gitmeli buradan” dediğim, şu an ne olmuştu da demiştim tam anımsamadığım bir an olmuştu. (Kime olmamıştır ki!) Sonra geçti, gitti. Benim açımdan durumun özeti, az önceki duygu durumunda gizli. Ama bir yandan da kitapta, her anlatının sonunda, gidenler yeni şehirlerindeki hayata dair pratik bilgiler veriyor. İngiltere’deki okul sistemini ya da Atina’daki ev kiralarını, Osaka’daki eğlence anlayışını, Kopenhaglıların günlük alışkanlarını da birinci ağızdan ama göçmen gözüyle okuyoruz. Bu haliyle bence herkes için de bir tür rehber aslında.

Bütün bu gözlemler, konuşmalar bittiğinde sen ne düşündün gitmek kolay olan, konforlu olan yol muydu, yoksa herkeste bir arada kalmışlık gözlemledin mi?
Gitmek kolay ya da konforlu değil. Orası kesin. Daha ‘insani’ hayat koşullarına erişmek, bu yolun bir yerinde konulan bir hedef ve evet, buna ulaşılabiliyor da. Ama işini gücünü, çocuğunun okulunu, oradaki evini vs. ayarlayıp en rahat şekilde gitmiş olan kişilerin bile en hafif ihtimalle ruhen zorlandığını görüyoruz. Arada kalmak hissi de baki ama sonuçta konu dönüp dolaşıp senin tüm bu ‘göçmen’ olma halini nasıl algıladığına bakıyor. Gittiğin yerde, ne olursan ol ‘öteki’sin bir kere. Bu değişmez bir gerçek. “Yabancı olduğunuzu hep hissediyorsunuz. Kendinizi Türkiye’deki Suriyelilerin yerine koyun. Onların yaşadıklarına benzer bir durum gibi düşünebilirsiniz” diyor mesela, Londra’da yaşayan Kutay. Başka bir his olması açısından Atina’da yaşayan Ulaş’a da bakalım: “Kendimi gurbetçi olarak hissetmiyorum ama bir göçmen olarak görüyorum. 60’larda 70’lerde Atina’ya gelen Rumlar nasıl göçmen ise Suriyeli, Afgan, Nijeryalı bir mülteci nasıl göçmen ise ben de bir göçmenim, kıyaslarken kendimi ayrı tutmuyorum. Bunun benim için ayrı bir ruh hali olabilmesi için göçtüğüm yer ile bağlarımın biraz daha güçlü olması gerekirdi. Ama uluslara, milletlere, ırklara, sınırlara, bayraklara inancım yok. Bu yüzden başka bir yerden başka bir yere gitmiş gibi pek hissetmiyorum. Aynı coğrafyanın daha çok zeytinyağı tüketilen, daha çok şarap içilen ve daha çok kahkaha atılan bir yerine geldim. (…) İnsan ilişkileri açısından ise fersahlarca fark var. Artık bütün bir şehir sanki arkadaşım veya arkadaşımın arkadaşıymış gibi hissediyorum. Çünkü bence burada yaşamanın en iyi tarafı insanların sohbete açık olması.”


Yedi senedir Kanada’da yaşayan Simge’ye de uğramak isterim: “Dışarıda olunca, her şey on kat daha kötü hissediliyor. Bir sene sonra depresyonda buldum kendimi. Sabah kalkınca kalbimde bir ağrı hissediyordum, sanki bugün benim de tanıdığım biri ölecekmiş gibi… Terapiye başladım, terapist bana bir süre sosyal medyayı yasaklamıştı.” Velhasıl; Türkiye’de sosyal ve politik gündem ‘kaynadığında’, uzakta olmak da en az içinde olmak kadar zor, anladığım kadarıyla…

Kitabın son kısmında meseleye akademik taraftan bakan bir söyleşi de yer alıyor. Bütüne bir de sosyolojik bir bakış sağlıyor bu kısım. Gidenlerin motivasyonları ve yaşadıkları da bu akademik bakışı doğruluyor.
Doç. Dr. Ulaş Sunata yüksek kalifiye emek göçü alanında yetkin bir isim. Özellikle de 2010’a kadar olan süreci çok yoğun çalışmış. Ulaş Hoca’nın tespitlerinin neredeyse her birinin içerideki hikâyelerde karşılıkları var. En çarpıcı tespiti de doktora tezinde ‘siyah kuğu fenomeni’ olarak adlandırdığı durum. Tıpkı anlatıcıların bahsettiği gibi, gitmek statü kaybetmeyi göze almak demek. Serkan, burada tiyatro dünyasından tanıdığım bir isimdi. Dört senedir Berlin’de ve şimdi Facebook’ta, mesaili bir işte çalışıyor. Ki öncesinde 9-6’ya sıkışmış, masa başı bir hayatı olmamış hiç. İlk gittiğinde yaptığı iş huzurevinde yaşlıların altını temizlemek; Facebook’taki ilk görevi de uygunsuz içerikleri temizlemek. “Tiyatrocusun, çok entelsin, bir şeysin ama ya kaka temizleyeceksin ya da sanal ortamdaki uygunsuz fotoğrafları…” diyordu mesela. Benzeri durumlar burada beyaz yakalı, belli bir statüde yaşayan beyaz yakalılar için de geçerli. Orada başka türlü bir mücadeleyle kendini baştan ispat etmeye mecbursun.

Ulaş Sunata “Buradaki beyaz kuğular siyah kuğu olmayı göze alarak gidiyor. Türkiye’deyken statü olarak, prestij olarak çok daha yüksek konuma sahip olan kişiler, oraya gidince aslında statü kaybını göze alıyor” diyor. “Beyaz kuğulara, yani okumuşa saygı, hürmet azalıyor Türkiye’de. Okumuşluğun değeri gitti. Eğitimli olmaya, bu yaşam tarzına saygı gösterilmesi konusunda tereddütler çıkmaya başladı. Bu da gitmenin itici faktörlerinden en önemlisi gibi…” diye ekliyor.

Orada ‘siyah kuğu’ olduktan sonra birçok önyargı ile de karşılaşıyorsun ister istemez, birçok hikâyede buna benzer örnekler vardı.
Aslında hepimizin pekâlâ iyi bildiği gibi, gittiğin yerde ülkene dair ‘klişe’ sorularla muhatap olmak… Ulaş Hoca’dan alıntılayayım yine; “Aa, sen nasıl bir ülkeden geliyorsun? Senin ülkende insanlar denize girerken bikini giyiyorlar mı?, Alkol içebiliyor musunuz rahat rahat? Ya sizde erkekler kadınları döver gibi sorularla karşılaşıyorlar. Burada nefret ettiği şeyi, sanki kendisi yaparmış gibi sorgulanmaya başlıyor orada. Bu en çok rahatsız oldukları şeydir.”

Ben kendisine 2000’lerdeki kalifiye emek göçünü kerteriz alarak sormuştum, “Sizce dönüşler olacak mı?” diye. Gidenlerin sosyal hazinelerini burada bırakarak (30’larına kadar oluşturdukları yakın arkadaş çevreleri ve aileleri) gittiklerini anımsatmış ve şöyle demişti: “Sen bu hazineni burada bırakıp, gidip orada yepyeni bir ağ oluşturamayabiliyorsun. Çünkü sosyal sermaye önemli bir şeydir. Her halükârda hâlâ onlarla iletişimde kalıyorsun… Ve eğer bu hâlâ senin için önemli bir yerdeyse, işte o zaman geri dönüşler çok oluyor. Benim öngörüm bu dönemde gidenlerden de dönüşler olacağı yönünde…” Yaşayıp göreceğiz…