Çünkü bundan daha fazla ıslanamaz insan: Küller Küllere

Yazı: Asya Yigit

“Ben hiç vahşet görmedim. Ne ben ne de arkadaşlarım.”

Müphem Tiyatro’nun ilk yapımı olan, Harold Pinter’ın soykırım konulu Küller Küllere adlı oyunu, seyir boyunca izleyiciyi gerçekliğin tedirgin edici kulvarlarında sürekli bir soru işareti ile baş başa bırakıyor. Sık sık güldürürken, bir yandan da nereden geldiğini ve kime ait olduğunu kavrayamadığımız ama tanıdık olduğumuz seslerle büyük bir boşluğun etrafında gezdiriyor. Sahne üstü performanslarını Dilek Güler ve İnanç Bükülen’in, yönetmenliğini ise Cem Burçin Bengisu’nun üstlendiği oyunun bir sonraki temsili 23 Şubat’ta Asmalı Sahne’de. Biletler burada

Konu nedir?

Dünyada yaşanan zulümleri sahiplenen bir kadının eylemlerinin absürt bir dille anlatıldığı Küller Küllere oyunu; polis sireninin azalan sesi karşısında düşülen dehşet, bir peronda bebekleri ellerinden alınan anneler, denize doğru yürürken boğulan insanlar, dalgaların içinde yok olan çantalar ve çukura batmış bir tanrı gibi birçok imaj ve çağrışımla karşılıyor seyirciyi. Nereden başladığını bulmakta zorlandığımız hafıza ve onun derinliklerinden gelen anıların ne kadarı sadece kendi hayatlarımıza ait, ne kadarı sadece bizim? Hatıralar yer yer varoluş sancılarının, yer yer sahnedeki sınırları çizilmiş sandalyenin ve ışığa yayılan bir ağırlığın etrafında dönüyor. Dünyada belki de her gün tanık olduğumuz zulümlerin, bir kadının benliğinin parçası oluşunu izliyoruz. 

İlk intiba

Küller Küllere, ağırlığı altında sürekli ezildiğimiz tanıklıkların bedenlerimizde ve yaşamlarımızda, gündelik ilişkilerimizde nerede durduğunu hissetmemize yardımcı oluyor. Bize el uzattığı nokta belki de içinde kaybolduğumuz belirsizliklerin ve ağırlıkların imajlarla çarparak yarattığı güçlü etkide saklı. Çünkü diğer türlüsüyle her gün karşılaşıyoruz ve bir yerden sonra onun sadece tüketicisi hâline geliyoruz. 

Oyunun başında, elini kadının boynuna dolayan ve yumruğunu öptürenin kim olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bu kişi rehber miydi, bir seyahat acentasında mı çalışıyordu, kurye miydi bilmiyoruz. Fabrika işçilerinin oynadıkları oyunda kazanan ve kaybedenlere hangi yöne gitmeleri gerektiğini gösteren ve peronda bağıran kadınların kucağındaki bebekleri kaçırandı belki de. Onun tarihsel bellekte temsil ettiği “kötülük” ile ilişkisini sezdiğimiz anda, kim olduğu arayışına da son veriyoruz. 

En çok neyi sevdin?

Bir derdi bu kadar evrensel bir bakışla verme çabasının yanında, oyunun bireysel kayboluşlarla yakaladığı kesişimleri de çok sevdim. Yerinde kullanılan yabancılaştırma efektleri seyirciyi alışkın olduğu anlama tarzının ötesine taşıyarak, diyonizyak bir bağ kurmanın yolunu açıyor.

En çok hangi âna yükseldin?

Çamurun içine batan tanrının bizi terk etmesinin futbolu nasıl etkileyeceğini izlediğim sahne.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Sade sahne tasarımı ile ışıklar arasındaki geçiş ve renklerin sahnede dağılan dokusu, gerçek ve düş olanı ayırt etmeye ve edememeye çok iyi hizmet ediyor. Bir sandalye, bir ışık, arkaya projeksiyonla yansıtılan deniz ve çakıl taşları, bir de hiç susmayan fısıltılar… Tanıklıkların dile döküldüğü yerlere eşlik eden videolar anlatımın gücünü artırarak, seyirciyi de çarpıştığı çağrışımları benimsemeye davet ediyor.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Sancısını çektiğim boşluğu doğrudan söylenmeden karşımda bulmak, anlam dehlizini genişletmesi bağlamında çok iyi hissettirdi.

Oyunculuk için neler söyleyebilirsin?

Epey yoğun seyreden zamansal geçişleri oldukça iyi kotarıyorlar. Düşüşler, yükselişler, düşler ve düşten çıkış anları, oyuncuların performansıyla etki gücünü artırıyor.

Kimler sever?

Kucağında binbir soruyla tedirgin bir şekilde gezen ve yeni bir soru eklemek isterken sahneden huzursuz bir şekilde ayrılmayı kabul edenlerin, tiyatroda alternatif anlatımların arayışında olanların severek izleyebileceği bir oyun.

Bunu seven şunları da sever

Benim için bu oyunun arkasında bıraktığı en güçlü duygulardan biri “burada olan ve ol(a)mayanın sesi”nin kuvvetini hissetmekti sanırım. Aki Kaurismäki’den Fallen Leaves ve Apichatpong Weerasethakul’den Memoria filmleri; bir de yakın zamanda izlediğim, Kamola Rashidova’nın performansıyla Melih Kıraç’ın koreografisini buluşturan Eski Tören İçin Yeni Cilt bu bağlamda benzer duyguları çağrıştırmıştı.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…

Çamurun bile donduğu, içinde kaybolduğumuz şehirlerde, uçurumun kenarından geçip denizin derinliklerine giden insanların geride bıraktığı sesi hangi sesin / seslerin içinde ya da hangi zaman diliminde bulabileceğiz? Gerçekten yas nasıl tutulur diye düşündüm uzun süre. Dalgalarla dalgalanan, dalgalanan, dalgalanan çantalar nereye gidiyor? Etrafında kaybolduğumuz tanıklıkta, gerçekten içinde boğulduğumuz et suyunu daha en başta döken biz miyiz, bilmiyorum. Durmadan yağan yağmurun altında daha fazla ıslanmalı ve rüyamızda karşılaştığımız seslere eşlik etmeliyiz belki de, bilmiyorum.