Laleper Aytek ile yeni sergisi “Hayat Başka Yerde” üzerine

Fotoğraf sanatçısı, öğretim görevlisi ve eleştirmen Laleper Aytek, 33 sene önce Oslo’da başladığı kariyerini uzundur İstanbul’da sürdürmekte. 2000’den bu yana fotoğraf yazılarında, öznellik inşası bağlamında “görme biçimleri”, “fotoğraf tarihi” ve “kadın olmak fotoğrafçı olmak” konuları üzerine yoğunlaşan sanatçı, bu temel yaklaşımını “Fotoğraf Tarihi Kanonunu Yeniden Düşünmek: Öznellik Üzerine Bir İnceleme” başlıklı yüksek lisans tezinde geliştirdi. Aytek, 2009’dan beri Koç Üniversitesi, Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü’nde fotoğraf dersleri veriyor. Yayımlanmış çalışmaları arasında fotografik düşünce üzerine yazılarını bir araya getirdiği Kendine Ait Bir Fotoğraf (2005) ile Issız (2013), Palimpsest Istanbul (2010), Non Paris (2014), Kendi İçinden de Geçip Gitti mi Uzaklara? (2017) fotoğraf albümlerini saymak mümkün.

Bugüne kadar ulusal ve uluslararası düzeyde birçok kişisel sergi açan ve karma sergiye katılan Laleper Aytek’in “Hayat Başka Yerde” adlı yeni sergisi Nişantaşı Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde kapılarını açtı. Aytek’in son beş yıl içindeki üretimlerini toplayan sergi, sanatçının kendi tarihine zamanın ve coğrafyanın etkisinden çıkarak bakması ile şekilleniyor. Aytek’e 11 Ocak 2020’ye kadar görülebilecek sergisi üzerinden sorularımızı yönelttik.

Röportaj: Eylül Aytan

Bu serginizde yer alan fotoğrafların “Hayat Başka Yerde” başlığı altında buluşması nasıl başladı ve gelişti? Bu fikirle mi yola çıktınız, yoksa zaman içinde fotoğraflarla birlikte mi bu çerçeve ortaya çıktı?

İçinde yaşadığım dünyayla, insanlarla, kendimle karşılaşmalarımdan bana kalan duygular, zamanlar, sesler, sorular, sorgulamalar, bakışlar ve çağrışımlar beni son beş yılda çektiğim fotoğraflarla bu başlıkta buluşturdu diyebilirim. Kaçtıklarımla, korktuklarımla, özlediklerim ve baş edemediklerimle, hiç vazgeçemediklerim, yorulduklarım, tutkuyla bağlandıklarım, umutlarım, suskunluklarım ve itirazlarımın buluştuğu, çarpıştığı, birbirine yaslandığı ve galiba hepimiz için farklı akışı olan, çoğu zaman da içinden çıkılamayan bir hayat hikâyesine, kendi hikâyeme bakmayı deniyorum. Kendi iç hikâyelerimden yola çıkarak ve bir başkası için de (izleyiciler) kendi iç/saklı hikâyesine bakmak üzere bir aralık oluşturabilmek düşüncesiyle…

İnsan çoğu zaman kendini nereye koyacağını bilemez ve bir boşluk arar ya da bir boşlukta bulur ya kendini… Ele geçiremediği, tarif edemediği bu boşluk duygusunda kaybolduğunu hisseder. Boşluk kalmadığında ya da olmadığındaysa aslında tüm cevaplar verilmiş ve sorular da rafa kaldırılmıştır. Tanımladığım, açıkladığım şey bitmiştir, kapanmıştır, açık değildir (hayata, bana, yeni sorular ve duygulara). Oysa tam ne olduğunu bilemediğim bir duygu beni canlı tutar, vazgeçmememi sağlar, tıpkı aşk gibi… Bu boşluğun bir anlamı yok (gibi) ama bir şekilde tutunuyorum, bırakamıyorum, direniyorum çünkü belki de bir diyeceği var o boşluğun bana?

boşlukta,
içimde,
rüzgarda,
gecede
bir iz
bir güz
bir satır
bir an(ı) gibi

bir isyan arıyor gönlüm
bulursam yanına gideceğim

diyerek o büyük boşluktan galiba en çok da kendi yaralarıma bakmaya, dokunmaya çalışıyorum, hiç silinmeyecek olanlara…

Kalbimle, kalbimden geçenlerle…
Kalp, akıl, ruh hep bir çıkış arar.
Bir yol, bir iz peşinden gideceği.
Bir dokunma, bir bakış.
Bir ses, bir yüz.

Hayatın dokunul(a)mayan, dokunmaya korkulan, kaçılan, sorul(a)mayan, saklanan yüzlerinden birinden diğerine savrulurken, bir kalp izin istemez…

Kalpten geçenlerin, kalpte, duyguda iz bırakmış olanlarını sırası yoktur, sırrı vardır. Galiba “Hayat Başka Yerde” bu sırrın peşinden gidiyor, çözemeyeceğini bilse de…       

 “Hayat Başka Yerde”de fotoğrafları zamansız, mekânsız ve coğrafyasız bir kurgu içerisinde sunmanızın arkasındaki temel motivasyonları biraz açar mısınız?

Aslı Erdoğan’ın “Gecede Sana Sesleniyorum” metninde söylediği gibi galiba ben de “Kaleme mürekkep doldurur gibi kendimi dolduruyorum. İmgelerle, sözcüklerle, yaşanmış ve yaşanmamışla, biten ve hiç bitmeyenle… ‘Kendim’ diyebileceğim her şeyle… Yarını, daha bir sürü yarını anlatacak bir ‘ben’ yaratıyorum. Ayrışan, çoğalan, cam kırıkları gibi dağılan, içimde uzayıp ölen ve bir türlü doğamayan ‘Ben’ler den… Bekleyerek, karanlığa bakarak, düş görerek, unutarak, yaralarımı sararak, kabuk kabuk çözülerek…”

Paul Valéry “bir şiir asla bitirilmez, öylece bırakılır.” diyor. Bu fotoğraf için de böyledir. Bitirilememesi boşlukta, çağrışımda, paramparça oluşta, imada, uyuşmazlıkta ve benzemezliktedir.  “Her yöne çekilebilecek bir devinim”[1] ancak böylesi bir ele geçirilemezlikte nefes alabilir, canlanabilir.

Zihnimiz de öyle değil midir, bir görüntünün “bir anlamını”, bir alt/iç okumasını yaparak rahatlamak isteriz, karıncalanmaları, akıl karışıklıklarını engellemek, bilinmeyen, anlaşılmaz sularda kaybolmadan “anlıyor” olmanın sığ sularında dolaşmak isteriz. Oysa görüntüde olan açıklanarak anlatılmadığında, tarif edilerek ehlîleştirilmediğinde çoktur, çoğalır, fotoğraf olur ve bunu hisseden eşlikçilerine ihtiyaç duyar. Fotoğraf olabilmek için, ömrü hayat yapan duyguları, boşlukları koruyabilmek ve hiçbirine zarar vermemek, hiçbirini eksiltmemek için…

Bu serginiz de siyah beyaz fotoğraflardan oluşuyor. Bir imzanız haline gelen siyah beyaz fotoğraf çekmenin sizin için felsefesi nedir? İfade aracı olarak siyah beyaza sizi yakınlaştıran süreçten biraz bahsedebilir misiniz?

Her fotoğrafçı gibi ben de fotoğraf yolculuğumda (33 yıl oldu) kendi görsel dilimi aradım, arıyorum da… Bu tek bir dil olamayabilir, zaman içinde değişebilir, dönüşebilir, şekil değiştirebilir ve farklı projelerde farklılaşabilir de… Siyah-Beyaz benim için giderek içinde daha çok renk bulduğum, hikâyelerimin kurgusuyla çok daha örtüşen, buluşan bir tercih, bir dil oldu. Bir anlamda görüntüde olanın “mütemmim cüzü”, yani ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı oldu. Siyah-Beyaz’ın benim çektiğim fotoğrafları katmanlaştırdığını, azlığının çokluğu getirdiğini düşünüyorum. Görüntüde var olan kurguyu derinleştirerek katmanlaştırabildiğini… Siyah-Beyaz Anders Petersen’in de söylediği gibi fotoğrafa kendi renklerimi koyabilmemin kuvvetli bir aracı oldu diyebilirim.

İnsanların kendi iç/saklı hikâyesine bakmak üzere bir aralık oluşturabileceğini düşündüğünüz bu projeyi üç senede oluşturdunuz. “Hayat Başka Yerde”ye şu an baktığınızda sizin fotoğrafçılık kariyerinize bakmak için nasıl bir aralık açılıyor?

Bir iç-hikâye olarak, kendime farklı bir cesaretle daha yakınlaşmamı sağlayan bir proje oldu diyebilirim “Hayat Başka Yerde” benim için… Kendi iç sesimi daha iyi duymaya başladığımı hissettiğim, dünyaya, hayata ve zamana kendi tarihimden bakarak bir perdeyi daha aralamış olmayı umuyorum. Sergiyi izleyenlerden de aldığım duygu fotoğrafla tam yapmak istediğim, İlhan Berk’in şiir için söylediğine, “belirsizlik anlam yoksunluğu değildir. Tam tersine çok anlamlılıktır, sınırsızlıktır”a bir adım daha yakınlaşmak arzusu… Ama giderek daha da çok fark ettiğim görüntü üzerinden, görsel hikâyelerden kurmaya çalıştığımız anlamlar dünyasının aslında karşıtlıklar, uyumsuzluklar, itirazlar yani ara(f)da olma halleri üzerinden çoğalabildiği… Hayatın belki de tam bu ara(f)da olduğu ve kendimize ancak böyle (iç) çatışmalarla yakınlaşabileceğimiz…


[1] İlhan Berk, Poetika, deneme, sf.34, YKY, 7.Baskı Şubat 2018.