Haklılık mutluluğu gölgelediğinde: Linçler ve Dudaklar 

Yazı: Deniz Dursun - Fotoğraf: Salih Üstündağ

Halil Babür’ün yazıp yönettiği, prömiyerini 28. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapan Linçler ve Dudaklar, sezonun görülmeye değer işlerinden. Oyun; Cihat Süvarioğlu, Hare Sürel, Onur Gürçay, İlyas Özçakır ve Ceren Köse’nin performanslarıyla sahneleniyor.

Linçler ve Dudaklar‘ın en yakın temsili 23 Aralık’ta Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi’nde, biletleri de burada.


Konu nedir?

Hayata, dünyaya ve sanata dair konuştuğu sosyal medya yayınlarını bir rutine dönüştürmüş ve biraz da “tutunamamış” bir yazar olan Cemal’in ekseninde günümüz Türkiye’sine göz kırpan bir oyun bu. Sokak hayvanlarından savaşa, kentsel dönüşümden yoksulluğa kadar değindiği pek çok güncel ve toplumsal konuyu, karakterler arası ilişkiye hizmet edecek şekilde sunan oyun boyunca Cemal’i ve hayatındaki dört karakteri takip ediyoruz: Kendisinden daha “makul” bir evlat olan abisi Fahri, bir gece apartmanına sığındığı için tesadüfen tanıştığı Selin, yıllardır aynı apartmanın görevlisi olmasının yanı sıra Cemal’in çocukluğunu dahi bilen Recep ve Recep’in kızı Leyla…

Seneler önce yalnızca bir romanı yayımlanmış Cemal, açtığı canlı yayınları yeni romanı için malzeme toplama alanı olarak görüyor aynı zamanda. Her yayınına katılan, yorumlarıyla ekranda beliren takipçileri var. Bir yayınında söyledikleri gündeme oturunca kimileri tarafından linçlenmesi kaçınılmaz oluyor. Bu lincin akabinde oyun yavaşça çözülüyor. Cemal’in her bir karakterle ayrı ayrı kurduğu, birbirini besleyen bağları seyrederken kendisiyle olan ilişkisini de kavrıyor, sorgulamalarının ve yalnızlığının -hatta kendini yalnızlaştırışının- tanığı oluyoruz. Tamam Cemal sen haklısın; ama mutsuzsun bak.

İlk intiba?

Seyirci koltuğundayım. Oyunun başlamasını bekliyorum. Sahnedeki koltuğa, sehpaya, çalışma masasına, kapıya, Kadıköy manzarası yansıtılmış pencereye, yukarıdaki ekrana ve ekranda dönen, beklerken bizi oyalamayı (kötü anlamda söylemiyorum) ihmal etmeyen yazışmalara bakıyorum. Buraya heyecanla ve umutlanarak geldim, yalan değil. Gerçekçi bir seyir deneyimiyle karşılaşacağımın farkındayım. Metnin kuvvetinden de eminim. Halil Babür’ü biliyorum, ondan ne çıkacağına dair az çok tahminim var. Ama bu kadar dekor, mutfak tezgahının üstündekiler, bir apartman boşluğuna özenle dönüştürülmüş alan ve oraya açılan kapı, penceredeki manzara detayı (bir yandan hoşuma da gidiyor) ve başka bir sürü şey bir araya gelince azıcık korkutuyor beni. “Keşke film olsaymış ya, sahnede pek olmamış sanki” demekten korkuyorum. Neyse ki korktuğum başıma gelmiyor. Oyunla vakit geçirdikçe bu sinematografik rejinin tadına varıyorum. Bu işin sahnelendiğine ve onu seyrettiğime memnunum. Ama film olsa onu da izlerdim, orası ayrı.

En çok neyi sevdin?

Aslında tiyatroda hayal gücüme pay bırakan işleri seviyorum. Yani bana kalsa, “burada bir koltuk var” ya da “su içiyorum” denmesi, o nesnelerin varlığına inanmam için yeterli. Her şeyi, olduğu gibi, bütün gerçekliğiyle ve gerçek bir zamanda görmeye pek gerek duymuyorum. Belki de bu yüzden oyunda en çok sevdiğim şey, tercih edilen biçimin ve tüm bu gerçekliğin beni rahatsız etmediği gibi epey de etkilemesi oldu.

Sonra… Hep akışta ve dikkati diri tutan diyalogları sevdim. Oyunculukları ve oyuncular arasındaki dengeyi sevdim. Bir de asıl, içimin sıkılmasını sevdim. Özellikle Cemal’den taşan yalnızlığın ve kasvetin beni yakalayıp sıkıştırmasını çok sevdim. Sevdim de sevdim…

En az neyi sevdin?

Uzayan (sahne aralarındaki geçişler bilhassa) ve “hadiiiii” dedirten anları. Bu anlar sanıyorum oyunun özellikle son yarım saatine denk geliyor. Bir de final hissi veren, “burada da bitebilirdi” dedirten birkaç yer olmasını. Genel olarak uzunluk ve ritimle ilgili bir şeyleri az sevmişim, belli.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Kusursuz dizaynıyla bir evin içindeyiz. Buranın Kadıköy’de eski bir apartman dairesi olduğunu bilmeseydim de kesinlikle tahmin ederdim. Hayır, pencereden Yeldeğirmeni sokakları göründüğü için söylemiyorum.

Sol tarafta bir kapı. Kapı apartmana açılıyor. Mutfak tezgahının üstünde bardaklar, tabaklar, çanaklar… Ortada bir koltuk. Arkası pencere. Bir de balkon, Fransız balkon. Pencereden sokak görünüyor. İnsanlar, arabalar geçiyor. Bazen gece, bazen gündüz oluyor. Tuvaletinden lavabosuna, yatağından çalışma masasına kadar her şeyiyle dopdolu bir ev. Birinin dairesine sızmışım da olup biteni gözetliyor gibiyim.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Bir süredir içimde bir sıkıntı var. Oyunda da içimdekine benzer bir sıkıntıya rastlamak beni hem sevindirdi hem sinirlendirdi. Salondan dalgalı -ya da dalgın- bir ruh hâliyle çıktım. İçimde bir sıkıntı var. Bunu birkaç kez sesli de söyledim. Derin derin nefes aldım. Aslında bu hâl bana tuhaf bir keyif de verdi. Seyrettiğime memnun olduğum bir oyundan çıkmış olmanın keyfinin ötesinde bir şeyden bahsediyorum. “İçim sıkkındı ama oyun sıkıntımı aldı, bana çok iyi geldi” demediğim için mutluyum. Galiba bazen iç sıkıntısı ve huzursuzluğun dibine kadar inmek gerekiyor. Böyle hissettim. Ertesi gün hafiflemiştim.

Oyunculuk için neler söyleyebilirsin?

En direkt ve basit şekliyle; oyunculukların tamamı nefisti. Zaten çok boyutlu ve incelikle yazıldığı belli olan Cemal’i, Cihat Süvarioğlu üstüne güzelce giymekle kalmamış, her tavrıyla nakış gibi yeniden işlemiş. Ailesinin ve geçmişinin yüklerini kendine ait alanlar kurarak hafifletme gayretindeki, “her şeyden biraz biraz” yaparak yaşama tutkusunu yitirmemeyi öyle ya da böyle başarmış Kadıköylü Selin olmak Hare Sürel’e çok yakışmış. Ceren Köse’den başka bir Leyla, İlyas Özçakır’dan başka bir Recep ya da Onur Gürçay’dan başka bir Fahri düşünebilir miydim, onu da bilmiyorum. Hayır biliyorum, düşünemezdim.